27 Ağustos 2012 Pazartesi

Her Gece Bodrum


Bodrum'da ilk gün
Çok zamandır yazla ilgili fantazi şiddetinde bir isteğim vardı: Bodrum'a gidip Her Gece Bodrum'u okumak. Kitabın adına bakınca birçok kişinin bunu istemiş olduğunu tahmin etmek zor değil. Kaçı bu zevke vardı bilmiyorum ama ben başardım. Aslında çoğunun yaz tatilinde okumak isteyecekleri türden bir roman değil. İçinde ruh huzursuzluğu, yabancılık, yalnızlık, sorular, doğa var.

İleri bir Bodrum tatilinde tecrübe ettiklerinden yola çıkarak yazmış bu romanı. Kitap tıka basa Bodrum dolu. Kahramanları da Bodrum'a tatil yapmaya gelmiş bir grup İstanbullu genç; Cem, Murat, Tarık, Kerem, Emine... Hepsi biribirinden çok farklı, hepsi başka duyarlıkların, başka çelişkilerin, başka özlemlerin içinde. Bodrum yarımadasının yalıtılmışlığı ve eski bir arkadaşlığın/hoyratlığın timsali  Kale'nin gölgesinde hep beraberler ama hep yalnızlar. Cem arkadaşlığa aşık, dostlar içinde olmak için belki her şeyi yapabilir. Ancak sanki inadına Murat ve Tarık tarafından dışlanıyor, onlara uyamıyor, beklediğini bulamıyor, yalnızlığa itiliyor. Murat bilakis insansız kalmak, denizle başbaşa olmak istiyor. Cem'in aşırı ilgisini hatta Tarık'ı sırtında bir kambur gibi duyumsuyor. Tarık daha yüzeysel, gerilimsiz bir tatil geçirmek istiyor. Kimi zaman ara bulmaya çalışıyor kimi zaman da kendi kafasına göre takılıp şafak vakti fotoğraf çekmeye gidiyor. Emine 32 yaşında; "evde kalmış", onun yalnızlığı hem cinsel hem de sosyal. Bu yaşta bekar olması toplum hayatının her kanadında yalnız olmaya mahkum etmiş sanki onu. Sevmeye aç yüreği karşılık bulamadıkça kırılıyor, ne kadar kırılsa da katılaşmıyor. Yalnızlığını kabullenerek kendini korumaya karar verse de ufacık bir sevgi ümidinin peşinden yuvarlanmaya engel olamıyor... Ahmet onun kardeşi, tatile İngiliz mektup arkadaşı Kathrine ile gelmiş... Kerem İstanbul'dan kaçıp çok zaman önce denize sığınmış... Betigül başına buyruk, zengin, dul, baskın... Haydar kaptan, hayalleri, masalları var...

Bu kadar çok ve derin karakteri bir arada bulmak sık raslanan bir şey değil. İleri roman insanlarını ince ince işlemiş. Romanın birkaç bölümünden sonra karakterlerin duygularının akışını apaçık görmeye, düşündüklerinin ve yaptıklarının havaya atılan taşın yere düşmesi gibi doğal karşılamaya başlıyorsunuz.

Kitapta sevdiğim şeylerden biri de sınıf meselesine değinilmesiydi. Paylaşılmamış zenginliğin en büyük kötülük olduğuyla ilgili satırları dönüp dönüp okudum. Cem'i sevmemde belki de onun yalnızlığı, aynı yaşta olmamız, bazı yönlerinin çok tanıdık gelmesinin yanında sınıf duyarlılığı da vardı. Belki de Murat'a da Keynes bitti dediği için soğuk durdum. Yine de en çok Emine'ye ısındım. Bir kadınnın (ataerkil) toplumun dayattığı evlenip çoluk çocuğa karışma sorumluluğunu yerine getirmediği için ne kadar dışlanıp aşağılandığının timsali gibiydi. Türdeşleri iki yüzlülükle dolu annelerken kendisi çocuksu saflıkta bir sevgi arayışında olduğı için bu kadar incitilmesi onu sevmeme ihitimalimi yok etti.


Mesela bu, sık sık karşılıklı susulan, çay içilen, Cem'in kitap okuduğu
 kahvenin masasıymış; dalgaların beyaz köpüğünden belli çok rüzgar varmış;
uzaktaki tenke de Kirke'ymiş mesela... 

Kitabın atmosferi, ara sıra tatil yerlerinde hissettiğim tatminsizlik, kıstırılmışlık duygusuna ayna tuttu. Bütün yıl tatili bekleyip sonra ilk gününde tatilden de umulan sevincin duyulamadığı olur. Medeniyetten bunanılıp doğanın kucağına atılmak istenilir sonra doğanın da değişimle, mücadeleyle dolu olduğu görülüp aranan huzur bulunamaz. Şehirden kaçıp kıyı kasabasının yalın hayatına karışmak, yerliler gibi yaşamak arzu edilir; sonra onların hiç okumadığı kitaplarla zaman geçirilir, hiç kullanmadıkları teknelerle açılınır, hiç ilgilenmedikleri konulardan bahsedilir.

Kitabı Bodrum'da okumak kesinlikle büyük fark yarattı. Kitap Bodrum detaylarıyla nakış gibi işlenmiş. Kasabalı insanlar, beyaz badanalı evler, dükkanlar, denizinin her hali, beyaz köpüklü dalgalar, sersemletici rüzgar, körleştiren parlak güneş, kale, tatilciler, deniz havluları, hasır şapkalar, sıcak, koylar, yeniden deniz, biraz daha rüzgar, güneş, dar sokaklar, pembe çiçekler, tekneler ve yine deniz... İleri'nin sanatlı dilinden bunları okuyup kafamı kaldırınca o denizi görmek, gerçekten de aydınlıktan kör olmuş gözlerle okumaya çalışmak, rüzgardan ve renklerden başının döndüğünü fark ederek deniz seansının sonunda tam da tarif edilen tatilciler gibi havluları toplayıp dar sokaklara doğru yürümek müthiş bir gerçeklik hissi yarattı.

Bu kitaptan önce İleri'nin Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın adlı romanını okumuş; ağır uslubundan ve eserin kişiselliğinden bezerek zar zor bitirebilmiştim. Bu sefer romanın bir bütünlük arz etmesi ve yazarın dilinin sevdiğim zenginliğini korurken daha kısa cümlelere başvurması kitabı zevkle okumamı sağladı. Yine kolay okunan bir kitap değildi ama harcanan emeğin karşılığını kat kat veriyordu. Özellikle ilk 70 sayfanın ardından karakterlere alıştıktan sonra kitap hız kazandı.


Şimdi gelelim kitapla ilgili bilgilere. Her Gece Bodrum, 1977'de Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü kazanmış. Yayımlandığı dönemde de zamanın entellektüellerine yönelik bir eleştiri olarak alınıp tartışma başlatmış. Selim İleri'yi de kitlelere tanıtan, hala da en çok bilinen ve okunan İleri kitabıymış. İleri bu kitapla ¨bir gecede¨ romancı olmuş. Halbuse İleri bu kitabında kendini fazla hırslı ve şımarık buluyormuş. Kitabın önsözünde de Her Gece Bodrum için şöyle demiş: "... içtenlikle kaleme getirilmiş bir gençlik romanım... Hayatla kirlenmemiş diyeceğim geliyor. Yada, hayatla yeni yeni kirlenmeye başlamış."

İleri aslında o dönemde bir roman yazacak gücü kendinde göremiyormuş. Bu Gece ve Her Gece'yi Attila İlhan'ın yönlendirmesiyle yazmaya başlamış. Bu Gece ve Her Gece dedim evet, zira Attila İlhan romanın ilk halini okuyup adının Her Gece Bodrum olmasını önerinceye kadar romanın adı buymuş.

Kitap 1992 yılında Naci Çelik Berksoy yönetmenliğinde sinemaya da aktarılmış. Sürekli düşünceler, çağrışımlar, manzaralar şeklinde ilerleyen kitabın nasıl filme aktarıldığını da merak ediyorum.

Selim İleri okumayı sevenler bu kitabı zaten okumuştur. İleri'ye giriş yapmak isteyenler Her Gece Bodrum'u tercih edebilirler. Edebiyat severler akıllarındaki listenin ucuna bu kitabı da eklemeliler. Yalnız imkân varsa bu kitap Bodrum'da okunmalı. Böylece bir an Kerem yanınızda güneşleniyor, uzaktan Kirke geçiyor sanabilirsiniz. 

24 Ağustos 2012 Cuma

Bodrum Müzesi: Karyalı Prenses



1989 yılı Nisan ayında, Bodrum girişinde, temel kazısı sırasında bir mezar odası bulunmuş ve Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi uzmanlarınca açılmıstır. Mezar odası içinde günümüze kadar hiç soyulmadan gelen bir lahit ortaya çikarılmıştır. Mezar odasıyla lahit arasında siyah sirli yonca ağızlı bir kap (Oinochoe) bulunmustur. Üç kadeh (60 cc.) şarap alabilen bu sürahi, muhtemelen ölen kişinin en sevdigi kaptır. Lahit kapagı yüzlerce kişinin gözü önünde kaldırılmıstır. Oldukça iyi durumdaki bir iskeletle karşılaşılmıştır. Altın taç, iki altın kolye, altın elbise süsleri, üç yüzük ve iki bilezik bulunmuştur. Lahit buluntuları göz kamaştırıcı niteliktedir. Paleoantropologlarca kemikler üzerinde yapılan inceleme sonucunda, iskeletin birden fazla doğum yapan bir kadına ait olduğu anlaşılmıştır. Kadının 40 yaşlarında öldüğü sanılmaktadır. Buluntular, M.Ö. 360 - 325 yıllarına tarihlendirilmektedir. Ölü toprağının elenmesi sırasında fındık faresine ait kemikler bulunmustur. Bu da Prenses'in son ziyaretçisinin lahte girdikten sonra çıkamayan bir fare olduğunu göstermektedir. "Karyalı Prenses" diye adlandırdığımız bu soylu kişinin Hekatomnos sülalesinin bir üyesi oldugu sanılmaktadir. Karya Satrabı Mavsolos, M.Ö. 355'te Milas, Labranda kutsal kentinde bir sölen evi (Andron) yaptırmıştır.
Prenses'in burada düzenlenen bayramlara katıldığı düşünülmektedir. Karyali Prenses, Mavsolos şölen evi benzeri bir salonda, lahit buluntulari ve yeniden canlandırılmış yüz görünümüyle sergilenmektedir. Yüz yapım işlemine kafatasının alçıdan kalıbı alınarak başlanır. Elde edilen alçı kalıp üzerindeki belirli noktalara iğne çubuklar batırılır.
Bu çubuklar bulunduklari noktalardaki yumuşak dokuların maksimum kalınlıklarını gösterir. Yüzün bütün özellikleri, kafatasının anatomik yapısına göre; kıl ile önce kaslar, sonra bunun üzerine yumuşak dokular ve deri tek tek, adım adım kaplanarak portre tamamlanır. Daha sonra iskeletin ırksal özellikleri ile ilgili bilgiler değerlendirilerek; gözler, deri ve saç renklendirilir.
Bu teknik kişinin gerçeğe yakın portresini verir. Şölen evinde, Karyalı Prenses altın süslemeli uçuşan elbisesiyle konukları karşılamakta, nedimesi yonca ağızlı sürahiden şarap sunmakta lahidin başında tütsü yakılmakta ve bir zamanlar kutsallığına inanılan altın küpeli, kahin yılan balıkları, dönemine ait unutulmuş bir geleneği tekrar yaşatmaktadır.

Amatör Gezgin'in Notları:

Karyalı Prenses salonunda fotoğraf çekmek yasak ve inanılmaz bir kalabalık var genelde. Ziyaretçilerin camekanlara yaklaşmasını önlemek için herbirinin önüne birer sedir konulmuş barikat olarak. (Gerçi o sedirler çok saçma olmuş çünkü bilmeden sedire oturduğunuz veya biraz yaklaştığınız zaman alarm ötmeye başlıyor. Girişte ve salonda bulunan görevliler ziyaretçileri sedirlere yaklaşmamaları konusunda devamlı uyarıyorlar.) Prenses'in takıları gerçekten etkileyici ve girişteki tanıtımlara göre modellemesi konusunda çok ciddi çalışmalar yapılmış. Sadece lahitinde bulunan fındık faresini temsilen iskeletinin yanına konulan oyuncak çok saçma görünüyor...
- Fotoğraf çekmek yasak olduğu için yazıda kullanılan resimler internetten alınmıştır...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Feminizmi Öğreniyorum

Feminizm kelimesini görünce aklınıza "erkek düşmanları", "bıyıklı evde kalmış kadınlar" gibi şeyler geliyorsa ve irkiliyorsanız hemen internet tarayıcınızın kırmızı çarpısına tıklayıp Kitap Notları'ndan çıkın...demek isterdim ama bu sizin olduğu kadar toplumun ve sistemin de kabahati olduğundan lütfen gelin özellikle böyle düşünüyorsanız iki satır feminizm okuyun diyorum. Aslında herkese ve herkese bu davetim. Zira feminizm ne bir lüks, ne geçmişte kalmış bir mesele ne de 'kadına el kalkmaz' sloganıyla sınırlandırılabilecek kadar dar bir konu. E peki nereden başlayacağız derseniz -ki dilerim diyorsunuzdur- iki giriş kitabını aşağıda sunuyorum.


Feminizmin ABC'si - Necla Arat

Feminizmin ABC'si çok iyi bir giriş kitabı. Yazar Prof. Dr. Necla Arat önsözde (1991 tarihli) kitabın işlevini şöyle açıklamış: "... feminizmin yansız ve doğru olarak tanıtılmasını üstlenen bu çalışma, feminizmin tarihsel perspektif içinde ele alan başlangıç çalışması olarak yorumlanmalıdır." Kitabın amacındansa böyle bahsetmiş: "... toplumumuzun kadınlarının kendi çıkarlarını savunmalarını engelleyecek önyargı ve koşullanmaları ve fanatik yaklaşımları ortadan kaldırmak üzere feminizmin ne olduğunu, tarihinde neler yaşandığını ve türlerini gelin hep birlikte inceleyelim."

Kitap tam da bunu yapıyor; akıcı kolay anlaşılır bir dille, sıkmadan, sırasıyla feminizmin tanımını, ilk çağlardan başlayarak tarihini, felsefi ve kuramsal temellerini, son dönemdeki gelişimini ve kadın hareketini, son olarak da Türkiye'deki durumu ele alıyor. Kısacık bir kitap olmasına rağmen ağzı beraber bilgi dolu.


Kitabın biri 1991'de diğeri 2010'da yazılmış iki önsözü var. Bu önsözler yazarın konuya ilişkin görüşlerni içeren ve Türkiye'deki durumun tartışıldığı köşe yazıları gibi. Bu nedenle önsözleri kitabı bitirdikten sonra yeniden okumanızı öneririm.

Yazar tarafsız değil. Zaten bunu önsözlerde açıkça belirtip fikirlerini savunuyor. Ancak kitap içerik açısından rahatsız edici bir yanlılık arz etmiyor. Belki Arat eşitlikçi feminizme feminizmlerin ilki, anlaşılması en kolayı olduğu kadar Türkiye şartlarında bu akımı benimsediği için de daha geniş bir yer veriyor, o kadar.

Kitabı okurken öğrendiğiniz kadar şaşıracağınızı düşünüyorum. En azından ben kadınların oy hakkı alabilmek için protestolarda veya idam sehpalarında kanlarını dökmek zorunda kaldıklalrını, 1998'e kadar hukukumuzda aile içi şiddet kavramının bulunmadığını ve 2003'e kadar işyerindeki cinsel tacizin iş sözleşmesinin feshi için haklı neden sayılmadığını okuduğumda şaşırdım, üzüldüm, kızdım.

O zaman bu bölümü kitapta beni en çok etkileyen kısımla bitireyim:
"Rose Lacombe, 20 Ekim 1793'te Paris Komünü'nde bu kadın hakları bildirgesinin [17 maddelik Kadın Hakları] savunmasını yaptı ve 'Kadın özgür doğar ve erkeklerle eşit haklara sahip olur... Kanun önünde eşit olan tüm kadın ve erkek vatandaşlar, hiçbir ayrıma uğramaksızın bütün yüksek mevkiler ve yüksek kamu görevlerine eşit olarak kabul edilmelidirler... Kadın madem ki sehpaya çıkabiliyor, kürsüye de çıkabilmelidir... Kadınlar uyanınız' dedi. Onun bu savunması meclise açtığı savaş, sözünü ettiği sehpada başının uçurulmasıyla sonuçlandı." 
Feminizm - Gisela Notz

Başlığı, inceliği, önsözündeki "feminizme giriş esaslı" ibaresiyle ve kapağındaki "Düşünce Akımları 1" yazısıyla insanda tam da Feminizme Giriş kitabı intibası bırakıyor... fakat hiç de öyle değil. Feminizm ile ilgili temel kavramların, tarihinin ve katkıda bulunanların tanıtıldığı bir kitap beklerken bambaşka bir şey çıkıyor.


Birinci neden kitabın fazla Almanya merkezli olması. Bu konuda bilgilendirilmiş olmama rağmen bu kadarını beklemiyordum. Almanya'nın bir örnek olarak kullanılmasında sorun yok. Yazar bir Alman ve gayet ataerkil bir yapısı olan Alman toplumundan örnekler genel çerçevenin netleştirilmesi için kullanılırsa güzel de olabilir. Ama bu kitapta çerçeve ile örneklerin, uluslararası feminizmle Almanya'da yaşananları bağları kopuk. Özellikle Phoenix "Düşünce Akımları" serisi için böyle bir kitabı nasıl seçmiş anlamadım. Tüm yerelliğine rağmen bu kitap Almanya için uygun bir kitapken Türkiye için mânâsız kalmış.

İkincisi kitap kendi içinde de yetersiz. Kuram bölümü çok kısa, bölük pörçük, temel düşünceleri vermekten uzak. Örneğin sürekli kapitalizm-ataerkil toplum birlikteliğinden bahsediliyor, milliyetçiliğe bu çerçevede değiniliyor ancak bu üçlü arasındaki ilişki hiç tam olarak açıklanmıyor; Marksizmden, medyadan, doğum kontrolden her şeyden bahsediliyor ama "çifte baskı" nedir, "kendini gerçekleştirmek" nedir, aktif ve pasif seçme hakkı nedir anlatan yok. Bütün bunlar da bir "giriş" kitabında oluyor. Zaten kuram kısmı o derece zayıf ki ne eleştirel kuramdan ne de Butler'dan öte bir post-yapısalcılıktan bahsediliyor. Tarih bölümüyse Almanya, Berlin ve Alman siyasi hayatıyla dolu. Uluslararası plana bağlantılar kurulacağı iddiasında bulunsa da kitap küresel ölçekten kopuk, birkaç batı ülkesinden bahsedip bunları Almanya ile kıyaslamaktan öteye gidemiyor.

Son olarak çevirisi çok kötü. Son dönemde dikkat ettikçe Türkiye'deki çevirilerin vasat hatta vasat altı olduğunu görmeye başladım. Bir iki çevirmenin veya yayımcının değil sektörün sorunu kalitesiz çeviri. Almancayı orta okul yıllarımda bırakmama rağmen  ne derece hatalı çevrildiğini ben bile anlıyorum. Örneğin bir yerde göçmen kadınların reprodüksiyon işlerinde çalıştığı yazıyor. Hayalinizde havasız odalarda habire Klimt, Monnet boyayan kadınlar canlanıyor çünkü reprodüksiyonun dilimizdeki anlamı bu. Oysa "reproduction"ın anlamı (burada) "üremek, çocuk büyütmek, nesil yetiştirmek". Dayanamayıp bir örnek daha vereceğim. 55. sayfadaki ara başlık (hem de ara başlık!): Savaş Zamanı Arasında Feminizm. Ne anladınız? Hiçbir şey, en iyi ihtimalle savaş döneminde feminizm gibi bir şey... Oysa burada söylenmek istenen "interwar period" yani iki dünya savaşı arası dönem. Çeviri camiasında bir şeyler yanlış, bir yerde bir eksik var ama nedir bilmiyorum... Üstelik kitapta bolca yazım hatası da var... Tatsız.

Her şeye karşın bu kitabı da okuduğuma memnunum. Özellikle Feminizm'in ABC'si ile temel atıldıktan sonra ilginç kadın hareketi ve farklı düşünürlerin fikirleri için okunabilir.

Yakında feminist edebiyattan da bahsedeceğim aklınızda bulunsun ;)

İşte feminist edebiyattan seçip yazdıklarım burada.

16 Ağustos 2012 Perşembe

ÇizgiBilim

Ben ufakken sayısız öğrenci çakallığından biri de matematik kitabının arasına Tommiks koyup ders çalışma kisvesi altında rahatça çizgi roman okumaktı. Tarih okurken çocuklar neden heyecandan gözlerini kocaman açar, neden zevkle gülerler kimse anlamazdı. İşte bu anlar çizgi romanla ilim irfanın birbirine en yaklaştığı zamanlardı. Şimdi devir değişti. Artık eğlenerek öğrenmek vakti. 

The Cartoon Introduction to Economics (Volume one: Microeconomics) - Yoram Bauman (Yazar), Grady Klein (Çizer)


İktisat insanlara karmaşık gelir ve çoğu üniversite öğrencisi de ondan köşe bucak kaçar. Eğlenerek iktisat öğrenmek imkansız bir rüya gibi görünse de mümkün. İktisadın Gülen Yüzü başlıklı yazıda tatlı tatlı iktisat öğreten üç kitaptan bahsetmiştim. İşte bu kitap da onlardan biri; tek farkı daha az yazı daha fazla çizim.

Resmini gördüğünü kitap The Cartoon Introduction to Economics kitaplarının ilk cildi. Mikro ekonomiyi ele alıyor. Konuyu işlemeye bireyden başlıyor: fayda, tercih, fırsat maliyeti... Sonra ıssız adaya bir kişi daha çıkıyor: oyun kuramı, takas, pareto optimum... Sonra ufak bir grup oluşuyor: rekabetçi piyasa, farklılaşma, vergiler... Son olarak sonsuz birimin etkileşimde olduğu bir ortam inceleniyor: görünmez el ve diğerleri...

Görüleceği üzere kitabın sistematiği klasik ders kitaplarından çok farklı. Konu olarak da sigortalar olsun, açık artırma ve ihale usullerindeki yöntemler olsun olağan bir mikro ekonomi kitabında bulamayacağınız konular var. Bu konuda kalın kalın ders kitapları bitirdikten sonra karikatürlerle yeni yeni şeyler öğrenmek çok hoşuma gitti. 

Üstelik hem çizimler güzeldi hem de espri anlayışı gayet iyiydi. Öyle ki bazen kendimi sırıtırken buldum. Evet iktisat okurken! 

Çizim, espri derken içerikten çalınmış da sanılmasın. Mikro ekonominin en ciddi ve temel kavramları birbiriyle bağlantılı şekilde anlatılmış. Tabi çok az kelimeyle bunu başarmak zor. Konuya aşina olanların zevkle okuyacağını düşünüyorum ama sıfır bilgiyle ne ne kadar anlaşılır bilemiyorum. 

Mikro ekonomi tam olarak anlatılmak ve anlaşılmak için denklemlere ve grafiklere de ihtiyaç duyar. Kitapta grafikler temel seviyede verilmiş, birkaç formül de aktarılmış ancak hiç matematik yok. Eh artık o kadar da olsun değil mi? Zaten calculus isterseniz buraya tıklayıp yazarın hazırladığı ücretsiz kitaba ve matematiksel örneklere ulaşabilirsiniz. Ayrıca yazarın www.standupeconomist.com adresindeki blogunu da zevkle takip ettiğimi belirtmeliyim.


Türlerin Kökeni Manga - Variety Art Works & East Press (Mangalaştıran)


Biyoloji biliminin bugün temelini oluşturan evrimi öğrenmek için müthiş bir giriş kitabı. Manga Darwin'in gençliğinden öldüğü güne kadar yaşamını, fikirlerini, keşiflerini ve çalışmalarını anlatıyor. Bir-iki saatte okuyup bitirebileceğiniz kadar sürükleyici ve kısa olan bu kitap gerçekten az zamanda çok ve büyük işler başarıyor. Çok anlaşılır ve sade bir giriş sunuyor. Değerli bilgileri macera romanı gibi aktarıyor ve aklınıza kazıyor. 

Çizimler çok hoşuma gitti. Sanırım manga tutkunlarını anlıyorum. Birçok yerde duygular kelimelerle değil çizimlerle anlatılmış. Aynı sahnenin birkaç farklı açıdan çizildiği yerler sinema karelerini anımsatıyor. Yazı çizgi romanın doğası gereği fazla değil ama olanları da Hüseyin Can Erkin Japonca aslından çevirmiş. (Murakami desem?) Su gibi gidiyor.

Yordam Kitap'a da tebrikler! Hem iyi çeviri, hem güzel baskı, hem uygun fiyat... Kitabın orjinal baskısının bilgilerinin detaylıca verilmesi de çok hoşuma gitti. Emeğe saygı buradan başlıyor.

Kısaca popüler bilim ve çizgi roman sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum.

Evrim hakkında daha derin ve ciddi kitaplar okumak isteyenleri şuradaki güzel yazıya alıyoruz: Evrimsel

Hayır ben ciddileşmek istemiyorum ama evrim hoşuma gitti; bunun mangası varmış madem romanı falan yok mu diyenler de buraya: Hiç "Evrim"li Roman Olur mu?


Bu iki kitabı da çok sevdiğim için hemen paylaşmak istedim ama biraz daha dişimi sıkabilseydim NTV Yayınları'ndan çıkan Stuart Sim (yazar) ve Borin van Loon'un (çizer) Eleştirel Teori çizgi kitabını da okuyup onu da burada anlatmak isterdim. Zira bu işlerden anlayan biri bana çok çok övdü bu kitabı da. Artık ÇizgiBilim II'de...

10 Ağustos 2012 Cuma

Siz Hiç LSV Dükkan Çikolatası Tattınız mı?



LSV Dükkan yani Lösev Dükkan’ında lösemili çocuklarımızın anneleri kendi elleriyle hazırladıkları organik kurabiyeler ve birbirinden renkli el emeği, göz nuru el işlerini sizlere sunuyor. LSV Dükkan bundan tam 12 sene önce LÖSEV Ankara’da, küçücük bir atölyede 5 anne ile başlayan bir çalışmayken bugün yüzlerce annenin ekmek parasını kazandığı meslek atölyeleri haline geldi.                                      



Beslenme ile kanser arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekmek için kurulan bu minicik atölye, seneler içerisinde azim, sevgi ve inançla büyüdü. Giderek büyüyen ve insanın içini ısıtan bu başarı öyküsü, LSV Dükkan markasını yaratmaya kadar uzandı. Lösemili çocuklarımızın annelerinin umutlarını, hayallerini işlediği, sevgiyle yoğurduğu her bir LSV Dükkan ürünü sevgili çocuklarımızı hayata bağlayacak.

Tüm renkleri ve lezzetleri ile Türkiye’nin her yerinden LSV Dükkan’a www.lsvdukkan.com üzerinden ulaşabilir ve sipariş verebilirsiniz.

Lösev’i Twitter’da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Amasya Kalesi


Amasya Kalesi ilk olarak Helenistik dönemde yapılmış ve Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerinde tamir görmüş. Kale kente kuşbakışı bakan bir konumda kurulmuş. Sur duvarlarının çoğu günümüze kadar ayakta kalabilmiş. Kale halk arasında Harşena kalesi olarak da biliniyor. Kimilerine göre bu isim kaleyi inşa ettiren komutanın isminden geliyor. Kalede sarnıçlar, zindanlar ve Sultan Bayezit tarafından yaptırılan bir de hapishane var. Kalenin eteklerinde ise Osmanlı dönemine ait bir hamam kalıntısı bulunuyor.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Amasya Şehzadeler Müzesi






Amasya bildiğiniz üzere Şehzadeler Kenti olarak adlandırılıyor. 1389 yılında Osmanlı hakimiyetine giren Amasya; bu tarihten itibaren sultan yetiştirmek adına şehzadelerin gönderildiği en önemli merkezlerden biri oluyor.

Müze binası 19.yy'a ait bir binanın 2007 yılında Amasya Valiliği tarafından yeniden inşa edilmesiyle şimdiki görünümüne sahip olmuş. Müzenin tüm işlemelerinde Osmanlı ve Selçuklu motifleri kullanılmış. Müzedeki tüm tezhip işleri Amasyalı Mehmet Tektaş, tüm çini ve panolar Kütahyalı Mehmet Koçer tarafından yapılmış. Müzedeki halılar el dokuması yün halılar ve özel olarak müze için dokunmuşlar. Balmumu heykeller Heykeltraş Adil Çelik tarafından birebir boyutlarda ve sultanların portrelerine sadık kalınarak yapılmış. Heykellere giydirilen kıyafetler ise Ankara Olgunlaşma Enstitüsü tarafından hazırlanmış. Müze o kadar iyi tasarlanmış ve düzenlenmiş ki yeni yapılan bir bina olduğuna inanmak çok zor...






Amasya'da valilik yapan şehzadeler:
Yıldırım Bayezid (Osmanlı'nın 4. Sultanı)
Çelebi Mehmet  (Osmanlı'nın 5. Sultanı)
II. Murat (Osmanlı'nın 6. Sultanı)
Fatih Sultan Mehmet (Osmanlı'nın 7. Sultanı)
II. Bayezid (Osmanlı'nın 8. Sultanı)
Yavuz Sultan Selim (Osmanlı'nın 9. Sultanı)
III. Murat (Osmanlı'nın 12. Sultanı)
Valilik yapan; fakat sultan olamayan şehzadeler:
Şehzade Ahmet Çelebi (II. Murat'ın büyük oğlu)
Şehzade Alaettin Çelebi (II. Murat'ın oğlu)
Şehzade Ahmet Çelebi (II. Bayezıt'ın oğlu)
Şehzade Mustafa Çelebi (Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük oğlu)
Şehzade Bayezıt Çelebi (Kanuni Sultan Süleyman'ın küçük oğlu)

Amasya Yalı Boyu Evleri




Amasya'nın Şehzadeler şehri olmasının yanında, en önemli özelliklerinden biri Yeşilırmak kıyısı kenarında sıralanan tarihi evleri. Osmanlı tarzında bitişik olarak inşa edilen evler çoğunlukla iki katlı.Bu evler hakkında en hoşuma giden şey ise yapılan restorasyonların eski dokuyu bozmadan yapılmasıydı. İnsan Amasya'da Beypazarındaki gibi tiyatro dekorları arasında hissetmiyor kendini...

Amasya Arkeoloji Müzesi




Amasya müzesi ilk olarak 1925 yılında kurulmuş. 1980 yılında ise günümüzde kullanılan binasına taşınmış. Müzede Eski çağlara ait eserlerin yanısıra çoğunlukla Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserler yer alıyor. Müzede en ilgi çekici şey ise 14.yy'a ait mumyalar. Daha önce müze bahçesinde yer alan Selçuklu Sultanı 1.Mesud'a ait türbede yer alan mumyalar; daha sonra müze binası içinde bir odaya taşınıp, sergilenmeye başlanmış.


İlhanlı beylerinden İzzettin Mehmet Pervane Bey, cariyesi ve çocuklarına ait olan mumyalar oldukça ürkütücü ve bu kadar sağlam kalmaları da şaşırtıcı. Amasya müzesi Türkiye'de gezdiğim müzeler arasında mumya sergileyen ilk müze olması açısından da benim için enteresan bir müze oldu...

3 Ağustos 2012 Cuma

Gezgindir Gezenin Adı Sosyal Medyada...




Gezmeden duramayan bir çift olarak, herkes gezsin, gezmeyi sevmeyen kalmasın istiyoruz. Gezme ve seyahat alışkanlıkları pek tabi farklılıklar gösterir. Kimi lüks seyahati tercih eder, kimi yeter ki uzakta olayım paranın ne önemi var der... Bizce gezmek veya gezebilmek için en büyük engel para değil, ZAMANdır. Zira şu kısacık ömrümüzde görülecek o kadar çok yer var ki, iş güç arasında ayırabildiğimiz vakitler ne kadar yeter bize... İşte bu yüzden de avare (vagabond) gezginlere hep imrenmişizdir. yanlış anlaşılmasın kıskanmak değil sadece bir imrenmedir bu:) yoksa herkesin yolu açık olsun!!!

Biz her bulduğumuz fırsatı iyi değerlendirmeye çalışıyor, geziyor, fotoğraflıyor ve gördüklerimizi, deneyimlerimizi yazıyoruz :)) Nerede ne yapılır, ne yapılmaz, nerede kalınır, ne yenilir içilir gibi tavsiyeler vermeye çalışıyoruz çoğu zaman. Kim bilir belki de biz çok sevdik gezdiğimiz yerleri siz de sevin diyedir:)
Uzun lafın kısası biz gezmeyi ve paylaşmayı seviyoruz...

O halde gidip, görüp paylaşması bizden, takip edip tavsiyelerimizi okuyup uygulaması da sizden... 
TAKİP ETMEK mi?
YAZININ DEVAMINI okumak icin TIK TIK TIK»