28 Ekim 2012 Pazar

Bozcaada Şehir Restaurant



Bozcaada Şehir Restaurant deniz kenarında (iskeleye yakın kısımda) yer alan restoranlardan biri. Yemekleri ve mezeleri lezzetliydi. Biz yemeğimizin yanında rakı'da içtiğimiz için hesap biraz yüksekti fakat yemekte alkol almazsanız ve bizim döndüğü gibi herşeyden alalım diye gözünüz dönmezse fiyatlar fena değil. Deniz kenarında ay ışığı eşliğinde yemek isterseniz Şehir Restorantı öneririm...

23 Ekim 2012 Salı

Corvus - Bozcaada




Corvus Latince'de Karga türlerinin geneline deniyor. Corvus şarapları da Bozcaadanın meşhur kargalarından ve çeşitli mitolojik hikayelerden yola çıkarak bu adı almış. Corvus 2002 yılında Reşit Soley tarafından kurulmuş ve 10 yıl içinde bir dünya markası haline gelmiş. Kraliçe Elizabeth ve Barack Obama'nın Türkiye ziyaretlerinde Corvus şarapları ikram edilmiş. Bozcaada'nın merkezinde bir satış mağazaları ve adanın farklı bölgelerinde bağları var. Şarap tadımı ise fabrikalarında yapılıyor.

Bozcaada Talay Şarapçılık



1948 yılında kurulan Talay Şarapçılık Bozcaada'nın en eski şarap firmalarından biri. Bozcaada'da bir fabrikaları ve adanın merkezinde bir satış mağazaları var. Satış mağazasında şarap tadımı da yapılıyor. 

20 Ekim 2012 Cumartesi

Sabahattin Ali ve Ben

Sabahattin Ali'nin adını duymuş ancak gurbet elde okuyacak başka Türkçe kitap bulamayıncaya kadar okumayı düşünmemiştim. O zaman İçimizdeki Şeytan'ı okudum. Kitaptan çok okurkenki kendi halimi hatırlıyorum şimdi. Duvardan duvara lacivert halı altındaki döşemelerin gıcırdadığı, metal çerçevesi yer yer paslanmış Viktorya tipi camlarını rüzgarda sallanan çamın dallarının çizdiği bir oda, rüzgarın uğultusu ve dalların kıpırdayan gölgeleriyle gelen ürperti, yüksek tavanda ince çatlaklar, odaya bir hastane veya laboratuvar havası veren çift musluklu eski lavabo... Yeni yerime alışmaya çalışırken büyük odanın içinde kendimi pek yalnız hissederdim bazen. Gündüz neyse de gece sessiz, boşlukta yapacak iyi bir şeylere her zamankinden çok ihtiyacım olurdu. Dünyanın en mühim işine sonunda sıra gelmiş gibi alırdım elime kitabı. 

Neden bilmiyorum kitaptan geriye hemen hiçbir şey kalmadı zihnimde. Sadece bir adamın masum bir kızcağızın kalbini habire kırdığını, yaptığı her hoyratlığa ben değil içimden çıkan bir canavar yaptı bunu diye bahane bulduğunu, belki de ıssızlığım ve ciddiyetimle bunu çok saçma bulup hem adama hem de bunu yazana kızıp durduğumu hatırlıyorum. Kitap beklediğim gibi sosyal-siyasal bir takıp derin mesajlar vermediği için de hayal kırıklığına uğramıştım. Yalnız her gece bazı yerlerini tekrar ederek saatlerce okumamda Sabahattin Ali'nin dilinin, anlatımının neredeyse elle tutulacak lezzetinin etkisi büyüktü sanıyorum. Hem su gibi okunan hem de şarap gibi tesir eden bir şeydi. Tam olarak neyinden nasıl etkilendiğimi bilmeden onun sahillerine çekiliyordum. Duyguları mı iyi tasvir ediyordu, cümlelerinde gizli bir ritim, bir ahenk mi vardı, zor şeyleri kolaycacık mı ifade ediyordu? Şimdi düşündüğümde anlıyorum belki de anlatım gücü yüzünden yerdiği acizliği, basiretsizliği o kadar içimde hissetmiştim ki romanın kahramanlarından da, romandan da, yazarından da soğumuştum. 

Bu senenin başına kadar da itiraf ediyorum Kürk Mantolu Madonna'yı okumamıştım. Yakın arkadaşlarımın kınamaları ve şiddetli tavsiyeleri sonucunda okudum. Okurken Sabahattin Ali'nin kesinlikle anlattığı sokaklarda yürüdüğünü, bir Maria Puder olmasa da oralarda bir kadınla yakınlaştığını, mutlaka romanın kahramanı kadar çok okuyup onun gibi küçük bir odada Almanca çalıştığını düşündüm. Böyle düşündükçe de yukarıda anlattığım hallerimi düşündüm, keşke bunu o zaman okusaydım dedim. 

Romanda beni kurgudan çok Ali'nin başka yazarların sayfalarca yazıp sinekten yağ çıkaracağı, heyecanı güya doruğa çıkarmak için uzattıkça uzatacağı okuyucunun da içi şişerek ve merakına yenilerek okuyacağı yerleri çarçabuk geçip hep işin özünü tam kıvamında anlatması oldu. Üslubunu (yine) o kadar beğendim ki bazen cümleleri dışımdan okuyup bu kelime buraya ne güzel olmuş, bak nasıl benzetme yapmış da cuk oturtmuş, tekerleme gibi kulağa ne hoş geliyor diye diye olaylardan koptum. 

Bugün Sabah Yıldızı belgeselini izleyince anladım ki Kürk Mantolu Madonna'yı okurken yalnış hissetmemişim. Gerçekten de batı memleketinin temiz ama cansız sokaklarını dolaşmış ve küçük odasını kitaplarla doldurmuş. Tabi keşke benim için belgeseldeki en çarpıcı şey Sabahattin Ali'nin çektiği sıla hasreti olsaydı. Defalarca hapse atılıp hakarete uğraması yetmezmiş gibi işkencede öldürülmesi, bir mezarı bırakın o yuvarlak gözlüklerinin bile bulunmaması... 

Belgesel yoğun araştırma eseri ve amatör bir yapım görüntüsü verdi. Yer yer arka plan sesleri çok rahatsız etti, bir anlatıcı olmadan söyleşilerin kolajından hikayeyi takip etmek her zaman kolay değildi. Sanki bazı yerlerde boşluklar da vardı. (Neden komşuları Ali'ye Sabah Yıldızı diyordu?) 

Yine de izlediğime çok memnunum. Belgeselin en güzel yerleri Sabahattin Ali'nin kaleminden çıkanlardı. Bazen roman ve öykülerinden alınan bölümler bilmeyenlerin gerçek mi kurmaca mı anlayamayacağı şekilde kullanılmıştı ama yazdıklarıyla yaşadıklarının paralelliğini göstermesi açısından çok güzeldi. Bir de fotoğrafları harikaydı. Keşke daha çoğu kullanılsaydı. Ayrıca bir takım uzmanların, profların, bilirkişilerin değil de onu gerçekten bilenlerin ve ''sıradan'' insanların Sabahattin Ali'yi anlatmasına bayıldım.



Bütün bunları neden yazdım? Çünkü bugün belgeseli izleyince romanlarına hiç de çarpılmama rağmen yazarla farkında olmadığım bir bağ kurduğumu anladım. Kendime yazdığım notlara onu da eklemek istedim. Bir de Sabahattin Ali'yi siz de okuduysanız ve Sabah Yıldızı'nı izlemediyseniz izleyin demek için. Evet hepsi bu kadar.

Bodrum Deniz Müzesi






Bodrum Deniz Müzesi'nin temelleri ilk olarak 2010 yılında Bodrum Yat Festivali etkinlikleri sırasında Bodrum Kalesi önünde kurulan 144m2 lik bir çadır içinde 18 adet Bodrum tipi teknenin sergilemesi ile atılmış. Bu proje daha sonra Bodrum Ticaret Odası ve Bodrum Belediyesi'nin katkılarıyla eski Bedesten binasının tahsis edilmesiyle müze olarak 15 ekim 2011 tarihinde halkın ziyaretine açılmış.
Şu anda müzenin içinde 49 model tekne, Hasan Güleşçi'nin deniz kabukları koleksiyonu ve Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan ve Bodrumla özdeşleşmiş ve Bodrum'un simgelerinden biri olan Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın kişisel eşyaları sergileniyor.
Müze Pazartesi günleri hariç diğer günler 10.00 - 18.00 saatleri arasında ziyarete açık
Giriş ücretleri: tam 5 TL. - Emekli ve Öğretmenler 2.5 TL. - Çocuklar ve öğrenciler ücretsiz

18 Ekim 2012 Perşembe

Bal, Badem, Bük Diyarı DATÇA


Mekanım Datça olsun!
Can Yücel

Kapak fotoğrafından da anlayacağınız gibi birazdan okuyacağınız satırlar turkuaz renkli suyun hikayesidir, yani Ege’nin en güzel kıyılarına ev sahipliği yapan Datça Yarımadası’nın… Yani beş yıldızlı otellerin ve herşey dahil sistemlerin yerine butik otel ve aile işletmeciliklerinin bulunduğu, yollarının pek de komforlu olmadığı ama oksijeni, yeşili, turkuazı bol DATÇA... SIZ evet SIZ, sakinliği, dinginliği,  huzuru arayan sevgili gezi dostları... Devam edin... Oksijeni, huzuru ve tarihi hep ensenizde hissedeceğiniz güzel Datça'yı tanımak üzeresiniz... Tabi eğer henüz tanımıyorsanız...

Gelelim bizim hikayemize, bizim favori tatil mekanımız Kaş’tır, öyle ki eşimle de Kaş’ta tanıştık. O yüzden bizim için yeri hep ayrıdır. Ama geçtigimiz sene dillere destan olan Datça’yı da görme vaktidir dediğimizden beri  Kaş'ımızın yanı sıra bir de Datça'mız oldu. Bu sene de sıcaklar bastırmadan Temmuz ayında çevirdik direksiyonu Datça'ya, bal, badem ve bük diyarına... 
YAZININ DEVAMINI okumak icin TIK TIK TIK»

Kıbrıs/Girne Mercure Otel

Kıbrısa haziran ayında gittim ama daha sonra işlerimin ve diğer gezilerimin yoğunluğundan yazmaya vakit bulamadım ne yazık ki. Bende Kurban bayramı tatili öncesi en azından kaldığımız oteli yazmak istedim. Kurban bayramını Kıbrıs'ta geçireceklere bir fikir olur belki.


Mercure Otel hakkında iki görüş yazacağım. Biri benim görüşüm, diğeri de Ağustos ayında aynı otelde konaklayan iki arkadaşımın görüşü.
Benim görüşüm:
Mercure otel bence Girne'de ki en iyi otellerden biri. Otelin konumu şehir merkezine biraz uzak olsa da (gerçi arabayla 10 dakika bile sürmüyor merkeze varış) muhteşem denizi Mercure'de kalmak için yeter de artar bile. Öncelikle yemeklerden bahsetmek gerekirse; ben plus dedikleri şekilde konakladığım için yemek, tatlı ve içkiye doydum Mercure'de. İlk iki gün insanın gözü dönüyor ve herşeyden yemek-içmek istiyor. Yemek, salata ve tatlılar gerçekten de çok lezzetliydi. Benim aldığım hizmet türünde günde 7 öğün yemek servisi veriliyordu (sabah 2 saatte kahvaltı, öğle yemeği, havuz başı büfesi, akşam yemeği, gece 12'ye kadar açık büfe ve sabaha kadar oda servisi). Bu kadar yoğun bir yemek servisinde ise en memnun kaldığım şey yemeklerin lezzeti, sunumu ve temizlikti. Otelde çalışan bütün personel son derece güleryüzlü ve çalışkandı. Odalar temiz ve düzenliydi. Oda servisi ise kusursuz çalışıyordu. Mercure otel'in en keyifli yerlerinden biri ise Kıbrısta her otelde olduğu gibi kumarhanesiydi. Doğruyu söylemem gerekirse kumarhanede biraz gözüm döndü. Kollu makinaların albenisi insana saatin nasıl geçtiğini unutturuyor. Hele bir de yanınızdaki adamın 20 bin TL kazandığını gördüğünüz an ne olduğunuzu şaşırıyorsunuz. Neyseki küçük rakamlarla oynadığım için büyük bir hezimete uğramadım ama her yerde olduğu gibi burada da sınırını bilmeyen çok insan vardı. Kumarhanede de sınırsız yemek, içki hatta sigara servisi yapılıyor. Sabah yediye kadar açık olan mekan sanırım insanların uyumamasını sağlamak için oldukça soğuk tutuluyor. Sonuç olarak ben otelden her anlamda çok memnun kaldım.



Arkadaşlarımın görüşüne gelince;
İki arkadaşım benden 2 ay sonra burada konakladılar. Dönüşte onları dinlediğimde ise çok şaşırdım. Benim o yere göğe koyamadığım otelin yerinde yeller esiyordu. Yemekler ve hizmet son derece kötüymüş. Kaldıkları için pişman olmuşlar deyim yerindeyse. Odaları temizlenmemiş, yemekler az ve lezzetsizmiş. (Gerçi bunun sebebi otelin bu iki aylık sürede el değiştirmesi ve yeniden yapılanma sürecine girmesiymiş. Duyduklarına göre bu süreç sona erdiğinde Mercure Otel Girne'nin en iyi otellerinden biri haline gelecekmiş).
İnşallah o sürecin sonunda benim aklımda kalan haline hatta daha iyisine dönüşür de bir sonraki Kıbrıs seyahatinde tekrar orada kalırım...

Ekleme:
Mercure daha doğrusu şimdiki adıyla Merit otel'e daha sonra tekrar gittim ve yine çok keyif aldım. Otel el değiştirmiş ama hizmet yine çok iyi. Gitmek isteyenlere duyurulur...

17 Ekim 2012 Çarşamba

Zeki Müren Müzesi / Bodrum



Bodrumda hayatının son yıllarını geçiren büyük sanatçı Zeki Müren'in evi 2000 yılında müze olarak halka açıldı. Bahçesinde sanatçının dev bir heykeli bulunan bu müze evde, Zeki Müren'in sahne kostümleri, çizdiği desenler, hayranlarından gelen mektuplar, aldığı ödüller ve özel eşyaları sergileniyor.




Zeki Müren:
1931 yılı 6 Aralık tarihinde Bursa'da doğan Zeki Müren, ilkokul ve ortaokul tahsilini Bursa'da, liseyi ise İstanbul’da yatılı olarak devam ettiği Boğaziçi Lisesi'nde aldı. Lise yıllarında ilk bestesi "Zehretme bana hayatı cananım" şarkısını besteledi. İlk bestesi İstanbul Radyosunda okunduğunda 17 yasında idi. Donemin Şerif İçli, Refik Fersan, Agapos Alyanak, Kirkor Efendi gibi büyük müzik ustalarından ders alan Zeki Müren eğitimin, bilginin önemini bilen bir sanatçı idi. İstanbul Radyosu'nun sınavına giren Zeki Müren 186 aday arasında birinci oldu. Ama onun hayatını değiştiren olay, 1 ocak 1951 günü oldu. Ani bir telefon onu radyo evine aniden hastalanıp gelemeyen Perihan Altındağ Sözeri'nin yerine konser vermek için çağırıyordu. Bu 45 dakikalık konser Zeki Müren'in hayatının dönüm noktası oldu. Radyo evinin telefonları bu muhteşem sesin sahibini öğrenmeye çalışan insanların telefonları ile daha sonra da konserin tekrarını isteyen telefonlarla kilitlendi.





1970’li yıllarda sağlığı bozulmaya başlayan Zeki Müren safra kesesi, böbrek, seker, yüksek tansiyon ve kalp yetmezliği ile boğuşmaya başladı. İlk kalp krizini 1980 de Kuşadası'nda, ikincisinin 1983’te Paris’te yasadı. 1980 de satın aldığı Bodrum evinde 1992 inzivaya çekildi. Günde 30 kadar ilaç alan Zeki Müren herkesten uzaklaştı. 1984 yılında uzun bir aradan sonra Bodrum kalesinde bir konser verdi. Bir buçuk saat süren Bodrum konserinin bütün parası Bodrum antik tiyatronun restorasyonu için kullanıldı.
Zeki Müren, 24 Eylül 1996 yılında İzmir Radyosu'nda bir program çekiminde kalbine yenik düşerek aramızdan ayrıldı. 
Son yıllarını geçirdiği Bodrumu ve insanlarını çok sevdi. Bardakçı koyu Zeki Müren Koyu olarak anıldı. Yalıkavak tepelerindeki yel değirmenleri yakınında gömülmek istediğini söylerdi. Evinin olduğu Caddeye ismi verildi.




Zeki Müren'in evine adım attığınızda (Müze demeye dilim varmıyor. Ev olarak düşünmek daha hoşuma gidiyor) ilk olarak Zeki Müren şarkıları çalınıyor insanın kulaklarına. Oturma odası olarak kullanıldığı oda ise huzur veriyor insana. Bodrum sıcağında bodrum keteni perdelerin arasından sızan ışığa kendini bırakıp sedirlere uzanmak istiyor insan. O antika eşya kokusunu içine çekerek...
Duvarlarda asılı yağlıboya, suluboya resimler ve hepsinin altında Zeki Müren'in kendi el yazısı ile yazdığı hisleri...
Yatak odası ise hüzünlendiriyor insanı. Komodin'in üstünde yarım kalan losyon, parfüm şişeleri, yatağın üstünde katlanmış duran sabahlık ve terlikler hiçbir zaman dönmeyecek olanı beklerken...
Üst kat ise belki de sergilenen elbiseler, fotoğraflardan dolayı daha ışıl ışıl...

4 Ekim 2012 Perşembe

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Bu kitap o kadar çok okundu, yazıldı ki... Hani o kadar behsedilince bir beklenti yarattı dememi bekliyorsanız şöyle söyleyeyim; beklenti için de biraz bilinmezlik olması gerekiyormuş. Kitabı okumadan kitap hakkında öyle çok okudum ki artık beklentim de kalmamıştı.


Peki bu kadar çok ele alınmış bir kitap hakkında ben ne söyleyebilirim? Bir günde okuyabileceğiniz bir kitap olduğunu mu? (Ben bir haftada okudum ama bu benim yoğunluğumdan oldu - ahh bunu bile bir yerlerde okumuştum!) İki orta yaşlı adamın genç bir kızla evlerini paylaştıklarını ve ona aşık olduklarını mı? Ben en iyisi okurken aklımdan geçenleri yazayım.

  • Bu adamlar Nihal'e neden aşık oldular? Genç ve güzel olduğu için mi? Genç olduğu kesin ama güzelliği elbette görecelidir. Komik miydi, işveli miydi, akıllı mıydı, karmaşık mıydı... Ben Nihal'de hiçbir özellik bulamadım ama belki de konu aslında Nihal değildi. Aşka da neden aramak sığlığımın başka bir göstergesi...

  • Yazarın üslubunu beğendim. Ender-Çetin-Nihal üçlüsü arasındaki itici gelebilecek durumu, doğal hatta sevimli gösterebilmesini beğendim.

  • Bıçakçı bir kitapta kaç kişinin ağzından konuşabilirim denemesi yapmış gibi. Zaten Ender anlatıcı. Çetin'in şiir ve şair üzerine yazdığı o tipik lise kompozisyonuna bayıldım. Reşit Bey'in roman kahramanı Eşref Bey ise hiç tat vermedi. Hele Ender öyküyü komik diye tanımladıkça antipatik buldum.

  • Ender'in Çetin'in hareketlerimi kocaman bir kediye benzettiği cümle bana çok acayip göründü. İsmi lazım değil bazı ''sen dev bir kedisin, kedi canını senin'' diye program yapanları aklıma getirdi.

  • Kitabın detaylarla gerçeklere tutunması da hoşuma gitti; mesela kitaplar, film, Ankara...

  • O sarı kapaklı Bereketli Olsun kitabı gerçekten de övgüye değer, en sınırlı kitaplıklarda bile yer bulacak bir kitaptır. ''Patates püresi midede en az kalan bir gıdadır.''

  • Dağcılarla ilgili o film 2000 yapımı Dikey Limit. Kimlerle gitmiştim hatırlamıyorum ama çok beğenmiştim. Hele bir kırık parmak sahnesi var ki hala aklımın kıyısından geçse kanım çekiliyor. Şimdi düşününce klişelerle dolu bir Hollywood filmi ama heyecanlı mı heyecanlı. Gençlik işte.

  • Ankara kışın şöyle bir yer: ''Anıtkabir'in bahçesindeki ağaçlar pamuktandı. Tandoğan'da yoldaki kar kahverengiye dönüşmüştü. Garın peronlarında yine güvercinler dolaşıyordu. Kale, beyazla gri arası bir fonda iyice belirginleşmiş, yaklaşmıştı.'' (sy.26)

  • Ben de peksimetin üzerine zeytin ezmesi sürüp deneyeceğim. Bir de kitap boyunca ne çay içildi arkadaş! Zaten genel olarak yemek sahnesi çok, iştah açıcı. Yine de en çok zeytin ezmeli peksimeti gözüme kestirdim.

  • Bu romanın filme alınacağını hayal edemezdim ama olmuş. Nasıl olmuş bilmiyorum ama bana olmazmış gibi geliyor.

  • (Bir gün sonra başa gelen akıl eklemesi) Ah Lennie! Lennie yazdığını okur okumaz anladım kimden bahsettiğini. Hayır bence Çetin Lennie'ye benzemiyor, ya da herkesin içinde biraz Lennie biraz George var. Ender'le tek ortak noktamız, içimizdeki Lennie'ler ve George'lar dışında, Steinbeck sevmemiz olabilir.