İki şehir-devlet var: Beszel ve Ul Qoma. Bu şehirler komşu ama aynı evde oturuyorlar. Evet, yan yana değil ama iç içe ama yine de ayrı. Belirli bir toprak parçası üstünde sokak hatta kaldırım kaldırım, bir trafik ışığından bir apartmana kadar ufak birimlerle birinden ayrılmış ve iç içe yaşayan şehirler. Rakipler, düşmanlar. Mimariden insanlarının giyinişlerine, dillerinden adetlerine kadar her şeyleri ayrı. İki şehrin arasındaki esas sınır insanların kafasında. İki ülke vatandaşları ufaklıktan beri diğer taraf yokmuş gibi yaşamayı, diğer tarafı görmemeyi, duymamayı, sınırları ihlal etmemeyi, üst üste binen karmaşık sınırları ayırt etmeyi, bir Beszelli ile Ul Qomalıyı anında birbirinden ayırt etmeyi öğreniyorlar. İki toplumun tek ortak noktası bu konudalki disiplini ve çabası.
Yoksa değil mi? Aslında Beszel'de konuşulan dil ile Ul Qoma'da konuşulan dil aynı kökten gelen ve biraz çabayla anlaşılan diller mi? Ekonomik kalkınma da bir Beszel'in bir Ul Qoma'nın öne geçmesinden ama hep benzer seviyede kalmalarından görünen o ki küresel ekonomik düzende bulundukları sınıf da aynı. Bazı kendini bilmezler çok önceden iki şehrin tek devlet olduğunu, sonradan ayrıldığının bile söylemeye cesaret ediyor. Hatta yasaklanmış olmalarına rağmen ''birleşmeciler'' örgütleniyor.
Bu iki şehrin üstünde gölge bir zırh gibi İhlal var. Sınırların her türlü ihlali onların sınırsız gücüyle cezalandırılıyor. Turistler ve yabancıların (ki onların da bu şehirlere girmeleri eğitilmelerini ve zorlu prosedürleri gerektiriyor) ihlali İhlal tarafından anında sınır dışı edilmekle son bulurken yerlilerin hatasının sonucu bilinmiyor; çünkü onlardan bir daha haber alan olmuyor.
Ve bir cinayet işleniyor. Dedektif Tydor Borlu konuyu araştırırken önce cinayet sırasında ihlal yapıldığını düşünüyor ancak işler hiç beklemediği gibi gelişiyor. Borlu ile hem bu iki şehirli, çok yapılı, garip ama gerçekçi evrende dolaşıyor hem de bir cinayeti çözmeye çalışıyorsunuz.
Miéville, yazdıklarını ''tuhaf kurgu'' (weird fiction) olarak tanımlıyor. Haklı da çünkü yazdıkları bilimkurgu ve fantaziden unsurlar taşısa da belli bir türe girmeyecek kadar özgün. Yazarın sevdiği diğer yazarlardan, mesela Arthur C. Clarke, Kafka, Orwell'dan da izler taşıyor. Polisiye ve bilimkurgu olarak iki parçalı bir yapısı olduğu söylenebilir. Polisiyenin getirdiği sade ve kısa cümleler anlatım gücünden bir şey çalmıyor. Katil kim, cinayet neden işlendi, hatta maktül kim soruları uzun süre çözülmüyor. Dedektif Borlu sürekli cinayete ilişkin yeni teoriler kurup sonra onların yalnış olduğunu yine kendisi buluyor. Her seferinde de klişelerden biraz daha uzaklaşıyor.
Bir polisiye olarak başarılı bulsam da bu tür özellikle ilgimi çekmediğinden bilimkurgu kısmı beni daha çok etkiledi. Uzun süre anlamakta zorladığım ikili yapıyı hayal etmeye çalıştım. Google, ipad, Starbucks, Atatürk, Chuck Palahniuk (bir harfi yer değiştirmişti) gibi bizim dünyamızdan kelimelerin ve şeylerin satır aralarında belirivermesi, Orta Avrupa-Balkanlar arasında bir yerlerde bulunduğunu tahmin ettiğim ikiz düşman şehir devletlerine müthiş bir gerçeklik hissi kattı.
Çevirisinden de genel olarak memnunum. ("Barış ültimatomu" bir çeviri hatası mı yoksa "tuhaf kurgu"nun bir ürünü mü bilemedim.) Romanın son bölümünde olaylar çözülürken her şey bir anda karıştı. Birkaç sayfada her şey çözülürken anlatımdan mı, çeviriden mi, benden mi kaynakladığını anlamadım bir zorluk yaşadım. Kitabın üstünden 3-4 hafta geçti ve şimdi katilin kim olduğundan emin değilim. Çok mu önemli? Benim için değil çünkü ben yazarın akademik ve entelektüel birikimini yansıtarak incelikle kurduğu dünyayı sevdim.
Şehirler, siyasi bir cinayet, derin devlet derken alttan alta bir siyasi mesaj verildiği, bir toplum eleştirisi sunduğu beklentisi oluşuyor. Yazarın uluslararası ilişkiler ve antropoloji eğitimi, akademik altyapısı, sosyal aktivizmi buna da imkan veriyor aslında. Bölünmüş şehirler, hemen hemen tüm okuyuculara burada bahsedilen acaba Lefkoşe mi, Kudüs mü (benim en ikna olduğum buydu), Berlin mi yoksa başka bir yer mi sorularını sordurmuştur diye düşünüyorum. Romanda da bu şehirlerden bir konferans vesilesiyle bahsedilip Beszel ve Ul Qoma'nın çok farklı olduğu belirtilmiş. Elbette bu beni kesmedi ve ufak bir araştırma yaptım. Yazar bir röportajında şöyle diyor (çeviriyorum) : "Şehir ve Şehir'de niyetim sınırların nasıl olabileceğine dair kendi büyülü mantığımı icat etmek yerine sınırların mantığını abartarak mübalağlı ve kurgusal bir şey çıkarmaktı. Bu ulus-devlet sınırlarının gündelik, hukuki ve sosyal taraflarına dayanan bir kestirimdi: Bunu politize bir sosyal filitrelemeyle birleştirdim ve sosyolojik açıdan makul bir temelde kestirimde bulundum ve abarttım, nihayet tuhaf bir uç noktaya vardı". Yani bu gölünmüş şehirlerin değil, ülkeler arası sınırların abartılarak yeniden kurgulanmış haliymiş. Kemal Sunal'ın baş rolünü oynadığı Propaganda filmini hatrıma geldi. Sonra şehir ve siyaset ilişkisini en iyi yorumlayacak kişilerden Prof. David Harvey bu kitabı okumuş mudur, okuduysa ne düşünmüştür diye merak ettim.
Böyle insanın zihnini oradan oraya sürükleyen güzel bir kitap işte. Öte yandan kitabın polisiye unsuruna rağmen 200. sayfadan sonra heyecanlandığını, sonunun ise yukarıda belirttiğim gibi çabucak ve biraz karışık toparlandığı için anlaşılmasının kolay olmadığını söylemek zorundayım. Bölünmüş düşman şehirler ve bir cinayet fikri hoşunuza giderse okuyun pişman olmazsınız.
Not: Bu kitap 2010 yılında Nebula, Hugo, Dünya Fantezi ve Arthur C. Clarke ödüllerini almış. Miéville ise bilimkurgunun "Nobel"i Arthur C. Clarke Ödülü'nü 3 kere kazanan tek yazarmış.
Not 2: Kitabın yabancı baskılarında da kullanılan kapağını pek beğendim. Şehirlerden birinin silüeti Londra'ya ait ama diğeri neresi bilemedim.