İhsan Oktay Anar'ın son kitabı Yedinci Gün raflara çıkarken büyük tantana koptu. Çok da hoşuma gitti. Bir edebiyatçının sırf yazdıklarıyla, okuyucu kitlesine yaşattığı heyecanla bunu başarması nasıl hoşuma gitmesin? Yazarın ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası'nı okuyup hayran olmuş bir okuyucu olarak Yedinci Gün de hediye edilince hemen okudum.
Romanımız üç bölümden oluşuyor: Baba, Oğul, Hayalet. İlk bölüm zeki, üç kağıtçı ve bencil biri olan İhsan Sait'in sadece fotoğrafını ve mektubunu görerek aşık olduğu prensese ulaşmak için kendisini atiye götürecek zeplini yapma hikayesini anlatıyor. İkinci bölüm ilkinden yaklaşık on yıl sonra Osmanlı Devleti'nin sancılı bir dönemine denk geliyor. Burada da bir genç erin Sarıkamış'taki savaş tecrübesi aktarılıyor. Son bölüm ise cumhuriyetin ilk yıllarında, 1934'te İstanbul'da geçiyor. İhsan Sait'in hayaleti geleceğe ulaşıyor, kamil insanın bulunması çabası sırasında yaşananlar anlatılıyor. Kamil insan Amil Zula'nın ise başına çeşitli işler geliyor.
Yazar Bize Ne Anlatmak İstiyor?
Adetim olmamasına rağmen özet geçmemin nedeni yazarken bir umut kafamda bir çerçeve oluşur demem. Zira kitabı okuyup yazarın ağır dilinden çekmeden rahatça anlamış olsam da işin özünü anlayamadım. Anladıysam bile anlayamadığımı zannediyorum. Beni anlıyor musunuz?
Ben de elbette yorumlara, okuyucu görüşlerine sığındım. Kitap eklerinde ve dergilerde yazılan yorumlar övgüler seli. Bunlardan bir kısmı sadece övüyor. Diğer yarısının bazıları kitabın adından (dünyanın altı günde yaratılması ve yedinci günde dinlenme) ve bölümlerinden (baba-oğul-kutsal ruh) başlayan dini ve efsanevi atıfları değerlendirmiş. Romanın insanın sonsuza erişme çabasının, iyiyle kötünün mücadelesinin, efendime söyleyeyim insanın tanrıyla ilişkisinin, tanrılaşma isteğinin hikayesi olduğu söyleniyor. Diğer grup ise babanın Osmanlı Devleti olduğunu, son bölümde zaten Osmanlı'nın Cumhuriyet üzerinde gezinen hayaletine gönderme yapıldığı, son dönem aydınlarının, dönüşümün eleştirildiği ve saire ifade ediliyor.
Belki hepsi doğru ya da hepsi yanlış. Yalnız bu yorumları yapanların itiraf etmese de çok büyük bir kısmı benim yaşadığım anlamamışlık hissini yaşıyor. Ya da anladım diyenler romanın kendisinden bile karmaşık konuşarak bende ters intiba bırakıyor. Örnek:
"İddiayla değil sükûnetle ifade edeyim, “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/ Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen” beytine çıkar bütünüyle romanın özü. Ama bu yazarın eylemiyle değil, okurun bilgisiyle, dopingiyle belirginleşir. Yediuyurlardan, Ashab-ı Kefh’in her devirde uyanık duran öyküsünden Servet-i Fünun içlenişlerine, biraz Güneş Dil Teorisi, biraz Saatleri Ayarlama Enstitüsü, biraz Abdullah Cevdet, işte, ta Meşrutiyet’ten ilk Cumhuriyet’e değin, “hakiki zamanın hikâye zamanına eşit”lenmesi çabasıdır bu. “Hayalete havlayan köpek” kaderinden çıkamayan bir öykü. Dilsel parodinin çenebaz bir romancının elinde yoğruluşu. Bu ülkenin son yüzelli yıl içindeki “…bir nevi, haşa, dünyevi ilahiyat” kurma macerası. “Kitlelerin baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silah olması” karşısında duyulan sessiz isyan. Fikir ve tasavvur derecesinde kalmak şartıyla öyle." - Ömer Erdem (Radikal Kitap)
Ben sonunda bu işin içinden roman yazarın okuyucudan çok kendisi için yazdığı bir eser diyerek çıktım. Yani belki de özellikle bize bir şey anlatmak istemiyordur. Önce kitaplarında görülmeyen derecede güncel ve siyasi atıfların olması da belki yazarın edebi kurguları kadar şahsi fikirlerini de yansıtmasına delil teşkil edebilir. Bir bütün olarak tek bir cümle ile mesajının, hedefinin ne olduğunu söyleyemesem de bölüm bölüm yazarın görüşlerini sezdim ve bunların yarısına şiddetle karşı çıkarken yarısını da gönülden destekledim. Yazarın mizahı uzun sayfalar boyunca beni ayakta tutan önemli unsurlardan biriydi. Sık sık iğrençliğe dayanan komikli bölümleri ise genelde yüzümü buruşturarak okudum. Kitanbın son beş sayfasında her şeyin birbirine bağlanması ve aydınlığa kavuşması beni kesmedi. O beş sayfa bana yetmedi.
Ben kitabı okuduğuma memnun olduğum halde kitap boyunca ilerlemek için çırpınmış olmamın verdiği yıpranmayla kimseye şiddetle tavsiye edemiyorum. Görüyorum ki benim bu “anlamadım, yıprandım” halim diğer okuyucularda da var. Okuyucu yorumları hala Puslu Kıtalar Atlası ve Suskunlar’ı yeğliyor. Olsun. Yine de okumak isteyenleri caydırmak istemem. Hatta biraz yardımcı olurum belki diye aşağıdaki ufak notlarla bu yazıyı burada noktalıyorum.
Okurken Bunlar Aklınızda Bulunsun:
Paşaoğlu: Padişahla akrabalığı bulunan dinle arası hiç olmayan ama kendini ilme fenne adamış bu adamın Prens Sabahattin’den esinlenilerek yaratıldığı iddia ediliyor.
Tekvin: Yaradılış demek. Eski ahitteki kitaplardan ilki. Dünyanın ve insanın yaratılmasını anlatıyor. Siz artık buradan tekvinhane ne demek, asi çiftçi kim, ateşçi ne anlarsınız.
Emile Zola: Kitabın kahramanlarından biri olan Amil Zula'ya adı çok benzeyen bu Fransız yazar ve düşünür Yahudi olduğu için askeri mahkemede haksızlığa uğrayan Yüzbaşı Dreyfus'u savunmuş ve Fransız devlet başkanına hitaben "İtham Ediyorum" (veya "Suçluyorum") başlıklı bir makale kaleme almıştır.
Kıtmir: Yedi uyurlar kültündeki yedi uyurlardan biri olan çobanın köpeğinin adı.
Als ikh kan: “Als ich kann”a benzetip herhalde elimden geldiği kadar demek diye düşünerek araştırdım ki pek yanılmamışım. Ortaçağda eser sahiplerinden bazıları alçak gönüllülüklerinin timsali olarak eserlerini “yapabildiğimin en iyisi” anlamına gelen bu kalıpla imzalarmış.