İnsanoğlunun benliği, geçmişi ve mekânlar arasındaki bağ o kadar güçlü ki beni şaşırtıyor; zira bu bağı bir yeri gezip görmeyi, fotoğraf çektirip alışveriş yapmaya adanmış turistik etkinliklere sıkıştırdığımızdan beri fark edemiyoruz. Şimdi size bir yerden diğerine yapılan yolculuğun sadece meridyenler arasında değil, aynı sırada zamanın içinde geriye doğru ve yolcuların kendi içlerine doğru gerçekleştiği iki kitaptan bahsedeceğim. Yolcuların (yazarların) gezdikleri yer ile kendilerini tanımlayışları (Türkiyeli, Jön Türk) arasındaki sıkı bağ, geçmişim bugünün fikirlerine yaptığı müthiş etki bakalım sizi de heyecanlandıracak mı.
Ermenistan'da Bir Türkiyeli - Bercuhi Berberyan
Almancılar için bir laf vardır burada alamancı orada yabancı diye. Çift vatanlı olması gerekirken hiç vatanlı kalma hali... Berberyan'ın kitabının önsözündeki ilk cümleleri bana aynı durumu hatırlattı: "Vatan bildiğim yerde vatandaş sayılmıyorum. Vatanım sanılan yeri vatanım sayamıyorum." Çünkü o yedi göbekten bir İstanbullu ve aynı zamanda Ermeni. Bu kitap da onun bir Türkiyeli olarak arkadaşlarıyla Erivan'a yaptığı on günlük gezinin öyküsü. Yazar kitabın bir gezi kitabı değil, bir duygu kitabı olduğunu özellikle belirtmiş. Pek haksız da sayılmaz. Gezdiği gördüğü yerler kadar Ermenistan'da hem yabancı hem yerli olmanın yaşattığı duygu yoğunluğunu da aktarmış.
Bilemiyorum duygusal bir insan olmak mı, yaşlılık mı, kabul edilmek istenmeyen bir memleket sevgisi mi, bilakis ilk kez yabancı bir memlekette değişik şeyler görmenin coşkunluğu mu; ama bir şey Berberyan'ı sürekli ağlatmış, duygulandırmış. İşin ilginç yanı anlattıklarında ilgimi çeken bir husus olmamasına rağmen (örneğin kiliseler... Vatikan dahil onlarcasını gördüm, yeter!) ben dahi ağlamasam da o atmosferin içine girdim. Çünkü Berberyan'ın konuşur gibi yazması, o kısa ve net cümleleri, içten ve duyarlı tavrı okuyucuyu sarıp sarmalıyor.
Hüznün değil ama neşenin hakim olduğu bölümlerden biri olan "Mide Fesadı" bunun en güzel örneği. O misafirperverliğin çatlatan gücünü, yemeklerin çeşidini ve bolluğunu, misafirin ezikliğini ve çaresizliğini öyle anlatmış ki... benim karnıma ağrılar girdi, gözüm doydu, şekerim çıktı. Kitabın en beğendiğim bölümü de bu oldu.
Elbette pür merakla ve dikkatle okuduğum bölüm "Soykırım Anıtı" idi. Bu bölümde Türkiye'de bir Ermeni'nin üstünde yürüdüğü ince çizginin aksini gördüm. Berberyan soykırım kelimesini başlıkta kullanmış sonra da bunu anıtın adının böyle olmasına bağlamış. İkinci bir kez de o kelimeyi kullanmamış. Öte yandan "O müzede ise neler yok ki... Her yandan, yok sayılan, üstü örtülen, bilinmezden gelinen yaşanmışlıkların çarpıcı kanıtları. İnanmak istemese de gönül, gözün gördüğünü kabul etmez de ne yapar?" demiş. İlerleyen satırlarda da "Ben sevgide yanayım...daima. Sevgi çözümdür. Geçmişin güne, günün geleceğe bağlanması kaçınılmaz... ama ne geçmişe, ne de güne takılıp kalınmaz." diye belirtmiş. Yani ne Türkiye'yi ne Ermenistan'ı memnun etmeyecek bir çizgi.
Bunların dışında kitapta yok yok; insanlar, yemekler, Karabağ Şehitliği, çeşit çeşit kiliseler, müzikler, Vernisaj (açık hava pazarı), yerel âdetler, efsaneler, Garni (antik şehir), doğa, Ambert (kale-kent)... Ana fikir olaraksa tek bir şey: O kadar da birbirimize benziyoruz ki...sevgi çözümdür.
Okurken beni düşündüren kavramlardan biri de tarafsızlık oldu. Yazar sık sık tarafsız olduğundan bahsetmiş. Bu iyi niyetli çabayı iki taraf arasında kalmış olmanın verdiği zorlukla başa çıkma mücadelesine, iki tarafı da bilmenin verdiği güvene veya önyargılara karşı ön almaya bağlayabilirsiniz. Aklıma gelmeyen bambaşka bir saik de bulunabilir. Ama bir duygu kitabında, insanın içine yolculuğunu anlattığı, kültür ve kimlik meselesine dokunan bir yazıda ne derece tarafsız olunabilir ve daha önemlisi tarafsız olmak gerekir mi? Böyle bir konuda tarafsızlık nedir? Ne işe yarar? Düşündüm işte hep bunları :)
Türkiye'nin azınlıklarından bir ses duymayı dileyenlere, Türkiye'ye en yakın ve en yabancı ülkelerden Ermenistan'ı merak edenlere, tatlı ve kendi değimiyle biraz "kıl" bir kadınla hoş bir sohbet etmek isteyenlere önerilir.
Paris'te Bir "Jön Türk" - Barış Çetin
Avrupa'yı az denemeyecek kadar gezme şansım oldu, herhalde büyüklü küçüklü on beş yirmi şehir görmüşümdür. Dostlarımın Paris'i gezmesine, hele bir tanesinin uzun süre Fransa'da kalmasına rağmen ne Paris ne Fransa bende en ufak bir alaka, bir heves uyandırmıştır. Bu direnci, iyi bir arkadaşımın (blogu okuyor musun bu yazıda test edeceğim bakalım!?) yakında Paris'e taşınacak olmasının da verdiği elverişli ortamdan istifadeyle, Barış Çetin'in Paris'te Bir "Jön Türk" adlı kitabı kırdı. Kitabı okurken Paris beni öylesine ilgilendirdi ki gidince yanımda bu kitap da bulunmalı diye düşündüm.
Çetin, Paris'te geçirdiği dört ayı, gezip gördüklerini düşünsel hayatıyla birleştirmiş; siyasi ve felsefi görüşlerinin temellerini atanların izlerini Paris'te sürmüş. Jön Türklerin muhaliflikleri sonucu, gönüllü veya zorla Paris'te yaşamış olmaları, dolayısıyla Paris fikri hayatının Jön Türklerin görüşleri üzerindeki etkisi, yazarın istediği bir gözü çifter çifter vermiş olmalı.
Kitap üç-dört sayfalık denemelerden ve kitabın sonundaki yazarın çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Yazılar Paris'teki bir anıttan, bir sokaktan, bir teamülden, bir saraydan yola çıkıp fikirler, eserler, önemli sanat ve devlet insanları ve tarihi olaylar arasında geziniyor. Birkaç örnek: Osman Hamdi Bey ve Paris Güzel Sanatlar Akademisi, Versay Sarayı ve I. Dünya Savaşı sonrası görüşmeler, Mithat Paşa ve Meryem, Pere Lachaise Mezarlığı ve orada yatan Yılmaz Güney, Bir Hakeim Köprüsü'nde ASALA tarafından şehit edilen İsmail Erez ve Talip Yener, 68 olayları, Bastille ve Fransız Devrimi, ... Burada yazarın genç yaşında edindiği birikimin gücünü görmek mümkün. Anlatım son derece akıcı, keyifli. İnsanı içindeki sayısız konuyu araştırmaya, başka kitaplar okumaya itiyor.
Tabi her şey toz pembe değil. Kitabın editörlüğü zayıf kalmış. İmlâ hatalarının yanında kendi içinde bütünlüğü zayıf olan yazılar ve anlatım bozuklukları da var. Örneğin yazar Lourve Müzesi'nin Çankaya Köşkü'nün yanında esamesi okunmaz derken aslında tam tersini söylemeye çalışmış ama yapamamış. (Zaten mütevazı Çankaya Köşkü'nün böyle bir kıyasa sokulması ne kadar yerinde bilmiyorum :) Bir de bir yazıda çoğu zaman üç-dört kez şiirlerden alıntı yapılmasını yorucu buldum. Alıntılar gediğine oturtulursa bir yazıya çok şey katabilir ama sırf konusu benziyor veya kendi başına dizeler güzel diye yazıya eklendiğinde, hem yazıyı bozuyor hem de şiir dalından koparıldığından kendi anlamını kaybediyor. Üstelik çok fazla alıntı, metnin aralarda sıkışıp kalmasına neden oluyor.
İkinci dikkatimi çeken nokta da yazarın Türkiye'ye, zamane gençlerine, çağımıza eleştirilerde bulunurken aksi bir ihtiyar gibi tutum takınması, geçmişe nostaljik duygularla torpil geçmesi. Yer yer yazdıkları yaşlı bir amcanın "Şunun saçına başına bak, ataya dedeye saygı kalmadı peehh.." diye söylenmesini hatırlattı bana. Oysa milat öncesinden kalma yazıtlarda bile bir sonraki kuşağın hep öncekilerden yoz ve vasıfsız olduğundan şikayet edilmesine rağmen; devrimler, büyük eserler, teknolojik gelişmeler gerçekleşiyorsa, belki de insanoğlu hep aynı yozluktadır da nostalji eski kuşakları hoş göstermektedir.
Son tahlilde zevkle okudum ve Paris'e gideceklere, yakın tarih ve siyasete ilgi duyanlara, gezi kitapları okumaktan hoşlananlara tavsiye ediyorum.
Son tahlilde zevkle okudum ve Paris'e gideceklere, yakın tarih ve siyasete ilgi duyanlara, gezi kitapları okumaktan hoşlananlara tavsiye ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder