29 Temmuz 2015 Çarşamba

Giysiden kıs, ama asla boğazından kısma!

Baştan söyleyeyim, hayatımın hiçbir döneminde tabiri caizse “alışveriş delisi” olmadım. Memur çocuğu olduğumdan mıdır nedir, öyle bir alışkanlığım yoktu hiç. Zaten para kısıtlıydı netekim! Şimdi duygu sömürüsü yapmış olmayayım ama, benim çocukluğumda abladan kardeşe kısa vadede miras kalan şeyler listesi uzayıp gidiyordu. Giysiler, okul kitapları, hatta yarısı boş defterler, oyuncak(lar), okul formaları… Sonra büyüdüm, üniversitede okumak için uzak bir şehre yaşamaya tek başıma gittiğimde babamın söyledikleri ve benim yaptıklarım dün gibi aklımdadır, hatta anımsadıkça gülümserim. Aynen şöyle demişti:

Kızım kazak falan önemli değil, ama sakın aç kalma. Giysiden kıs, ama asla boğazından kısma!”

Ben de aynen babamın dediği gibi yaptım!

Vali Kebabı
İzmir’deydim, çok ihtiyacım olduğunda Kemeraltı’na gidip ucuz giysi alıyordum, sahaflar en çok uğradığım yerlerdi. Bununla birlikte evden gelen cüzi paranın büyük bir kısmını kebapçılarda, pidecilerde yerken içim hiç de acımazdı! Öyle ya, babamın dediğini yapıyordum! Hiç unutmam, Bornova’nın en lüks kebapçısına gidip arkadaşlarımızla “vali kebabı” söylerdik sık sık.
Şimdilerde var mıdır bu isimde bir yemek bilmiyorum ama, kocaman tepsi gibi bir tabağın içinde envai çeşit et yemeği hatırlıyorum ben. Ne paralar ödermişiz Allah bilir, hem de öğrenci bütçesiyle!

Sevgili babacığım nereden bilsin söylediği cümleyi kızının harfi harfine uygulayacağını! Keşke şöyle deseymiş:

Kızım kazak falan önemli değil, giysiden kıs. Öyle pahalı lokantalara falan gidip sakın kazıklanma! Orası Ege, ot cenneti! Git pazardan ot al, yoğurtla ye! Haftada bir balığını etini de ye, ama sakın öğrenci olduğunu unutma! Bütçeni iyi yap, hatta harçlığından kenara para koymaya çalış!”

Z kuşağına bir baba bunu dese!

Dijital kuşak

Şimdilerde, “dijital kuşak” da denilen 1991 sonrası doğumlu Z kuşağının özgür ruhlu çocuklarının, babalarının öğütlerini harfi harfine uyguladıklarını hiç sanmıyorum. Onların ders aldıkları tek platform var, o da internet! 
Dolayısıyla günümüz 15-25 yaş arası gençlerine bir baba “Çocuğum giysiden kıs, kazak falan önemli değil!”dese acaba alacağı cevap ne olurdu diye düşünüyorum da…

Ama internette çok acayip indirimler oluyo babacım!” Veya,
Ama baba sosyal medyadaki arkadaşlarıma bunu nasıl açıklarım, bana rüküş derler!” Veya,
Ohoo babişko, kazak da ne ki, ortamlar doğal gazlı zaten!” Veya,
Tamam babiş, ben zaten ikinci elciden retro takılıyorum!”
……

Z kuşağına tutumlu olmayı kim öğretecek?


İşte bu gençlere birilerinin tutumlu olmayı da öğretmesi gerekir. Kaldı ki paranın anlamı benim çocukluğumdan bu yana çok ama çok değişti. Eskiden şöyleydi böyleydi diye konuyu uzatmayacağım, sadece su’dan örnek vereyim. Evet eskiden sokaklardaki çeşmelerden bedava ve temiz su içebilirdi insanlar, oysa şimdi 0,5 litre su en az 50 krş! Var mı ötesi? Dolayısıyla bu gençlere birileri paralarını nasıl yöneteceklerini öğretmeli konusunda ısrar ediyorum. En çok vakit geçirdikleri platform madem internet, o halde internetten öğrensinler değil mi ama!
Bu kuşağın dili de farklı, anlayışı da! Benim babamın yaptığı gibi nasihatleri muhtemelen kaale almayacaklardır zaten!

Acaba onlara talimat verirken nokta kom’lu konuşmak iyi bir çözüm olabilir mi?

Mesela bir baba şöyle dese:
Orçun çocuğum, harçlığını artıramam nokta kom!”
Cevap şöyle gelebilir:
Meraklanma babacım, paramiyonetibiliyorum nokta net!”
Gelebilir elbette böyle bir cevap. Çünkü onların dilinden konuşan, kendileri gibi gençlerin eğitim verdiği bir platformları var artık. Adı da güzel:

Atölye çalışmaları yapıyorlar, online eğitimler veriyorlar, bütçe tüyoları veriyorlar kısa kısa, ülke çapında sayıları da artıyor her geçen gün. Hem de kategorize etmişler bu şahane çalışmaları:
Liseliyim, Üniversiteliyim, Yetişkinim, Girişimciyim” diye… Seçiyorsun yaş grubunu, para hakkında tatlı tatlı bilgi alıyorsun sıkılmadan… “Borcun mu var, bütçen mi açık, kenardaki paranı ne mi yapacaksın…” işaretliyorsun durumunu, onlar seni yönlendiriyor basitçe. Hatta bir tanıdığım söylüyordu geçenlerde, siteyle tanıştıktan sonra fark etmiş ki taksiye dünya kadar para veriyor, gitmiş kendisine bisiklet almış, acayip tasarruf etmiş! Denemesi bedava, buyurun  buradan bakınbana hak vereceksiniz!


paramiyonetiyorum.net

Aslında bütün bunları neden yazıyorum biliyor musunuz? Z kuşağından, ismi lazım değil çok sevdiğim bir yakınım, aynı benim geçtiğim yollardan geçip, aynı benim yaptığım hataları yapıyor ve ben üzülüyorum da ondan! Yani para ile olan ilişkisi aynı benim O’nun yaşlarındayken olan halim gibi, yani “başarısız”! İşe yeni başladı ve anladığım kadarıyla ayın ortasında parasız kalıyor. “Öğüt veren yetişkin akraba” modelini kendime, daha doğrusu onda oluşturduğum “entel karizmama (!)” yakıştıramadığım için, bu çok sevdiğim yakınıma üstü örtülü yardım etmeyi düşünüyorum açıkçası. Bu yapacağım şey entrika kategorisine girer mi bilmiyorum ama bu siteyi , bir punduna getirip kendisine tavsiye etmeyi düşünüyorum. 

İstiyorum ki benim gibi çok geç öğrenmesin tutumlu olmayı! Bakalım tepkisi ne olacak?

Gelişmeleri size de yazacağım meraklanmayın.

Sevgiyle kalın efendim, ama parasız da kalmayın…


26 Temmuz 2015 Pazar

Bir tatlı huzur aldım Moda'dan!

Ne zaman Moda'ya gitsem, kendimi başka bir şehirde, hatta başka bir ülkede gibi hissederim. Ağaçlar, çiçek kokuları, gezintiye çıkmış insanlar, sokak müzisyenleri, kibar sokak satıcıları, ışıklar, estetik dükkanlar, temizlik, ferahlık... “Oh be!” derim, güzellikler içinde nefes almanın mutluluğu bu olsa gerek!

Dün de öyle bir moddaydım. Yaylım ateşi gibi felaket haberlerinin yağdığı, içimde büyümekte olan endişe bulutlarını örtbas etmeye çalıştığım, yani kısacası daraldığım bu dönemde, nefes almak için attım kendimi Kadıköy sokaklarına.

Şimdi, bu kadar toz duman içinde Moda sokaklarından bahsetmenin sırası mı demeyin, tam da sırası aslında. Çünkü örselenen yüreklerimizin onarılmaya ihtiyacı var, küçük küçük mutluluklar yaratmazsak kendimize, nasıl yaşayacağız?

O çok sevdiğim “Hayat Güzeldir” filmindeki baba gibi, içimdeki çocuğa hayaller yaşatmaya devam ediyorum inadına, bu çabam hiç bitmeyecek hem de!

Dedim ya attım kendimi sokaklara, Moda'ya yaklaştıkça içimde yeşermeye başlayan pozitif duygular, gördüklerimle büyüdü, büyüdü, büyüdü ve akşam olup eve döndüğümde sanki hiçbir şey olmuyor bu aralar gibi, sanki öyleymiş gibi, sanki “mış” gibi hissediyordum!

Yok yok anlatmalıyım size de, “mutluluk bulaşıcıdır” çünkü, belki sizin de içiniz ısınır bir anlık da olsa..
Çok fotoğraf, az söz olsun o halde...
Haydi biraz gezelim o zaman...
Dedim ya, Moda sanki başka bir ülke gibi, baksanıza trafik lambasına... “Bisikletliler de geçebilir” diye yanan bir yeşil ışık var orada..
 Nasıl bir incelik, nasıl bir saygı durumu... İnsan hayret içinde kalıyor!

Moda-trafik lambası

Lambaları geçmişken o da nesi; davetkar bir panayır kapısı! Girmemek olur mu, olmaz! İçeride takılar, Manisa'dan gelme köy reçelleri, atıştırmalık yiyecekler... Nefes almalık bir yer işte. İnsanın içi açılıyor!

Moda Yaz Panayırı
Moda'nın kedileri bile sanki daha huzurlu mu ne! Hayvanlarla pek de içli dışlı olmayan benim bile fotoğraf çekesim geldi, düşünün ötesini!

Moda kedisi
İşte yine en sevdiğim ağacın altından geçiyorum... Bu ağacın gece görüntüsü bir harika gerçekten de... O yanan fenerlerden yansıyan ışık oyunları var ya, insanda gerçekten de dans etme isteği uyandırıyor, ne bileyim olmadı şarkı söyleyesiniz geliyor! 

Moda Fenerli Ağaç
Meşhur Ali Usta Dondurmacısı her zamanki gibi  çok kalabalık, yine kuyruk kaldırıma taşmış! Ama olsun, insanın hayatında böyle tekrarlar olmalı. Yani Ali Usta orada hep kalmalı, yerine AVM inşaatı yapılmamalı, o kuyruk hep uzamalı, o lezzet hep aynı kalmalı...
 İşte huzurun anahtarlarından biri:
 Muhafaza edebilmek bazı değerleri, bazı anıları, bazı şeyleri...

Moda Parkı
Çay bahçesinin önüne bir de küçük park yaptı bizim çevreci belediye sağolsun. Dinozor heykeli yapmaz Allah için, kültür ve sanata bakışı inceliklidir... 

Parkın önüne yine sıra sıra tezgahlar dizilmiş, canlılık ve hareket katmış parka. 
Zeki Müren plakları bile var, ne hoş...

Moda Parkından renkler


Etraftaki mısırcılar, buzlu bademciler, simitçiler de Moda düzeyine ayak uydurmuş. Yani tertemizler, yani bağırıp “geel vatandaş!” yapışkanlığında insanı germiyorlar... Sakinler, kibarlar, dedim ya Moda'lı satıcıların hali bile bir başka. Aman aman birileri görmesin duymasın, tahtaya vuralım üç kere...

Moda Çay Bahçesi gerçi çay fiyatlarını 3 TL yaparak azıcık benden olumsuz puan aldı ama, ne yapalım her güzelin azıcık kaprisi olacak!
Masaların üzerinde biriken çay tabaklarının sayılarak ödeme yapıldığı, müthiş manzarası ile şehrin nefes alınacak tek tük yerlerinden olan, bu upuzun ve yemyeşil parkta yapılacak en güzel şey, elbetteki Moda'lı yazar sevgili Buket Uzuner'in kitabını okumak olacaktı; ben de öyle yaptım. Bu parkta kendisinin söyleşisini de dinlemiştim.
 Moda'da yazıldığını bildiğim kitabı okumak nasıl da keyifliydi sormayın gitsin...

Toprak-Buket Uzuner

Sonra güneş battı, çok güzel battı, hem de öyle güzel battı kı!


İşte böyle sevgili dostlar...
Dedim ya, güzel şeylerden söz etmeye devam edeceğim ben...

Moda'da gün batımı

Savaş tamtamlarının sesini yükselten kara vicdanlıların hayatımızı zehir etmeye yönelik her türlü çabasına rağmen, inadına güzel şeylerden söz etmeye devam edeceğim...
Kitaplar, iyi filmler, iyi oyunlar, güzel diziler, güzel fotoğraflar, ruhuna rant saldırısı yememiş müstesna mekanlar...

Bence zaten umut hep var...
Sevgiyle...

21 Temmuz 2015 Salı

Amsterdam Gezi Notları 2. Bölüm

Heineken Experience




Burası adından da anlaşılacağı gibi Heineken birasının eski fabrikası. Amsterdam'da şehir merkezinde sayılabilecek binada eğlenceli zaman geçiriyor ve tam bir "Heineken Experince (deneyim)" yaşıyorsunuz. 
Binada çeşitli interaktif odalar var ama ilk olarak Heineken'in tarihini anlatan bir video gösterisi var. Daha sonra kurucularının eşyalarının, ödüllerinin, üretimin ve dağıtımın ilk fotoğraflarının sergilendiği odaları geziyorsunuz. Bu turdan sonra içerideki görevliler sizi grup olarak karanlık bir odaya alıyorlar ve eğlence burada başlıyor. Hareketli, sesli, kokulu küçük bir sinema salonundasınız ve aslında bir bira şişesisiniz (yada olmak üzeresiniz). Ayakta durduğunuz bu gösteride arpanın bira olma macerasından başlayarak şişelenmeye giden bir süreç var ve bu süreçte tıngır mıngır sallana sallana, kimi yerde hafif ıslanarak, kimi yerde hafif bir rüzgar eşliğinde çok keyifli bir zaman geçiriyorsunuz.

Dünya çapında bir marka yaratan Alfred Henry Heineken 

Bu sinevizyon gösterisinden sonra başka bir görevli bira yapımında kullanılan maddeleri tanıtıyor ve isterseniz mayalanmadan önce arpanın şekerli tadına bakabiliyorsunuz. Daha sonra Heineken tadımı yapılıyor ve eski mayalama kazanları ve ahır bölümü geziliyor (fabrikanın içinde gerçekten de ahır ve atlar var. İlk kurulduğu yıllarda dağıtım at arabalarıyla yapıldığı için atlar Heineken için büyük önem taşıyor). 

Bira yapımında kullanılan ürünlerin tanıtımı

Bu bölümden sonra reklam filmlerinin gösterildiği, interaktif oyun alanlarının olduğu birçok oda da var fabrikada. En sonda da girişte bileğinize taktıkları bilekliklerle iki bira içme hakkına sahip oluyorsunuz. Tabi erken saatlerde gezerseniz burayı bizim gibi sabah sabah üç bardak biranın etkisiyle çakırkeyif olabilirsiniz benden söylemesi.

Mayalama kazanları (Hepsinin içinde video gösterimi yapılıyor)

Heineken şişelerinden yapılmış ekran

Heineken Experience kesinlikle verdiğiniz paraya acımayacağınız bir eğlence sunuyor gelenlere. Bir bira fabrikası ancak bu kadar eğlenceli olabilirdi (Belçikadaki bira müzesi çok kötü mesela). Burada ekstra ücret karşılığında bira şişesine isminizi yazdırabilir, dolumunu kendiniz yapabilirsiniz. Fabrika mağazası da çok eğlenceli. Bu arada çıkışta hediyenizi almayı unutmayın. Biz kanal turuna yetişeceğiz diye unuttuk...
Bu arada giriş 18 Euro ama Iamsterdam Card sahibiyseniz %25 indiriminiz oluyor.

Amsterdam Kanal Turu

Kanaldan evlerin görünüşü

Tekne Ev

Bir iki arkadaşım mutlaka kanal turu yapın demişti ama Kanal turu pek cazip gelmedi bana açıkçası. Bir saate yakın bir sürede yapılan bu turda kulaklıklardan istediğiniz dili seçiyorsunuz ve geçtiğiniz bölgede önemli bir yapı yada yaşanan bir olay varsa kulaklıktan dinliyorsunuz. I Amsterdam Card sahibiyseniz ücretsiz olarak bu tura katılabiliyorsunuz ama kartınız yoksa fiyatı 16 Euro. Ben karta dahil olmasa katılmazdım açıkçası bu tura. Kanalda geçen bir saati farklı bir müzeyi gezerek yada şehri yürüye yürüye keşfederek geçirirdim. Kanal turunda bence en ilginç nokta tekne evleri yakından görmek oldu...

I Amsterdam Yazısı

Mini etekli Japonlar her yere atladı valla o eteklerle (ben neredeyim)

Miffy

Amsterdam'a giden herkesin önünde fotoğraf çektirdiği meşhur yazı Rijksmuseum'un da olduğu museumplein bölgesinde. O kadar kalabalık oluyor ki kendinize bir yer bulabilirseniz yanınızda tanımadığınız bir sürü insanla fotoğrafınız olabilir. Bu konuda özellikle Japon turistler aşmış durumda sincap gibi bir harften diğerine sekiyorlar. Ünlü çizgi karakter "Miffy'nin heykelcikleri de burada bu meydanda sergileniyor...

Madame Tussauds Amsterdam

Lady Gaga (gerçekten çok kısa boyluydu)

Van Gogh ve bendeniz

Madame Tussauds'u görmeyi aslında Berlin'de çok istemiştim Star Wars sergisinden dolayı Amsterdam'a kısmet oldu. İlk müze Londra'da açılmış daha sonra dünyanın önemli şehirlerinde başta olmak üzere neredeyse tüm dünyaya yayılmış. Daha önce görenler için pek bir önemi olmasa da ilk defa gidecekler için eğlenceli zaman geçirtebilir burası. Amsterdam'dakinde Hollanda kraliyet ailesinin yanısıra Hollanda'nın ünlü isimleri de yer alıyor. Burada en sinir bozucu şey bütün ünlülerin çok uzun boylu olması. Birebir yapıldıklarını varsayarsak siniri bozuluyor insanın. Ben bu kadar kısa mıyım? kesin bu işte yanlışlık var diye. Fotoğraflara baktığımızda keşke yavaş yavaş tadını çıkara çıkara gezseydik dediğimiz yerlerden biri de burası oldu bizim için.
Madame Tussauds'un girişi 22.50 Euro Amsterdam Dungeon kısmına da girmek isterseniz fiyat artıyor. IAmsterdam Card burada geçmiyor.

Red Light District (Kırmızı Fener Mahallesi)
İşte çoğunluğun merak ettiği benim içinde zurnanın zırt dediği yere geldik sonunda. Zurna kısmına geçmeden önce biraz bu bölgeyi anlatayım sizlere.
Red Light bölgesi Dam meydanının hemen arka taraflarında bulunan Amsterdam'ın dünyaca ünlü eğlence bölgesi. Geçmişi 14.yy'a dayanan ve denizcilerin talepleri üzerine kurulan bölgede çok sayıda randevu evi, sex shop, özel gösteriler sunan mekanlar ve müzeler bulunuyor. Bunların dışında Coffe Shop denen ve marihuana satış ve içiminin yasal olduğu yerlerde mevcut.

Red Light Secrets - Seks İşçileri Müzesi

Bu bölgede binaların cephelerinde büyük camlar var ve hayat kadınları bu camlarda müşteri bekliyor. Kimisi iç çamaşırları kimisi de bikinilerle. Sokağın, binaların ve özellikle de kadınların fotoğraflarını çekmek tamamen yasak. Özellikle kadınların fotoğraflarının çekilmesinin pek hoş olmayan şeylere yol açtığı söyleniyor. Fotoğrafı çekilebilen tek bina Red Light Secrets (Seks işçileri müzesi) adında (girişi 10 EU) müze olarak hizmet veren ve buradaki yaşamın rehberler aracılığı ile anlatıldığı bina. Bu müzede ziyaretçi sanal camın arkasına oturarak sokaktan geçen insanların olumsuz bakışlarının neler hissettirdiğine şahit oluyor, küçücük odalarda yaşamlarını bu şekilde kazanmalarının zorluğunu görüyor. Müzenin kurucusu da eski bir çalışan ve buranın kurulma amacının insanların gerçekte neler olduğunu bilmesi ve çalışanlara saygılı davranılması gerektiğini göstermeyi amaç edindiğini belirtiyor.

İnternetten kullanılmıştır

Turist yoğunluğunun en fazla olduğu bölgelerden biri olan Red Light'da ilk başta enteresan gelse de bu tip şeyler bir süre sonra çok üzülmeye başlıyor insan. Vitrinlerin önündeki insanların davranışları, ortaya çıkan görüntüler çok feci. Herşey serbest olmasına rağmen (uyuşturucu, fuhuş vs..) kimsenin birbirini rahatsız etmediği, herhangi bir sokaktan farkı evler ve kadınlar olan bu bölgede yoğun bir polis koruması olduğu da söyleniyor biz fark etmesek de...
Zurnanın zırt dediği yer ise Coffee Shop oldu benim için. Ne demişler merak kediyi öldürür...
Buraya gelmişken hadi bir de burada yasal, bizde illegal şeylerden deneyelim dedik. Adını duyduğumuz bir iki yere baktık ama içerisi dumandan göz gözü görmeyince ve başka insanlarla aynı masaya, koltuğa oturmak zorunda kalınca o ortamlarda kalktık ve inat ettiğimiz için ille içeceğiz diye Red Light kanal yanında bir yere gittik. Hayatımda ilk kez deneyeceğim için cafedeki adama anlattım hafif birşey olsun diye. Adamda bana rahatlatıcı mı yoksa aktive edici birşeyler mi istersin dedi. Bende rahatlatıcı olsun dedim. (Bu arada yeni kanun çıkmış artık her önünüze gelen Coffee Shopda satılmıyor bunlar. Kendiniz yanınızda getirirseniz içebiliyorsunuz ama. Ayrıca Coffe Shoplarda içki satılmıyor ve sigara içilmesi yasak). Bir iki nefes içince ilk önce ağzımda feci acı bir tat arkadan kolları hissetmeyiş ve gerisi bum! Nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama hayatımın en korkunç saatlerini geçirdim ve bu etki ertesi güne kadar da devam etti neredeyse. Biliyorum merak edeceksiniz, denemek isteyeceksiniz benim gibi ama kesinlikle DENEMEYİN. Ben zaten panik bir tip olduğum için paniğimi daha da arttırdı ve otele gidene kadar kafamdan binlerce şey geçti. Hava da gece onbirde ancak karardığı için zaman kavramımda tamamen gitti ve çok kötü hissettim kendimi. Allahtan yanımda eşim vardı yoksa o kafayla oteli bulamazdım ben. Şu anda o hisler aklıma geldikçe hala iyi hissetmiyorum kendimi. Dediğim gibi bana şimdi milyarlar verseler bir nefes dahi içmem ama biliyorum merak edenleriniz de olacak. Bu yüzden yanınızda mutlaka çok güvendiğiniz ve size sahip çıkacak birileri olsun denerseniz de...
(Bu arada Space Cake denen meret de eşimi halletti daha sonra. Onu da yemeyin)

Anne Frank / Madame Tussauds

Bu arada görmeyi çok isteyip gidemediğimiz yerler de oldu tabii Amsterdam'da. İki güne sığdırabildiklerimiz dışında;
Stedelijk Müzesi (Museumplein bölgesinde Hollanda'nın en büyük modern sanat müzesi), Hermitage müzesi, Anne Frank Huis (2. Dünya savaşında Nazi işgali sırasında ailesiyle saklandığı günleri ve yaşadığı olayları günlük tutan küçük yahudi kızının saklandığı ev), Kalvarstraat (Dam meydanı civarında ünlü markaların da yer aldığı meşhur cadde), Rembrandt meydanı ve Rembrandt Evi bir dahaki Amsterdam yolculuğumuzda mutlaka gideceğimiz yerler listesine eklendi...

Amsterdam'da alışveriş 
Burada ilk olarak alınacak şeyler listesinde tabiiki peynir var. Benim tercihim özellikle Edam ve Gouda. Bu peynirleri Henri Willig'den alabileceğiniz gibi; girdiğiniz herhangi bir markette de birçok çeşidi bulabilirsiniz...
Tahta ayakkabılar ise yine en çok alınan hediyelik eşyalardan. Bavulda taşıması zor, giymesi de bana rahatsız geldiğim için ben yumuşak ev terliği tipinde olanlardan aldım bunların...
Lale soğanı da her yerde satılan bir hediyelik. Lalelerin Osmanlı'dan Hollanda'ya gittiğini ve ününü orada kazandığını düşününce biraz can sıkıcı olsada durum yinede bahçenizi şenlendirmek renk renk lalelerle güzel bir düşünce...
Son olarak ünlü Delft porselenlerinden de alabilirsiniz. Kırmadan getirmeye cesaret edebilirseniz. Ben cesaret edemedim...
Eğlenceli, şaka yada cinsel içerikli ürünleride Red Light bölgesinde bulabilirsiniz...
Yeme içme konusuna gelince; benim o konuda pek sıkıntım yoktur ne olsa yerim. Burada da çoğunlukla ayaküstü geçirdim yemek saatlerini. Marken'de mükellef bir yemek yediğimiz için Amsterdamda özel bir lokontaya gitmeyi pek düşünmedik. Gezmekten vakit de ayıramadık zaten ama sizlere önereceğim en güzel şeylerden biri Elmalı tartlar. Mutlaka ama mutlaka Apple Pie'ı deneyin burada. Gerçekten harika. Bunun dışında stroopwafel dedikleri karamelli bir tür küçük waffle'ı da deneyebilirsiniz (bir benzeri starbucks'da satılıyor). Üstünde küçük küçük doğranmış soğanlar olan patates kızartmalarıda çok lezzetli. Bir de siyah bir şekerleri var adını hatırlamadığım yumuşak haribo türü birşey sakın yanlışlıkla ağzınıza atmayın çok ama çok iğrenç. Hollandalılar bunun nesine bayılıyorlar anlamadım...

19 Temmuz 2015 Pazar

Gizli Anların Yolcusu / Bora'nın Kitabı / Dönüş - Ayşe Kulin ve ben...

Handan'ı okuyup beğendiğimde, sevgili dostum KeyiftenYazar,  “Bu aslında bir dörtleme" demişti ve geçtiğimiz 8 mart'ta bana sürpriz yaparak serinin diğer kitaplarını göndermişti; nasıl da mutlu olmuştum kargo paketini görünce...

Geçen hafta tatile giderken Gizli Anların Yolcusu'nu yanıma aldım. 3 günde okuyup bitirince pişman oldum diğer kitapları da valize atmadığıma; kalan günlerde kitapsız ne yapacaktım? Hem Bora'ya ne olmuştu, İlhami ne yapacaktı, Derya, Eda ve Handan hayatlarını nasıl sürdüreceklerdi? Mecburen ikinci kitaba geçmek için tatilin bitişini beklemek zorunda kaldım. Aslında iyi de oldu, yoksa kitaba takılmaktan suya giremeyecektim. Zaten altı üstü tatilim bir haftaydı! Demem o ki, bence Ayşe Kulin kitapları tatil için mükemmel seçimler! Alın dörtlemeyi tatile giderken, okuyun sırayla:
 Gizli Anların Yolcusu, Bora'nın Kitabı, Dönüş ve Handan...
 Ben yanlışlıkla son kitabı en önce okumuştum ama fark etmedi; zira kitaplar birbirinden bağımsız da okunabiliyor.

Ayşe Kulin, bence müthiş sinematografik bir dille yazıyor kitaplarını. Yani okurken aynı zamanda izliyorsunuz olayları. Bence okuduğum kitaplarının hepsi kendi içinde dizi senaryosu da olur, sinema filmi de, ki bazıları çekildi zaten. İyi bir hikaye anlatıcısı Kulin, keyifle ve merakla okunuyor yazdıkları. Çok kolay, çok kıvrak, çok akıcı, merak uyandıran bir dili var. Dedim ya tatil için şahane seçimler; kafa dağıtmak için, iyi bir hikayenin izlerini sürmek, sıkılmadan, seri okumalar yapmak için...

Açıkçası son dönemlerde keşfetiğim Ayşe Kulin kitaplarını okurken elimde kalem olmuyor, altını çizmeden okuyorum hızlı hızlı. Çünkü hikayeyi takip ediyorum sözcüklerin izlerinden çok; şimdi ne olacak acaba diye... Hani kimi kitaplarda geriye dönmek istersiniz, bazı yerleri yeniden okumak istersiniz, altını çizdiğiniz paragraflar olur, üzerinde uzun uzun düşündüğünüz bölümlere takılırsınız; Kulin'in okuduğum kitaplarında öyle bir şey hiç olmadı. O'nun kitaplarını okumak, nasıl desem; tam dinlenmelik, tam kafa boşaltmalık, yani dizi film izlemek gibi...

Gizli Anların Yolcusu - Ayşe Kulin

Gizi Anların Yolcusu, bir yayınevinin sahibi olan İlhami'nin ağzından yazılmış. Adamın hayatındaki inişler çıkışlar, aşklar, yalanlar, aldatmalar... Bu kitaptan sonra Kulin'e LGBTT derneği tarafından 2012 yılının “Hormonlu Domates “homofobi ödülü layık görülmüş. Kitapta eşcinsellik doğru tanımlanmamış diyor bu konuda eleştirisi olanlar. Ama bu bir roman, anlatılanlar da yazarın bakış açısından ve hayal gücünden süzülen kurgu karakterlerin hikayesi. Dolayısıyla ben bu noktada yazara haksızlık yapıldığını düşünüyorum.

Bora'nın Kitabı - Ayşe Kulin

Birinci kitap soru işaretleriyle bitince tatil dönüşü daha valizimi doğru dürüst boşaltmadan ikinci kitaba, yani Bora'nın Hikayesi'ne başladım. Yine bir iki günde okudum ama açıkçası biraz da sıkıldım. Çünkü birinci kitapta anlatılanların tekrar edildiği bölümler vardı. Bora'nın geçmişine döndük, çocukluğuna gittik, en iyi dostuyla olan ilişkisini irdeledik. İlk kitapta İlhami'nin bakış açısından anlatılanlar, bu sefer eklemeler de yapılarak Bora'nın ağzından yazılmıştı.


Üçüncü kitap Dönüş'ü ise bir günde bitirdim. Bu sefer anlatıcı, İlhami'nin kızı Derya'ydı. Derya babasını anlamaya çalıştı bu kitapta, babasını aradı...


Bana kalırsa ikinci ve üçüncü kitaplar birinciye eklenebilirdi. Böylece seriyi ard arda okuyan benim gibi okuyucularda sıkıntı yaratan tekrarlar önlenmiş olurdu. Ama yazarın takdiridir, öyle uygun görmüştür... Yazarları çok da eleştirmemek lazım diyorum, onlar kırılgan insanlardır. Zira günün birinde ben de roman yazacağım ya, en büyük hayalim bu ya, şimdiden gardımı mı alıyorum nedir, pek bir empati kurmaya başladım bu aralar kendileriyle... ☺

Sonuç olarak, tatil kitabı arayanlara tavsiye ediyorum bu seriyi. Dördüncü kitabı Handan'ı da burada detaylı bir şekilde yazmıştım.

Keyifli okumalar efendim, sıcak yaz günlerini kitaplarla serinletsin herkes...



14 Temmuz 2015 Salı

Herşey dahil otellerde eşitlik ve özgürlüğü satın almak!

Ne zaman tatile gitsem kafamda tuhaf fikirlerle dönüyorum. Günlük keşmekeşten, haberlerden, sosyal medyadan uzak olunca demek ki insan başka konulara yoğunlaşabiliyor.
Bu tatilde de eşitliğe ve özgürlüğe takıldım. Ama tabii ki bu kavramların tatil versiyonlarıydı benim düşündüklerim.
Tezim şu:
Herşey dahil oteller, yani tatil köyleri, parayla eşitliğin ve özgürlüğün satın alındığı ütopik mekanlardır.Hatta Ultra Herşey Dahil Oteller'de buna bir de aristokratik sınıfsal tanımlamalar da dahil olur. Nasıl mı? Herkes“dük”ve “düşes”gibi muamele görür de ondan...

Hadi canım, olur mu öyle şey, amma saçmaladın!” demeyin. Bakın şimdi size anlatıyorum.


Orada tatil yapan herkesin yanında cüzdan taşımadan yaşaması eşitlik ve özgürlük değil midir? Dediğim gibi özgürlüğü satın almışsınız zaten baştan.. Mesela susadınız, dolaplardaki buz gibi soğutulmuş sulardan, ayranlardan ve hatta envai çeşit kokteyl ve içeceklerden canınızın çektiğini alıp içebilirsiniz, kimse size para sormaz! Acıktınız, açık büfeden istediğiniz kadar yemek yiyebilirsiniz. Canınız dondurma ya da pasta çekerse gidersiniz tatil köyünün pastahanesine, açar dolabı istediğinizi alırsınız. Kimse size “ne yapıyorsun!” demez...

Gerçek hayatta ne olduğunuzun, nasıl bir gelire sahip olduğunuzun hiçbir önemi olmaz orada! Zira son model arabanız varsa, otelin dışında park etmişsinizdir. Arabanız yoksa da zaten orada herkes arabasız dolaştığı için hiç eksiklik hissetmezsiniz. Kimin ne kadar para kazandığının önemi yoktur herşey dahil otellerde, herkes eşittir. Herkese aynı lüks hizmet sunulur. Ultra Herşey Dahil bir otele gittiyseniz zaten hepiniz dük'sünüz, hepiniz düşes... Hemen hemen her ihtiyacınız sorgusuz sualsiz karşılanır çünkü...
Birileri kendi egoları bu muamele ile yetinmeyeceği için, kendisine daha da özel davranılması için, tatil köyü çalışanlarına bahşiş dağıtır, siz ise gizlice “tip” kutusuna bahşişi atarak onlara içten içten gülümser ve düşes olmaya devam edersiniz; sonuç rüşvetle pek de değişmez anlayacağınız...


Eşitlik para kullanmayarak sağlanırken özgürlük de giyim kuşamda ortaya çıkar. Bir minyatür kenttir orası ve herkes yarıçıplak dolaşır! Markete, doktora, kuaföre, yemek salonuna, bara da aynı kıyafetle gidersiniz. Üstünüzde bir mayo ve ayağınızda şıpıdık terliklerle takılırsınız yani! İster güzel olun ister çirkin, ister yaşlı olun ister genç, ister bir firmanın patronu olun ister çalışanı, mayonuz ve terlikleriniz sizi diğerleriyle eşitler ve aynı zamanda özgür kılar. Belki içinizden birileri mayosunu semt pazarından almıştır 20 liraya, birileri de 1200 lira vererek lüks mağazadan almıştır. Ne fark eder ki! Sonuçta herkesin mayosu ıslaktır, çünkü herkes suya girmektedir. Kimileri daha zengin ve daha özgür ve daha eşit olduğunu göstermek için mayosuna swarovski taşlar takmış olsa da ne gam! Güneş gözlüğünün yanında yazan markaya kim bakar ki orada!


Eşitlik bununla da sınırlı kalmaz. O ütopik tatil köyünde Alman, Rus, Kazak, Türk, Kürt, Fransız ya da İngiliz olmanızın da bir önemi yoktur. Milliyetçi damarlarınız istediğiniz kadar kabarık olsun, kendinizi diğer halklardan istediğiniz kadar üstün görün hiç fark etmez. Herşey dahil tatil köylerinde millet farkı gözetilmez, herkes aynı muameleyi görür. Dedim ya çünkü oralar gerçekten de ütopya gibidir. Thomas Moore bile tatil köylerinde azıcık yaşasaydı, “İşte böyle bir şey!” derdi bence...

Dahası da var. Eşitlik kültürel anlamda da kendini gösterir. Zira herkes aynı şeylerle eğlenir orada. Fazla seçenek olmadığı için biraz da mecbur kalırsınız gerçi ama emin olun insan zaman içinde alışır. Evet ilginçtir ama gerçektir. Mesela normalde “ayy ne iğrenç!“ dediğiniz pop müziklerle dans ederken bulursunuz kendinizi Herşey Dahil Otel'lerde! Bir animatör “şimdi eller havaya!” diye komut verince robot gibi herkes aynı anda ellerini kaldırarak dans etmeye başlar yalan mı? Çünkü beynimizi eğlenmeye kodlamışızdır. Dansöz de seyrederiz,Lambada dansı da yaparız öyle otellerde. Çünkü herkes eşittir, kim ne der gibi kaygılarımız yoktur, ve dedim ya amaç sadece eğlenmektir. Havuzda nasıl ki birbirimize su sıçratarak çocukça mutlu oluyorsak, diskoya gidip seksenli yılların müzikleriyle dans etmek de o kadar normal gelir tatil köylerinde...


Her şey pırıl pırıldır. Her gün çarşaflarınız değişir, her gün havlularınız yıkanır, yerlerde bir çöp yoktur, hatta sinek bile gezinmez! Her yer yemyeşildir, herkes güler yüzlüdür, tanıyan tanımayan herkes birbirine gülümseyerek “günaydın” der, ne bileyim siz “Alice”'sinizdir, orası da Harikalar Diyarı! Bütün hayatınızın böyle bir köyde geçtiğini düşünsenize! Bu ütopya değil de nedir....



Ama işte dedim ya bu bir ütopyadır nihayetinde. Yani sözlük anlamıyla “aslında olmayan, gerçekleşmesi imkansız, tasarlanmış toplum modelidir.” Yani tatil bitince bütün atlar kabak olur, kül kedisi olmaya devam edersiniz siz de. Ama beyninizin kıvrımlarında çook güzel anılar birikmiştir, o anılar da normal hayatınıza daha güzel bakmanızı sağlar, kül kediğilinden sıyrılmaya başlarsınız ufak ufak. Öyle ya, kısa süreliğine de olsa “düşes” olmanın tadını almışsınızdır bir kere!

Bir de bu güzel masalın görünmeyen kısmı vardır tabii ki! Zira o çarşaflar kendi kendine temizlenmiyordur, o yemekleri yapan usta eller, siz mutlu mesut tatil yaparken kan ter içinde çalışmaktadır. Garsonlar, işçiler, bahçıvanlar, housekeeper'lar...


Sanırım marifet, o tatilden dönünce de eşitlik gözlüğünü çıkarmamakta olsa gerek...

Sevgiyle...

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Parfümün Dansı


Bazı romanlar var ki bir dönem bir çevrede çok püpüler oluyor, okumayanlar kınanıyor, kendilerini eksik hissediyor. Tom Robbins'in Parfümün Dansı adlı romanı da işte böyleydi. Bu romanı okuyan arkadaşlarım Robbins'in diğer kitaplarını da okumaya başlıyor, bana da sürekli bu romanı övüyordu.

Sonunda yurtdışına uzun süreli gitmeden önce yanıma Türkçe bir şeyler almak için kitapçıda dolaşırken Parfümün Dansı'nı gördüm ve bilinçaltıma yerleşmiş ''iyi kitap'', ''çok güzel'', ''orijinal'' fikirleri bana kitabı aldırdı.

Roman iki izlekten oluşuyor, birinde belki bugünden bin yıl önce ölümden kaçan, yaşamaya aşık bir çiftin, Alobar ve Kudra'nın macerasını okuyoruz. İkincisi ise günümüzde parfüm sevdalısı bir grup insanla ilgili. Bunlar birbirlerinden habersiz Kudra'nın parfümünün formülünün peşinde koşuyorlar. Kıtaları, çağları aşan bir macera başlıyor.

Roman çok yaratıcı, masalsı bir kurguya sahip. Sadece kurgusu değil anlattığı fikirler de ilginç. İnsan sırf ölmeyi unuttuğu için ölümsüz olabilir mi? Duygular ve akıl mutlaka birbiriyle çelişir mi? Tanrı Pan'ın (evet romanda o da var) gücünün azalışı, hırçınlaşıp sıradanlaşması, insanların kendi tanrılarını kendilerinin yaratıp yok etmesi, insanın doğayla ve duygularıyla olan ilişkisi ve modern çağların ruhuyla ilgili çok şey anlatıyor.

Romanın anlatımı da neşeli. Bazen yazarın yaptığı şakalar bazen kurduğu absürd sahneler insanı gülümsetiyor.  Kafa yapacak şey bulamayınca çarığı dürüp tüttürmeye başlamak komik değil mi? 

Yine de romanı beğenmedim (haydaaa). Çünkü okumaya çok konsantre olduğum, her gün mutlaka okumak için özellikle zaman ayırdığım bir dönemde bile romanı bitirmekte çok zorlandım. Çok ilginç ve hızlı başlayan roman henüz ortasına geldiğimde sıkıcılaşmıştı. Öykü akmıyor, roman beni sürüklemiyordu. Olaylar bir bekleme veya tekrar etme halindeydi. Sonuna kadar da böyle devam etti. Kitabı aynı zamanda okuduğum arkadaşım romanı bitiremedi. Bense gerçekten o dönemki müthiş okuma şevkimle bitirebildim. Final de mutlu ve etkileyicilikten uzaktı.

Şimdi bu kitabı okuyuşumun üstünden yıllar geçti ve elime alıp sayfalarını karıştırdığımda birkaç sahne dışında bende iz bırakmadığını görüyorum. Robbins kötü bir yazar mı? Asla. Parfümün Dansı kötü bir roman mı? Hayır. Bende iz bırakmayan, yükseltilen beklentilerle okunmaması gereken, çok sevenlerin bile okumaya devam etmekte zorlandığı bir roman o kadar.

9 Temmuz 2015 Perşembe

Amsterdam Gezi Notları 1. Bölüm


Amsterdam'a gitmeden önce bende herkes gibi araştırmıştım internetten nereye gidilir, neler yapılır diye. O kadar çok yer varki görecek iki gün kaldığımız Amsterdam'a doyamadık diyebilirim. Gitmeden önce araştırma yapanlar zaten akıllarında bir program yapmışlardır. Gitmek istedikleri az çok bellidir kafalarında. Ben o yüzden sadece gittiğim, iki güne sığdırmaya çalıştığım yerleri ve beğenip beğenmediğimi yazacağım bu notlarda.

Genel olarak Amsterdam
Biz Almanya'dan araba kiralayıp Hollanda'ya geçtiğimiz için ulaşım vs. konusunda bir bilgi veremeyeceğim ama şehir içi ulaşım konusunda aşmış bir şehir burası. Tramvay, metro, otobüs ağı çok geniş. Çok büyük bir şehir olmadığı için de bir yerden bir yere ulaşım çok rahat. Bu hizmetlerin dışında bir de bisikletliler ordusu var burada (1 milyon bisiklet var diyorlar şehirde). Her yerden fırlıyorlar. Çoluk, çocuk, yaşlı, genç çeşit çeşit bisiklet dolu. Minicik bebeklerini bebek koltuğuna oturtup gezen anneler mi ararsınız, ikili bisikletliler mi? her cinsten var burada. Sokaklar yan yana üst üste yığma bisikletlerle dolu. Öyle ki bisikletliler yayadan da arabalardan da öncelikli burada. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bu bisiklet işi ilk başta hoşuma gidip, aa ne güzel desem de sonradan kabus oldu benim için. Her an birisiyle çarpışacağım diye başım döndü etrafımı kolaçan etmekten.

Bisiklet kabusu

Tramvay gibi diğer ulaşım araçları da çok düzenli. Otobüsler vs. tam dakikasında durakta oluyor. Biz otelden Amsterdam Card (ilerde bu karttan bahsedeceğim) aldığımız için sınırsız toplu taşıma hakkından yararlandık ve bizim için çok iyi oldu. Taksiler ise çok pahalı aklınızda olsun...
Bu arada otobüslerde ve diğer toplu taşıma araçlarında elinizdeki kartı hem binerken araca hem de inerken okutuyorsunuz aklınızda olsun...

Otobüs ve tramvay saatleri ve güzergahları

Herkes çok iyi ingilizce biliyor ve sormak istediğiniz şeyler konusunda hiç sıkıntı çekmiyorsunuz bu yüzden. İnsanlar o kadar çok yardımcı ki gitmek istediğimiz yeri bulma için haritaya baktığımızda bir kadın yanımıza geldi ve tarif etti nasıl gideceğimizi. Buna rağmen şaşırdığımız zamanlar da oldu tabii yol bulma konusunda. Otobüs ve tramvay ağları ne kadar gelişmiş olsa da Hollandaca biraz zor ve karışık olduğu için zorlandığımız zaman da oldu. Hatta yanlışlıkla türk mahallesine bile gittik (gerçi sabahın çok erken saatleriydi bu sayede bir börek fırınında kahvaltı niyetine birşeyler atıştırdık). Ama türk mahallesi hoşumuza gitmedi. Amsterdamın diğer yerlerindeki düzen ve temizlik yoktu sanki burada. Sakız almak için bir bakkala girdik ama kokudan ve pislikten girdiğimize pişman olduk. Müzeler bölgesini sorduğumuzda ise kimseden doğru dürüst bir cevap alamadık.

Türk mahallesindeki afişlerden biri. 
Hollandaca olduğu için ne olduğunu anlamadık ama Fatma ve birisinin birşeyini anlatıyordu...

Amsterdam herkese çeşitlilikler sunan bir şehir. Kimileri müze gezmeyi sever süper müzelere gider. Kimileri için de meşhur Red Light District bölgesi ve coffe shop'lar cazip gelir. Ben her iki aktiviteyi de yaptım yorgunluğa yenik düşene kadar ama keşke şunu da yapsaydık, gitseydik dediğimiz çok şeyde oldu bu gezide. İkinci sefere artık. Neyse, başlayalım bakalım Amsterdam gezimize...

İlk önce gittiğim müzelerden ve etkinliklerden bahsetmek istiyorum

Rijkmuseum


Rijksmuseum 1800 yılında kurulmuş Hollanda'nın en büyük müzesi. (dünyanın en büyük Felemenk koleksiyonu da buradaymış) Dışarıdan ne kadar büyük olduğu anlaşılmasa da ilk bakışta içeriye girince ne kadar büyük olduğunu anlıyorsunuz gerçekten de.
Giriş dahil 4 kattan oluşan müzedeki eserler 1100 yılından 1950 yılına kadar kat kat bölünmüş olarak sergileniyor. Girişte aldığınız müze planı her katta hangi eserlerin, koleksiyonların olduğunu bölüm bölüm kroki ile gösteriyor. Rembrandt'ın "Night Watch", Vermeer'in "Milkmaid" gibi ünlü eserler de ayrıca ismen belirtilmiş bu krokide. (Sadece bunlar değil tabiiki ünlü eserler Van Gogh'tan, Bruegel'e, çin ve hint sanatından her türlü eser de var bu müzede)

Night Watch / Rembrandt

Ben bu müzeyi o kadar çok beğendim ki yaklaşık 3 saate yakın gezdiğimiz halde keşke biraz daha kalıp daha detaylı gezseydik diyorum şimdi. Ayrıca güzel sanatlar mezunu olarak ünlü ressamların tablolarını görmek, yakından incelemek o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Müzede o kadar güzel eserler varki gezmek oldukça vakit alıyor. Bu yüzden en az iki saatinizi buraya ayırmanız gerekiyor herşeyi görmek isterseniz.

Müze mağazasında Night Watch tablosunun oyuncakları

Müzenin girişi 17.50 Eu  ama I Amsterdam card alırsanız müze girişinde 2.50 Euroluk bir indirime de sahip oluyorsunuz.
Müzede bulunan vestiyere çantalarınızı ve üstünüzü ücretsiz olarak da bırakabiliyorsunuz bu arada. Müze mağazası ise çok büyük, çok çeşitli ama pahalı...
Bu arada bu müzenin mimarı Kasteel de Haar yazısında bahsettiğim Pierre Cuypers...

https://www.rijksmuseum.nl/en

Van Gogh Müzesi

Müze girişi

İşte harika bir müze daha ! Dünyanın en geniş Van Gogh koleksiyonuna sahip olan müze gerçekten de inanılmaz. Yanlış hatırlamıyorsam lise yıllarında okuduğum "Theo'ya Mektuplar" isimli kitaptan çok etkilenip, kendimce bir araştırmaya girmiştim ünlü ressam hakkında. Yaşadığı bütün zorluklara, depresyona rağmen kullandığı renkler, kompozisyonlar cezbetmişti beni. O günden sonra da sıkı bir hayranı oldum zaten. Bu yüzden Van Gogh müzesi en çok görmek istediğim yerlerden biriydi. 
Müze'de sanatçının resim yapmaya başladığı ilk yıllardan tarzını oturttuğu son dönem eserlerine kadar birçok eseri, Theo'ya yazdığı mektupları ve çizimleri sergileniyor (En ünlü tablolarından biri olan ve yatak odasını resmettiği "The Bedroom" da burada). 

İçeride fotoğraflanabilen tek şey bu neredeyse...

Bunların dışında Van Gogh'un etkilendiği başka ressamların eserleri de var müzede. Müze Rijksmuseum'un çok yakınında Museumplein denilen müzeler bölgesinde bulunuyor. Girişi 15 Euro fakat I Amsterdam Card sahibiyseniz bir ücret ödemenize ve bilet kuyruğuna girmenize gerek kalmıyor.  Müzenin içinde fotoğraf çekilmesi yasak olduğu için (görevliler çok hassas bu konuda) paylaşabileceğim pek fotoğraf yok bu yazımda ama incelemek isteyenler için sitenin internet adresi: http://www.vangoghmuseum.nl/en
Müze mağazası da gördüğüm en iyilerinden biri bu arada...
Not: "Theo'ya Mektuplar" ressamın 17 yıl boyunca abisine yazdığı ve hayatını, sıkıntılarını, aklını kaybetme korkusunu anlattığı mektupların derlenmesinden oluşturulmuş bir kitaptır...

I amsterdam yazısı


Sweatshirt yüzünden koca göbekli olmuşum :(

Meşhur I amsterdam yazısı Rijksmuseum ve Van Gogh müzesininde olduğu museumplein bölgesinde. Bende herkesin yaptığı gibi fotoğraf çektirdim burada ama o kadar kalabalık ki doğru dürüst bir poz yakalamanız neredeyse imkansız. Özellikle japon turistler aşmış bu konuda. Harflerin tepesinde oradan oraya seke seke özellikle de kızlar çığlık çığlığa poz veriyor arkadaşlarına.