29 Haziran 2013 Cumartesi

Goncourt Turu

Amerikan edebiyat ödüllerinden bahsetmiş, bu ödülleri kazanan kitaplarla kısa bir tur atmıştım: Ödüller ve Ödüllü Kitaplardan Bir Tutam (ABD) Sonra biraz da başka memleketlerin ödüllerini kimler kazanmış bakayım derken Fransa'nın 6 büyük edebiyat ödülünün, Medicis'ten de önde gelen, en büyük ödülü Goncourt'a merak saldım. 

Le prix Goncourt, académie Goncourt (Goncourt Edebiyat Derneği) tarafından 1903 yılında verilmeye başlanmış. Bugün yılın en iyi ve yaratıcı eserine veriliyor romanın yanı sıra ilk roman, kısa öykü, şiir ve biyografilere de verilen ödül çok saygın. Önemi de on avroluk ödül tutarından ziyade milyonların teveccüh göstererek ödül alan kitapları okumasından, bu saygınlığından geliyor.

Fransızca eserlere verilen ödülü her yazar ancak bir kez kazanabiliyor. Bir istisnayla; Romain Gary önce 1956'da sonra da onun gerçek kimliğini bilmeyen juri tarafından Emile Ajar adıyla 1975'te bu ödüle layık görülmüş. İkinci ödülün törenine Emile Ajar'mışcasına Gary'nin kuzeni katılmış. Marcel Proust, Alber Camus, Jean-Paul Sartre gibi isimlerin de kazandığı ödülün son dönem kazananlarından bir kuple aşağıda.

Sevgili - Marguerite Duras (1984)



Marguerite Duras'ın roman gibi, Çin'den Fransa'ya uzanan bir hayatı var. Böyle olunca yazarın bol bol otobiyografik romanlar kaleme almasına şaşırmıyorum. Sevgili de Duras'ın 15 buçuk yaşındayken kendinden iki kat yaşlı bir Çinli zenginle yaşadığı macerayı konu alıyor. Roman ikisinin arasındaki ilişkiden ziyade bu macera içinde iki tarafı tek tek, bunun çevresinde de Duras'ın ailesini, okul arkadaşlarını, o dönemde hayatına dokunananları anlatıyor. İki sevgilinin değil iki tarafın ayrı ayrı konumlandığını söyledim çünkü roman boyunca bireyler arasında bir kopukluk, iletişimsizlik, bir yalnızlık satırlara sinmiş. Yazarın üslubu da bu kopukluk hissini güçlendiriyor. Birbirini tekrarlayan cümleler, imgelere rağmen sonu açık kalmış anlatımlar, yarım kalmış cümleler benim kopukluk dediğim, romanın çevirmeni Tahsin Yücel'in sunuşta eksiklik dediği duyguyu yansıtıyor.

Yücel'in sunuşunu özellikle romanı okuduktan sonra okursanız pembe şapkalı kız imgesinin devamlılığından, Duras'ın kişileri hakkında değerlendirmeye kadar birçok tahlil bulabilirsiniz. Benim bir okuyucu olarak ise söyleyeceğim iki şey var: tüm kopukluk ve düzensizlik hissine inat ilginç şekilde roman sarıyor, o sevgi arayışı, yalnızlık, dağılmışlık hissi içinize geçiyor. Atmosfer yaratmada benim üstümde etkili oldu, o nemi sıcaklığı baygınlığı serin bahar günlerinde buram buram hissettim. Bir de hem üslup hem de kurgu açısından parçalı ve düzensiz yapısı gözünüzü korkutmasın. Biraz alışınca hem her şey netleşiyor hem de kolay okunuyor. 


I'm Gone Ben Gidiyorum- Jean Echenoz (1999)

Felix Ferrer yılbaşından bir gün sonra eşini, evini, rutinliğinden bunaldığı eski hayatını aklında ne yapacağıyla ilgili pek bir fikir de yokken terk eder. Kahramanımızın bir sanat galerisi, kadınlara karşı müthiş bir ilgisi, içinde epey değerli yerel sanat ürünleri olduğu halde kuzey kutbunda karaya oturup kaybolmuş bir gemiyi gündeme geritip duran bir yardımcısı vardır. Sonra olaylar postmodern edebiyatı hayal kırıklığına uğratmayacak şekilde gelişir. Hiç beklenmedik kişiler beklenmedik şeyler yapar, kahramanlar denk gelişine kararlar alırlar, akıntıya kapılırlar, ufak şeyler hikaye olur.

Kitabın kurgusunu beğendim, bazen betimlemeler beni sıksa da olaylar beni romana bağladı. Beni romana bağlayan başka bir şeyse yazarın tarzıydı. Yazdıklarının uydurma olduğunu gözünüze sokarcasına neyse şimdilik bırakalım kahramanımız bilmem ne yapadursun biz şimdi xyz caddesindeki küçük ofise gidelim gibi cümleler kurması yazarın güçlü anlatımıyla birlikte beni öyküden koparmadı ancak ona hafif, neşeli, uçarı bir hava kattı. Özellikle yazarın kendi yarattığı kişiler ve durumlarla ince ince dalga geçmesine bayıldım. Bazı benzetmelere genişçe gülümsediğimi fark ettim.

Tüm aksiyonuna rağmen modern hayatın boşluğunu ve tatminden uzak oluşunu güzel hissettiren, harika kaleme alınmış ama garip olaylarıyla herkese de hitap etmeyecek bu romanı bu tarz kitapları sevenlere tavsiye ediyorum. (Zamanında Doğan Kitap tarafından basılmış ve şu an piyasada bulunmuyor)

Sabır Taşı - Atiq Rahimi (2008) 


Daha önce burada Khaled Housseini'nin kitaplarını ele alan, Hosseini'nin Afganistan üzerine okunmasını tavsiye ettiği kitapları sıralayan bir şeyler atıp tutmuştum: Hosseini'den Afgan Manzaraları. O yazının altındaki yorumlardan biri de o listeye Atiq Rahimi'nin Sabır Taşı'nı eklemeyi öneriyordu. Ben de 2008 yılında Goncourt Ödülü'nü kazanmış bu romanı okuma listeme ekledim elbet.

Bu kısacık kitabı biraz daha özetlemeye kalksak şöyle diyebiliriz: Sabır taşı. Bir Afgan kadını cephede kavga edip ensesine bir kurşun yemiş komadaki kocasına bakıyor, onun iyileşeceğine dair hiçbir belirti yokken, biraz da başka çaresi olmadığından sabırla onu yıkıyor, serumunu değiştiriyor, dua ediyor. Yalnızlık içindeki hayatında aklını kaçırmamak için ve biraz da aklını kaçırdığından on yıllık evlilikleri boyunca ancak 3 yıl gördüğü ve hiçbir zaman gerçek bir iletişim kuramadığı kocasını sabır taşı yerine koyuyor. Ona sırlarını, gizli duygularını, yalnızlığını, ezilmişliğini anlatıyor. Anlattıklarının şiddetini kocasını bu sırların hayatta tuttuğuna inanarak artırıyor. O sırada mahalle arasındaki çatışmalar da şiddetleniyor. Yazar bize kadınların maruz kaldığı türden bir şiddeti de yaşatıyor. Başarılı bir şekilde kadının çektiği terörün erkeği de en az onun kadar yaraladığını gösteriyor.

Anlatımını, yalınlığı, etkililiği ve temposuyla beğendiğim bu özgün romana iki eleştirim var. Bir kere bir kadının tüm sırları cinsellikle ilgili mi olmak zorunda? Böyle baskıcı ve ataerkil bir toplumda en çok acıyı ve yalnızlığı cinsellik yüzünden çekmesini doğal karşılıyorum ama bir insan olarak da fakirlikten, kardeş kazığından, bastırdığı başka takıntılarından ne bileyim bir anne olarak savaş ortamında kızlarının geleceğinden de da bahsedemez miydi? İkinci olarak da gayet gerçekçi giden bir romanın dört hafta kımıldamadan yatan bir adamın bakımını çeyrek günlük bir işmiş gibi anlatması (hani yatak yarası?) beni tatmin etmedi. Hele finali evet şaşırttı ama tadımı da kaçırdı. Yine de baskıcı bir toplumun en ağır mağdurunun kadınlar olduğunu ve sanıldığının aksine böyle bir toplumun erkekleri de kurban ettiğini gösteren, okumaya değer bir roman.


Bir de ilginizi çekebilir ümidiyle Lurent Gaude'nin Le Soleil des Scorta (Scorta Güneşi) romanı ile Amin Maalouf'un Le Rocher de Tanios (Tanios Kayası) romanını burada zikredip yazıyı kapatıyorum. Kapattım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder