2 Haziran 2015 Salı

Konstantiniyye Oteli'nin Açılışı'na katıldım...



Evet ben de oradaydım. Açılışa davet edilen şehrin 300 “seçkin” kişisinden biri miydim, hayır değildim. Ama olsun, katıldım kaçak da olsa! Kitap sayfası şeklinde dizayn edilmiş masaların aralarında süzülerek dolaştım, bütün konuşmalara şahit oldum, ortamın havasını soludum. Beni kimseler görmedi...

Ömer Zülfü Livaneli de masaların arasında dolaşıyordu, ben O'nu gördüm. Hatta aralarda fısıltı ile konuştuk bile. Yıllardır her yazısını, her şarkısını, her filmini takip etmeye çalıştığım, en sanatçıkişi O, benim için.

Bir ara, ne zamandı, evet hatırladım şimdi, 30. sayfada dolaşırken, müziğin etkisine o kadar kapılmışım ki, etrafta “'Aa Bach'diye seslenen yarı bilmişlere'Hayır Pachabel'in Canon'u' diye cevap veren çok bilmişlerin” sesini duyunca biraz gürültü ile gülmüşüm de uyardı beni. “Sessiz olmalısın” dedi, sustum utanarak...


Çok heyecanlıydım, Zülfü Livaneli'nin yazdıklarını okurken nasıl heyecanlanıyorsam öyle bir ruh halindeydim.. Hem masaların arasında süzülerek dolaşıp konuşulanları dinliyordum, hem de elimdeki fosforlu kalemle anlamadıklarımın, ya da önemli bulduklarımın altını çizmeye çalışıyordum. Bir taraftan çağımızın en bilmiş şahsiyeti Google'a danışıyor, notlar alıyor, bir taraftan da konuşulanları kaçırmamaya çalışıyordum. Zülfü Livaneli benim bu halime gülümsüyordu, farkına vardım. Ama beni takdir de etti sanki, bunu da hissettim. O da beni görüyordu bilyordum, aynı Zeki Müren'in televizyondan hepimizi gördüğü gibi...
Yine bana o kadar çok şey öğretti ki... Yeni yeni kavramlar, yeni yeni tarihi bilgiler, yeni yeni kitap adları, yeni yeni müzikler... İçim kıpır kıpır o nedenle. Hangi birini anlatsam, nerden başlasam...

Mesela bizim kız Zehra bir ara Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da İDİOKRASİdönemine girdiğini düşünüyordu. O açılışta sadece konuşmaları değil, düşünceleri de duyabildiğim için hemen ayırt edebildim bu daha önce duymadığım sözcüğü. Danıştım elbette Google'a, idiokrasi, geri zekalıların egemen olduğu toplum düzeni demekmiş.Tam ben ne demek olduğunu kavramaya çalışırken salona giren imparatorla birlikte Dvorak'ın Yeni DünyaSenfonisiadlı ihtişamlı müzik çalmaya başladı gümbür gümbür. İmparatordu ne de olsa, kim diye sormayın, açılışa gelseydiniz bilirdiniz. Aslında açılış hâlâdevam ediyor kitapçılarda,
gidin kendi gözlerinizle görün!

Şehrayin dedi bir ara Livaneli, ne güzel bir sözcük dedim, bozuntuya vermedim tabii ki bilmediğimi, hemen gizlice baktım anlamına, “bir olayı kutlamak için şehrin ışıklandırılarak şenlikler yapılması”demekmiş. Gerçekten de Şehrayin havası vardı o gece..

Herkes birşeyler söylüyordu, sanki İstanbul'un bütün nev-i şahsına münhasır karakterleri toplanmıştı o açılışta. Livaneli ne kadar özenli hazırlamıştı konuk listesini... Her masada ayrı bir muhabbet, hangi birini dinleyeceğimi şaşırdım. Burjuvalardan oldum olası nefret eden genç yazar adayı, gecenin DJ'i Emre'ye kulak verdim bir ara: “Kapitalizmin mal satmak için kullandığı sözcüklerin başında aşk geliyor, aşktan kusacak hale geldik”diyordu. Çok konuşup Zehra'yı kızdırsa da bence doğru şeyler söylüyordu bu Emre. Ben de aynen öyle düşünüyorum, kapitalizm bizim en naif duygularımızı sömürüyor, yalan mı?

Zehra ile Emre'nin aşkına mutlaka tanık olmalısınız siz de, onların aşkı öyle böyle değil çünkü, yaşadıkları tam bir TOMA Romantizmi! Benden bu kadar duyabilirsiniz, dedim ya, katılın açılışa kendiniz tanık olun onların aşkına. Fazla dedikodu yapmaya niyetim yok, ayıp olur Livaneli'ye... Ben en heyecanlandığım anları anlatmaya çalışacağım size.

Bir ara, 4 numaralı yuvarlak masanın tam yanından geçiyordum ki, geçemedim.. Yapsat zengini Hulusi Ağa ile tarih profesörünün kulağıma çalınan konuşmaları hem komikti hem de çok tanıdık geldi, orada kalakaldım.. Gülerken ses çıkarmamak için kendimi zor tuttum. Ne konuştuklarını söylemeyeceğim elbette. İçinizden bazılarınız bana çok kızıyor bliyorum ama dedim ya, anlatamam, gidin kendiniz görün... Bu arada itiraf edeyim ben daha önce Victory Dönemi romancılarından Anthony Trollope'yi hiç duymamıştım. Zülfü Livaneli oradan göz kırptı; “olsun, şimdi duydun işte” dedi. Ergun Bey orijinalinden okuyormuş! Ergun Bey'i tanıtmadım mı size, Zehra'nın patronu!

Livaneli ile olan bağlarım sıkıdır demiştim ya, her seferinde bozguna uğrarım, sanki suratıma çarpılır bir şeyler, O'nun engin bilgisinin kıyısından köşesinden yararlanmaya çalışırım.
Hiç unutmam, yıllar önce bir TV programında Livaneli müzik hakkında konuşuyordu. Anlatırken arada şöyle bir cümle geçmişti: “Mesela Sabahat Akkiraz'ın billur gibi sesini çoğu genç hiç duymamıştır!”İşte o duymayanlardan biri de benim diyerek hayıflanmış, kendimden adeta utanmış, ertesi gün gidip hemen Sabahat Akkiraz albümü almıştım. O zamanlar daha milletvekili olmamıştı tabii ki Akkiraz, tanımıyorduk, bilmiyorduk billur sesini. Bunu neden mi anlatıyorum, o gece Emre türkülerimiz, Anadolu Kültürü ve müzik hakkında o kadar güzel şeylerden bahsediyordu ki, aklıma yıllar öncesinin bu anektodu geldi. Emre'yi dinlerken sanki Livaneli'yi dinliyor gibiydim, tabii ki esprilerini de esirgememişti. Mesela Çökertme türküsüne hiç O'nun anlattığı açıdan bakmamıştım daha önce, ilahi Emre, sen çok yaşa e mi...

Bir ara salondan mutfağa doğru süzüldüm. Garson Garip'le tanıştım, içerideki ihtişamlı hayatın tam da kıyısında gibiydi, yüreğimi burdu hikayesi.. “Allahım beni kendimden koru”diye dua eden Mahinur Hanım'ın öyküsü ise bir tokat gibi çarptı yüzüme. Yeri gelmişken söyleyeyim,“Andouillette”gibi adını daha önce duymadığınız yemeklere hemen saldırmayın sakın. Hele benim gibi yemek konusunda nane molla bir yapınız varsa, hiç yanaşmayın. Zira Fransız restoranlarının en pahalı yemeklerinden olan Andouillette, anladığım kadarıyla bağırsağın içine domuzun eti, iç organları ve hatta kanının bile doldurulduğu bir çeşit kokoreç gibi bir şeymiş- ki ben kokoreçi de ağzıma süremem, bunu düşünemiyorum bile! (Evet iğrenç oldu bu tanım, yazıya da yakışmadı farkındayım ama kusura bakmayın, bu yeni öğrendiğim bilgiyi sizinle paylaşmak zorundaydım, sadece sorumluluk hissettiğim için yani, yanlış anlaşılma olmasın.)

Peki peki, konuya dönüyorum hemen...
Daha kimler vardı kimler, ne hikayeler anlatıldı o masaların arasında. Mesela bir gazetecenin Roboski söyleşisinin yayınlanmayan bölümlerini dinleyince tüylerim diken diken oldu. Biraz daha ilerleyince üstat felsefecenin yüksek perdeden konuşmaları, hakime hanımın anlattıkları, hele o Mustafa Yılmaz'ın ürperten hikayesi...
Yalnız bir ara deneme kitapları yazan, çeviriler yapan, gazetelere kültür yazıları yazan sessiz gözlemcinin bir saptaması vardı ki, müthişti:
Türk basını çoktan beridir düz yazı ile şiiri birleştirmiş, her cümleyi paragraf olarak yazıyor, böylece okur da beyazlığı, boşluğu çok olan kısa cümleleri okuyabiliyor”dediğinde ve üzerine Şaban filmleri ile İvedik'i karşılaştırdığında var ya neredeyse gidip Suat Haznedar'ı tebrik edecektim, Livaneli yine bana “ne yapıyorsun, sakin ol!” bakışı attı da yandan, kendimi zar zor frenleyebildim! Bir anlasalar oralarda kaçak göçek dolaştığımı, nasıl bir rezalet çıkardı düşünsenize... Hayır o kadar çaba sarfeden Zehra'ya yazık olurdu, burjuvalar umrumda değil yoksa!
Bir ara benim gibi kaçak girenler değil de daha farklı gölgeler de dolaşmaya başladı masaların arasında. Kimler yoktu ki, ürperdim. Yaşamayanlardı onlar. Bir sır vereyim, her birini tanımak için müstearlar sözlüğüne baktım tek tek. Müstearın ne olduğunu söylemeyeceğim, onu da kendiniz araştırın bir zahmet!
Bir ara masaların arasında dolaşırken Mutluluk romanındaki Meryem ve Cemal'e selam gönderesim bile geldi, nedenini açılışa gidince siz de anlayacaksınız.

Yazmaya meraklı olan biri olarak bana verdiği ders için ise ne kadar teşekkür etsem azdır Livaneli'ye:
Edebiyat öğretmeni ve aynı zamanda kitap eleştirisi de yapan HH diyordu ki (sayfa 395)
...İyi yazarlar, insanlığı değil insanları, daha çok da kendilerini anlatır; yazdıklarının insanlığı temsil edip etmediğine ise başkaları karar verir; daha çok da okurları.”Ben alacağım dersi almıştım, Emre mi, O ne yaptı gidin kendiniz görün!

Açılış öyle dolu doluydu ki, zamanın nasıl geçtiğini gerçekten hiç anlamadım. Anlatılan hikayeler, konuşulan konular zaman zaman yüreğimi burktu, zaman zaman şaşkınlık içinde kaldım, zaman zaman 'demek bunlar da yapılmış!' dedim ve inanın hiç ama hiç sıkılmadım. Nekropolisin sakinleri konusuna girmeyeceğim, lütfen üzerime gelmeyin!

Emre bir ara (syf:429) demişti ki:
... İnsanların kısacık ömrü, hikayeler olmazsa neye yarar? Bizi onlar koruyor, her şeye derinliğini ve anlamını hikayeler veriyor. Hikayesiz kalmış insanlara çok acıyorum.”

Bu lafın üzerine başka bir söze gerek yok gerçi ama, söylemeden geçemeyeceğim yine de. Söz ustası, üstat Livaneli, sen çok yaşa olur mu! Bu derin, bu dolu dolu, bu nasıl söylesem, sarsıcı, bu bize ayna gibi tuttuğun hikayelerini çook uzun yıllar anlatmaya devam et lütfen. Yüreğine ve kalemine sağlık üstat, yine aldın beni benden...





















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder