30 Eylül 2014 Salı

Mahur Bey'in düşleri!

Grand tuvalet giyinmeyi çok severdi. Hafta içi rengarenk kravatlar takar, üzerine mükemmel oturan, hiç bir potluk ya da darlık yapmayan, özel terzisi Yorgo'nun diktiği takım elbiseleri giyerdi. "Yorgo da çok yaşlandı, O'na bir şey olursa ne yaparım!" diye  düşünüp telaşlandı bir an için. Ailesinden böyle görmüştü, “İnsanın kendisine özen göstermesi, çevresine duyduğu saygıyı yansıtır” derdi babası. İşi olsun ya da olmasın her sabah erkenden kalkar, özenle duşunu alıp traşını olur, dikkatlice giyinirdi.
Hafta sonları ise özlediği keyif zamanlarıydı. Boynuna fularını takar, üzerine spor bir kazak geçirir, piposunu da yakıp, en sevdiği aromalı kahvelerden yudumlayarak kitaplarını okurdu.

Hayatı seviyordu, artık seviyordu diyelim. Kırklı yaşlarına geldiği bu zamanlarda anlayabilmişti değerini ama olsundu, en azından anlamıştı ya, bu da bir şeydi..  Eskiden televizyonun karşısına geçip politikacıların saçma sapan, vizyonsuz, cahilcahil konuşmalarına sinir olarak vakit geçirdiğine şimdilerde kendisi de inanamıyordu. Ne politikanın entrikaları biterdi, ne de bu cahil adamların hırsı tükenirdi!




Mahur Bey bir sabah kalktı ve o kararı aldı:

Bu ülkenin çivisi çıkmış düzenini protesto ediyorum artık!” dedi kendi kendine. 

Zaten ömrü boyunca protesto etmemiş miydi? Yok yok bu sefer başkaydı, bu sefer aldığı karar çok radikaldi, artık televizyon izlemeyecek, gazetelerde gördüğü o paçavra yüzlü insanların ruhunu kirletmesine izin vermeyecek, internette “son dakika!” diye yanıp sönen spotlarla verilen “Başbakan şunu dedi, cumhurbaşkanı bunu yedi..” gibi içi son derece boş, ruhunu kirleten hiçbir saçmalığa bundan sonra hayatında asla izin vermeyecekti. “Oh be!” dedi kendi kendine, “Ruhumu arındırmalıyım artık!”


Aldığı bu karara çok sevindi Mahur Bey, kim ne diyebilirdi ki hem! Bencil mi diyeceklerdi, duyarsız mı diyeceklerdi, 'zevklerine düştü Mahur Bey bu yaştan sonra, nerede kaldı vatan sevgisi, nerede kaldı soldan bakış açısı!' da diyen olurdu mutlaka. Gülümsedi hafifçe; gülümseyişinde “böyle söyleyecek olanlara da artık hayatımda yer yok!” mânâsı vardı sanki, istemsizce baba yâdigâri gramofona doğru yöneldi.

Kimselerin el sürmesine izin vermediği, gözü gibi baktığı gramofonunu zaman zaman Kapalıçarşı'daki Mehmet Usta'ya götürüp bakımını yaptırırdı. Çevresinde Gramofon Baba diye bilinen Mehmet Usta'nın 1900'leri andıran küçücük sevimli dükkanına ne zaman gitse, içine buruk bir huzur çöker, boğazı düğümlenirdi..


Nereden de geliyor aklıma bu karışık hikayeler, az önce aldığım karar etkisini göstermeye başladı bile “ dedi kendi kendine, uzandı eli taş plak koleksiyonuna.
Tabi ya, Seyyan Hanım'dan o tangoyu dinlemek yakışırdı böyle bir âna..





Şu müzikteki zarafet, şu şarkı sözlerindeki derinlik.. Dışarıda bir yerlerde milyonlarca insan PSY denilen pop starın Gam Gam Style şarkısıyla coşup anlamsızca dans ederken, O daha kırklı yaşlarının başında olmasına rağmen taş plakların serinliğiyle ruhunu dinlendirebilecek bir derinliğe sahipti ya, gerisi hikayeydi. Varsın dışarıda birileri politikacılara, birileri pop starlara, kalanları da teknolojik ürünlere tapsınlardı, Mahur Bey'in yolu belliydi artık, “ne gam, ne de gam gam bu saatten sonra!" dedi kendi kendine.

Vücudu iki binli yıllarda yaşasa da ruhu 1930'larda nefes alıyordu Mahur Bey'in. Pera'da ellerinde yelpazeleri, tüllü şapkaları, uzun eldivenleri ile akşam üzerlerinde gezintiye çıkan, köşedeki pastahanede sakızlı muhallebi yiyerek sohbete dalan o zarif kadınlara, başlarında şapkaları, şık takım elbiseleri, sinek kaydı traşları ile eşlik eden beyefendilerin çağında yaşamalıydı oysa!

İki binli yıllar demek görgüsüzlük demekti, yüksek perdeden konuşmak demekti, cehaletin pohpohlanması demekti... Daraldı yine bunları düşününce. “Nerede o eski kadınların Fransız dantelleriyle süslü zarif elbiseleri, nerede koltuk örtüsü giymiş gibi etrafta salınan politikacı eşleri!” dedi, “Nerede piyano çalmayı bilen, iki dili ana dili gibi konuşan eski ev kadınları, nerede yüzlerine botoks yaptırmaktan başka bilgisi olmayan, sözüm ona devlet büyüklerinin eşleri!” de diyordu ki, durdurdu zihnindeki akışı.




Hoop dur bakalım, karar aldın, artık böyle şeylere takılıp kalmayacaksın” dedi kendi kendine. Kalbi mi sıkışıyordu ne! Gözlerini ovuşturarak şöyle bir etrafına baktı, burası neresiydi, Mahur Bey de kimdi, neler oluyordu böyle... Doğruldu yataktan, elini başına götürdü, terden saçları birbirine karışmıştı. Yastık kılıfına dokundu sonra, sırılsıklamdı o da.




Ne Mahur Bey kalmıştı, ne taş plaklar, ne Seyyan Hanım, ne de Pera'nın tüllü şapkalı hanımefendileri... Mahur Bey diye biri yoktu ki, yoksa var mıydı? Kafası karman çorman olmuştu, kimdi bu yataktan kalkan kişi, dışarıda olan biten neydi?

Elini yerde duran pantolonuna uzattı, cebinden ehliyetini çıkardı ve orada yazan isme baktı bir an...

Tabi ya, her şey yerli yerinde duruyordu, Mahur Bey diye biri yoktu, zaten hiç olmamıştı ki!

Sokaktan geçen simitçinin bet sesiyle kendine geldi:
Taze bunlaaarr, tazeeee, çıtııır çıtıııırrr!...”

.........................

Evet sevgili dostlar, bu yazı, sevgili Minelse'nin beni mimlemesi sonucunda yazıldı, umarım beğendiniz. Konu biraz zordu, ama çok keyifli bir mimdi, kendisine teşekkür ediyorum.
 İçinde (pipo, cahil, taş plak, PSY,yelpaze, sakızlı muhallebi, yastık kılıfı,ehliyet) sözcükleri geçen bir şey yazmam isteniyordu, hiç düşünmeden başladım yazmaya ve okuduğunuz şey çıktı. Adına öykü deyin, öykümsü deyin, doğaçlama deyin, karalama deyin, saçmalık deyin, yani ne derseniz deyin...

 Bu yazıyı okuyup beğenen herkesi mimliyorum ben de, merakla bekliyor olacağım yazılarınızı..

Sevgiyle ve sözcüklerin büyüsüyle kalın...



25 Eylül 2014 Perşembe

Bu çekilişte mis gibi tarhana çorbası var:)

Beni takip edenler bilir, blogumda çekiliş haberlerine yer vermem, fazla tanıtım yazısı da yayınlamam.

Ama bu sefer gerçekten de durum başka. Sevgili Bahçeperim yapıyor bu çekilişi. Blogumu açtığım ilk zamanlardan bu yana birbirimizi takip ediyoruz. Her zaman yorumlarıyla blogumu yalnız bırakmayanlardandır kendisi. Hani hiç yüzünü görmeden içinizin ısındığı insanlar vardır ya, Bahçeperim de öyle benim için. Aynı şehirlerde otursak, kesin sıkı arkadaş olurduk diye hissediyorum. Belki bir gün o da olur, belli mi olur, hayat sürprizlerle dolu, bir gün Ege'ye kaçasım gelir elbet:)

Elbette sadece gönül bağları yüzünden değil çekilişe katılma nedenim.
Bir de çok güzel hediyeler veriyor. 

Zaman zaman tariflerini yazdığı, içimizi ısıtan Sevgili Iraz Ana'nın tarhanası var hediyeler arasında, bir de Peri Çayı var!

Mis mis mis :)

 En sevdiğim çorbalardandır tarhana, anne kokusudur biraz, özlemdir. Alırım oradan buradan, pazarlardan genelde ama sevmem tadını başkalarının tarhana çorbalarının. Bu yüzden katılıyorum bu çekilişe biraz da, Iraz Ana'nın mübarek ellerinde yoğrulan tarhanayı tatmak için yani.

Aslında çekilişte rakiplerim oluyorsunuz bu durumda ama ne yapalım, söz verdik Peri'ye, duyuracağız çekilişin detaylarını mecburen artık, buyurun buraya tıklayın :)

Sevgiyle, soğuk günlerde içinizi ısıtacak, mis gibi tüten, üzeri karabiberli tarhana çorbası ile kalın :)





Ha bebekli, ha kedili, ikisi de aynı!

Geçen gün çocuğu olan annelerle kedisi olan kadınların ne kadar benzer davranışlar sergilediğini şaşkınlık içinde fark ettim. Aslında bu farkındalığı yaşamak için çok da derin gözlem yapmaya gerek yok, sadece onlarla biraz zaman geçirmeniz, ya da sosyal medyada arkadaş olmanız yeterli. Bu hatun kişilerin değişmeyen tek gündem maddelerinin çocukları ya da kedileri olduğunu görecek, konudan uzaksanız zaten ne demek istediğimi hemen anlayacaksınız.

Eğer sizin çocuğunuz ya da kediniz yoksa asla onlarla uzun süreli sohbet edemezsiniz. İsterseniz Mars'a füze fırlatın, onların o heyecanlı çocuk ya da kedi muhabbetlerinin arasına girmeye çalıştığınızda ilgilerini çekmeniz mümkün olamaz. Araya girip “Ben de Mars'a füze fırlattım” deyin mesela, “Aa ne güzel olmuş, benim kedi de...” şeklindeki bir cümleyle olayı hemen yine kendi dünyalarına çekip sizi kibarca susturabilirler.


On kişinin olduğu küçük bir şirkette çalışıyorum, şirkette herkes kedi seviyor, sevmekle kalmıyor, hemen hemen hepsinin evinde kedisi var, şirketin bahçesinde mahallenin kedilerini besliyorlar, tahmin edeceğiniz üzere ben hariç! Hal böyle olunca ben de ne yapıyorum, kedisever gürühun hal ve hareketlerini gözlemleyerek kendi çapımda eğleniyorum. Başka türlüsü çok sıkıcı olurdu, düşünsenize televizyonda sadece bir belgesel kanalı olsa ve sabahtan akşama kadar kedileri gösterse sıkılmaz mısınız? Hele bir de kedilere karşı özel bir sevginiz, ilginiz yoksa! Doğal olarak eğlenmenin başka yollarını ararsınız. Ben de öyle yapıyorum.

Sabahları mutfakta toplanıp çay kahve içerek güne hazırlandığımız saatlerde muhabbet zaten direkt kediler oluyor. Zira bazıları sabit, bazıları geçici ama toplamda yaklaşık 20-30 kedi var mutfaktan çıkılan bahçede, sabah ilk iş onları beslemek olduğu için konu zaten “aman da ne güzel yedi, Hobit Korsan'ı nasıl dövdü, yaş mama partisi yapalım...” şeklinde dönüyor. Ben de bakıyorum camdan, bazen sevimli de buluyorum kedileri ama bendeki kedi muhabbeti ancak bu kadar! Kendimi zorlasam da başka türlüsü olamaz, kedi işte derim, aa ne güzel gözleri varmış derim, döner arkamı devam ederim hayatıma. Zaten ürperiyorum, hayvanlara dokunamıyorum!

Kediseverlerde durum böyle değil işte, onlardan bahsederken gözlerinin içi değişik parlıyor, kaç yaşında olurlarsa olsunlar kedi severken çocuk gibi konuşmaya başlıyorlar, hal ve hareketleri değişiyor, belli ki tanımlanması zor bir mutluluk yaşıyorlar, bir çeşit sarhoş olma hali gibi. Anlam vermem çok zor bu duruma..

Öğlenleri mesela, kahve içerken dönen muhabbet mutlaka “benim kedimde yara çıktı, aman aman yaramaz Siyah yine yukarı kaçtı...”şeklinde kediler üzerine kurulu, zaten kalan boşluklarda da kedi videoları izlenip topluca eğleniliyor.
Elbette arada başka konular da konuşuluyor ama bir kedi geçişi var mutlaka. Dolayısıyla mesela dün akşamki diziden bahsedilirken bir iki yorum yapayım deseniz, birden kendinizi yine kedi muhabbetinin içinde bulup neye uğradığınızı şaşırabilirsiniz. Muhabbete girmemek en iyisi bence, o gürühtan uzak kalmak lazım.

Geçen gün yine kahve içerken dönen kedi muhabbetinin üzerine “Kedi sahibi olanlar aynı bebeği olan anneler gibi, aralarına girmek mümkün değil” dedim. Bizim arkadaşlardan biri “Evet haklısın, biz de bazen abartıyoruz, bu kadar da abartmamak lazım”diyordu ki araya birisi girip telefonundan kedi videosu gösterdi “Ama baksana şunun güzelliğine yaa!” tabii ki çocuk sesiyle! Dedim kendi kendime, yok yok bambaşka bir ruh hali bu, sen en iyisi uza git otur çalış!

Yeni doğum yapan anneler hele, onlarla farklı konularda iletişim kurmak için deha olsanız bile fayda etmez. Facebook profil resimleri bebek resmidir, hep bebeklerinin fotoğrafını paylaşırlar ve o fotoğrafları beğenmezseniz size küserler, çünkü dünyanın en güzel bebeği onlarınkidir! İyi tamam anladık annelik kutsal bir görev, anne çocuk arasında müthiş bir bağ var ona da tamam, ama nihayetinde bizler üçüncü şahıslarız, bebeğinizi görünce sizin gibi coşamayız ki! Dışarıda milyonlarca anne var, bu artık sıradan bir şey demeye kalksak, herhalde bizimle bir daha konuşmazlar!

Kazara evlerine gitseniz, nasıl tutacağınızı bilemeseniz de tutuştururlar çocuğu elinize, siz kucağınızda iğreti duran bebekle stres olmuşken bir yandan da bebeğin fotoğraflarını gösterirler. Prensesin İlk ağlayışı, ilk elbise giyişi, ilk gülüşü, ilk banyosu, saçlarının ilk hali, ilk havuza girişi... O ilkler ve o ilklerin fotoğrafları hiç bitmez! Siz bitersiniz bu arada!



Tamam bebekler güzeldir, sevimlidir, ama aşırı doz da insanı ya kusturur ya da öldürür!

Hayvan sevmeyen insan da sevmez diyorlar ya! Ben inanmıyorum bu lafa kimse kusura bakmasın. Hayvan sevenlerin hepsinin yüreği pir-u pak mı sanki!

Evet ben normal değilim, hayvanlara dokunamıyorum, iyi de bütün hayatlarını kediler köpekler üzerine kurgulayanlar normal mi? Yok mu bunun ortası? Çocuklu annelerin çocukları dışında başka dünyaları olması onları daha mı az anne yapıyor?

Yine içinden çıkamadığım garip bir durumla karşı karşıyayım sevgili dostlarım, beni aydınlatacak yorumlarınızı sabırsızlıkla bekliyorum..

Sevgiyle kalın, ama dozunda sevgiyle☺






23 Eylül 2014 Salı

Yeni Samsung Galaxy K Zoom, Kamerayı Odak Noktasına Koyuyor


Günlük hayatınızda, seyahatlerinizde ve en önemli anlarınızda size eşlik edebilecek, hem profesyonel bir kamera, hem de telefon özelliklerini bir arada bulunduran Samsung Galaxy K Zoom ile tanışmaya ne dersiniz?



Samsung Electronics, kamerasıyla öne çıkan yeni akıllı telefonu Galaxy K Zoom, gelişmiş dijital kamera teknolojisi ile Samsung’un Galaxy deneyimini bir araya getiriyor. Profesyonel

22 Eylül 2014 Pazartesi

Koton'un rezil reklamları yayından kaldırılsın!

Koton'un “Çocuk kafası, Çocuk modası” reklamını ilk gördüğümde nefret ettim ve bu konuyu blogumda mutlaka yazmalıyım dedim kendi kendime. Benim yazı işi biraz geç kaldı, fakat bu arada internete şöyle bir baktım da Pedagoji Derneği reklamı durdurması için Koton'a mektup yazmış, Twitter'da#kotoncocuklarımızıkullanmaetiketi ile tepkiler yağmış, Change.org'da imza kampanyası açılmış. Demek ki bu ülkede hâlâ Koton Kafasında(!) olmayan sağduyulu insan sayısı az değilmiş, ne güzel dedim kendi kendime.



Daha geçen gün hatırlarsanız ilkokul günlerinden bahsedip kendi aramızda nostalji yaparken, yerli malı haftasında muz pahalı olduğu için okula götürmek ayıp karşılanırdı diye konuşuyorduk. Geldiğimiz noktaya bakın, şaka gibi! Bir giysi markası çıkıyor, “Bir beden büyük almayın, seneye de giymem, moda neyse onu giyerim”sloganını küçük bir kız çocuğuna söyletebiliyor! Üstelik o kız çocuğunu küçük bir kadın gibi giydirerek, bir ton makyaj yapıp büyük bir kadın bakışları ile resimlerini çekerek yapıyor bu işi.

Sosyal medyadaki tepkiler ve Change.org'daki imza kampanyası sonrasında Koton yetkilileri lütfedip şöyle bir açıklama yapmışlar:

Koton müşterilerini dinlemeyi ve onların görüşleriyle uygun şekilde hareket etmeyi ilke edinmiş ve bugünlere bu yaklaşımla başarılı bir şekilde gelmiştir. Son reklam kampanyamızda kullandığımız ve imza kampanyanızda bahsi geçen sloganımızı dün akşam itibarıyla iletişim faaliyetlerimizden çıkardığımızı ve bu sloganı içeren billboardları değiştirdiğimizi bilgilerinize sunarız.

Müşterilerimizin görüş ve istekleri Koton için her zaman yönlendirici olmaya devam edecektir. Saygıyla duyururuz.

Koton

Ne yapmış, sadece “seneye de giymem” sloganını değiştirmiş, oysa reklam baştan sona çocuklara korkunç mesajlar veren rezilliklerle dolu ve hâlâ televizyonlarda dönmeye devam ediyor.
Reklamda verien mesajların hepsi birbirinden berbat, hangi birini anlatsam ki!
İyi ve pahalı marka giyinen insanların nasıl ayrıcalıklı olduğunu anlatıyor, parası olanın bir üst sınıf muamelesi göreceğini söylüyor, satır aralarında "iyi giyinmezsen seni adam yerine koyan olmaz" diyor, "dış görüntün güzel olmalı" mesajı veriyor, yani "parası olan mutlu olur" demeye getiriyor,“okumadan yazmayı öğrendi” şeklindeki argo tanımlama ile küçücük çocukların birbirlerine kur yapmasını ima ediyor, pedofilinin yaygınlaşmasını hiçe sayarak resmen çocukları cinsel obje gibi kullanıyor. Ayrımcılık konusunda insanlık adına yapılabilecek ne kadar hata varsa hepsini yapıyor reklam, hem de fütursuzca! 
Reklamı daha fazla anlatmayı içim kaldırmıyor açıkçası!
Bir rezillik, bir soytarılıktır gidiyor anlayacağınız. Para kazanmak için çocukların masumiyetini hiçe sayan bu rezillikler, kapitalizmin sonuçları maalesef! Bu rezil reklamlarda çocuklarının oynamasına izin veren aileleri ise zaten anlamak mümkün değil! Biz de saf gibi “efendim eskiden okula muz götürülmezdi, çünkü alamayanlara ayıp olurdu” diye nostalji yapıyoruz. Heidi masumiyeti ile büyüyen bir nesiliz çünkü, Winx kızları, mankenler, starlar yükselen değer olmuş çoktan! Harbiden de dinozor kafa kalmışız... 


Yüksek perdeden konuşmak moda ya, ben de sesleniyorum aynı onlar gibi, belki sesimi duyan olur:

  • Ey RTÜK, reklamlarda bütün bu rezillikler olup biterken efsaneleşmiş Kemal Sunal'ın “eşşoğleşşek” gibi  komik ve nispeten çok daha masum bir lafını sansürleyeceğine dön de bir bak bakalım, Koton gibi markalar çocuk istismarını nasıl gözümüze gözümüze sokuyor?
Yok, onlara bir ceza vermezsiniz tabii ki, çünkü kapitalist değerlere övgü yapıyorlar, ne suç işliyorlar ki? “Bol bol tüket, daha da çok tüket, en fazla sen tüket!” mesajını veriyorlar gayet masumca(!) Çocuklar tüketmeye  teşvik edilmeli ki sistemin çarkları dönsün, çocuklar marka fetişisti olsun ki o devasa devasa yapılan AVEME' ler yaşasın değil mi! Zira bir beden büyük alınıp da seneye de aynı giysiyi giyen çocuklar, büyüdüklerinde tutumlu olurlar, sonra kim gider aveme'lere değil mi?

Pardon RTÜK, şikayetimi geri alıyorum, sizi meşgul etmeyeyim böyle saçma şeylerle, sistem yürüsün, çocuklar birbirleriyle  kıyasıya zenginlik rekabeti etsinler, güçlü olan güçsüzü ezsin, yoksulların canı çıksın! Hatta hınç yapsınlar, zenginlere düşman olsunlar, ellerinden bir şey gelmezse de Bonzai var, ekstazi var, sarma vaar, tiner vaar, bir şekilde yollarını bulurlar elbet!

Yeter ki sistem yürüsün!

Hay bin kunduz!


 Not: Change.Org'daki imza kampanyasına destek vermek isterseniz, burada.


21 Eylül 2014 Pazar

Edebiyat ve müzikle dolu bir Moda gecesi!

Aslında yürüyebilirdim ama üşendim, taksi bekledim gelmedi, tramvay bekledim yarım saat, sonrasında biraz yürüdüm ve nihayet tam 45 dakika gecikmeyle amacıma ulaştım. Dün akşam, Kadıköy Belediyesinin düzenlediği “Buket Uzuner ve Mehtap Meral'le yaza veda” etkinliğine katılmayı başardım, ne güzel oldu.




Kadıköy'ü çok seviyorum belki söylemişimdir daha önce. İstanbul'da kendimi İzmir'de gibi hissettiğim, nefes aldığım, her seferinde daha bir hayran olduğum güzel köyüm sevgili Kadıköy'ümün belediyesinin halk etkinliklerini olabildiğince takip etmeye çalışıyorum. Her seferinde de mutlu mesut oluyorum, zira ne yalan söyleyeyim etkinlikler ücretsiz olmasına rağmen asla kalitesiz olmuyor. Dün akşam da öyleydi, sayelerinde içim kıpır kıpır oldu. Teşekkürler sevgili Kadıköy Belediyesi demek istiyorum, belediyeciliğin çirkin üst geçitler yapmaktan, yarım metre yükseklikte iğrenç kaldırımlar döşemekten ibaret olmadığını bizlere yaşattığı için! Bunu da içimden geldiği için söylüyorum sakın yanlış anlaşılma olmasın, partizanlık falan yaptığım yok, doğrucuyumdur bilirsiniz.



Etkinlik, Moda Parkı'ndaydı, en sevdiğim semt.. Barış Manço'lu zamanlarına yetişemedim ama diyorum ki bence her yer Moda gibi olmalı, herkes Moda gibi bir semtte yaşamalı. Yemyeşil ağaçlarla dolu, kaldırımlar tertemiz, yerlerde çöp yok, şık restoran ve kafeler, insanlar sokaklarda, genci yaşlısı akşam gezmesine çıkmış, deniz kenarında AVM ya da otel değil, halka açık upuzun bir çay bahçesi... Poğaçanızı simitinizi zeytininizi peynirinizi evden getirdiğinizde kimsenin size bir şey söylemediği çay bahçesine oturup siz sadece çay kahve içiyorsunuz, ağaçların altında nefis bir deniz manzarası eşliğinde.
 Yeri gelmişken söz etmesem olmaz. Bu Moda Çay bahçesinde bilenler bilir; adisyon tutulmaz, içtiğiniz çayların tabaklarını yığarsınız üst üste, hesabı öderken garson tabakları sayar. İzmir'den arkadaşım geldiğinde çok ilgisini çekmişti bu uygulama. Biz alışmışız farkına varmıyoruz ama, müşteriye güven temelinde ne hoş bir şey aslına bakarsanız. Yani sözün özü, ne zaman Moda taraflarına gitsem kendimi başka bir ülkede gibi hissederim. Mesela her seferinde estetik bir sürprizle karşılaşırım; bu sefer de dondurmacı Ali Usta'yı dönerken köşedeki ağaca rengarenk fenerler asmışlardı, insanlar durup durup ışıklı ağacın altında fotoğraf çektiriyorlardı, sanki karnaval var gibi daha yürürken içim cıvıl cıvıl oldu.

İşte bu Moda Çay Bahçesinin girişine yeni yapıldı Moda Parkı. Güzelce ışıklandırmışlar, sandalyeler koymuşlar, çok başarılı bir sahne ve ses düzeni var, insanlar kendinden geçmiş gibi “Bu Kalp Seni Unutur Mu?” şarkısını söylüyordu hep bir ağızdan ben gittiğimde. Mehtap Meral'in gerçekten çok güzel bir sesi var, aslında sizler için çokça video da çekmiştim ama inanın sabahtan beri çeşit çeşit yollardan uğraşmama rağmen bir türlü yükleyemedim..

Çok güzel bir kurgu yapmışlar, Buket Hanım anlatıyor, arada konuya uygun bir şarkı söylüyordu Mehtap Hanım. Mesela ben gittiğimde konu topraktı, şöyle diyordu Buket Uzuner:

Tohum satışları bir takım tekellerin ellerinde biliyorsunuz, çünkü tohum satışı yasak! Tohum takas festivalleri yapılıyor, insanlar ninelerinden kalan çeyiz sandıklarında sakladıkları yerli tohumları birbirlerine veriyorlar. Anadolu'da böyle bir hareket ver, siz de bir şekilde destek verin..
Toprak biterse hayat ta biter biliyorsunuz, denizlerin altının da toprak olduğunu unutuyoruz nedense! ”
Ve programa yazarın dörtlemesinin ilk kitabı olan Su'daki Uyumsuz Defne Kaman'ın cep telefonunda çalan melodi ile devam edildi, tahmin edeceğiniz gibi “Benim sadık yarim kara topraktır..”

Şarkıdan sonra dörtlemenin ikinci kitabı olan “Toprak”la ilgili biraz ipuçları verdi Buket Uzuner. Yeni bir karakterden söz etti. Bu karakter, hepimizin hayallerindeki vali diyebileceğimiz birisi, adı da Sabahattin Ali Okur, annesi Sabahattin Ali'yi çok sevdiği için bu ismi vermiş oğluna. Uyumsuz gazetecemiz Defne Kaman ve de Sahaf Semahat yine başrollerdeler elbette.


Ben balıklama daldım tabii ki konuya, şimdi "bu anlattıkların da ne?" diyenler olacaktır. Yazarın “Su, Toprak, Hava, Ateş” dörtlemesinin ilk kitabı olan Su-Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceralarıadlı kitabı 2012 yılında ilk çıktığında almış ve çok severek okumuştum, hatta biraz da üzülmüştüm, ikinci kitap kim bilir ne zaman çıkacak diye.. İşte zaman su gibi akıp geçti, Buket Hanım, kitabımı imzalatırken sorduğum "ne zaman?" sorusuna “ Kasım gibi” yanıtını verince çok mutlu oldum. Ben diyorum ki, Toprak kitabı çıkmadan okumayanlarınız gidin hemen edininin Su'yu. Hafif polisiye, biraz Kutadgu Bilig, biraz Kaman kültürü, hele benim gibi üzerine bir de Kadıköyseverseniz, tanıdık mekanlardan bahseden bu kitabı su gibi okuyacaksınız diyorum.

Daldan dala atlamış gibi olmayayım ama Buket hanım, toprak kitabı için araştırma yaparken Aşık Veysel hakkında şöyle bir bilgiye ulaşmış:

Turgut Özal'lı yıllar, Aşık Veysel 70-80 yaş aralığında. Gözlerinin görmeme sorununun çözülebileceği, bir ameliyatla artık görebileceği iletilmiş kendisine. Düşünsenize onca yıl sonra ışığı görebilecek! “Hayır” demiş Veysel, “ben yıllarca kendi dünyamı yarattım, oradan baktım, bu saatten sonra bu dünyamın yıkılmasını istemem!” İşte bu kadar da gönül gözüyle gören özel bir ozanmış kendisi. Dinlerken ürperdim şahsen.




Gece, Aldırma Gönül'lerle, Ankara'nın Taşı, Gesi Bağları, Sahaf Semahat'in telefonunda çalan “Kırık Kalpler durağı” şarkıları ile  ve Buket Hanım'ın kitaplarından güzel alıntılar ve hikayelerle devam etti, ben mi, tabii ki kitabımı imzalattım:)


Bu güzel pazar gününde, sizleri Mehtap Meral'in belediyenin önceki etkinliğinden bir videosundaki kadife sesiyle baş başa bırakıyorum.

Kimse sanatsız kalmasın, sevgiyle...




Sesler - Dokuz Öykülü Bir Roman


Bir roman olsun başkahramanı, bir ana olayı, sonu ve başı olmasın. Onun yerine dokuz ilginç öyküden oluşsun. Alman yazar Daniel Kehlmann'ın Sesler - Dokuz Öykülü Bir Roman adlı romanı işte böyle bir kitap. 

İlk öykü sonunda inadını kırarak cep telefonu alan bir adamın başına gelenlerle ilgili. Ona zaten kullanılmakta olan bir telefon numarası tahsis edilmiş ve arayanlardan anlaşıldığı üzere numaranın gerçek sahibi birkaç kadını aynı anda idare eden, deli dolu, ünlü bir adam. Artık hayır ben o değilim demekten sıkılıp arayanlarla konuşmaya başlarsa ne olur?

Sonra o meşhur adamın bir film yıldızı olduğunu anladığımız hikayeyi okuyoruz, hikaye telefonla ilgili değil. Bir aktörün kendisinden başka birini oynayarak gerçek hayatını değiştirmesiyle ilgili. Sonra bir yazarın okuma etkinliklerinden ve çıktığı turlardan sıkılıp uzaklara kaçması kaçarken de yerine başka bir yazarı Orta Asya turuna ikna etmesini anlatıyor. Sonra o geri kalmış Asya memleketine giden yazarın hikayesini okuyoruz. Sonra yazarın yazdığı bir hikayeyi, sonra…

Öyküler birbiriyle ince iplerle bağlanmış gibi. Bir öyküdeki olaylar diğer öyküdeki olaylara etkisi ya yok ya çok az. Kahramanlar birbirlerini çok az tanıyor. Bir diğerinin öyküsü başladığında artık diğerinin rolü bitiyor. Birbirine değen ama birbiriyle iç içe geçmeyen öyküler. Yanyana koyulmuş bulmaca parçaları gibi, veya tuğlalar…

Yine de romanları birbirine bağlayan bir şey var. Bir insan bir anda kendi hayatından kaybolabilir mi? Nasıl olduğunu anlamadan kendi hayatının dışında kalabilir mi? İşte bu romandaki öykülerde böyle oluyor. Bir şekilde kahramanlar kendilerininkinden başka bir hayatı yaşamaya başlıyorlar veya on yıllardır kurdukları hayatın dışında kalıveriyorlar. Belki de güvendiğimiz, asla değişmeyeceğini düşündüğümüz şeyler o kadar da sağlam değil. Daimi olarak bizim sandığımız şeylerin elimizden kayması an meselesi.

Bu ilginç yapısıyle kitap bana farklı bir okuma tecrübesi yaşattı ve kitabı çok severek okudum. Yazarın yalın ve biraz alaycı anlatımı çok hoşuma gitti. Bana şöyle ilginç bir şeyler öner diyecek arkadaşlarım için not ettim. Kendim için de Kehlmann'ın başka bir kitabını daha okuma notunu düştüm.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Kurşun kaleme tükenmez kalem kapağı takma nostaljisi

Haydi bugün ilkokul nostaljisi yapalım. Herkes aklına gelen anıları anlatsın, biraz kafa dağıtalım, eğlenelim azıcık, ben başlıyorum önce.

Biz siyah önlük giyerdik, beyaz ve sert diye hatırladığım yakalarımız vardı. O yaka boynumu ne acıtırdı ne acıtırdı hatırlıyorum. Sanırım kola ile sertleştiriyordu annelerimiz, iyi ama neden öyle yaparlardı ki? Yani o yaka azıcık yumuşak olsaydı da rahat etseydik olmuyor muydu, yok demek olmuyordu. İp gibi düzgün ve bembeyaz olmalıydı yakalar, “yakası buruşuk ve kirli çocuğun annesi!” ezikliğini yaşamak istemiyordu anlaşılan o dönemin kadınları. İyi de ben sınıftaki bazı kızların dantelden yakalarına hayran hayran baktığımı da çok net hatırlıyorum. Onların annesi ne güzel örme yakalar yapıyordu yumuşak yumuşak, bizim annelerimiz, yani çoğunluğun anneleri niye yapmazdı ki? O dönem bu sorunun yanıtını bilmiyordum, ama şu an bu konuyla ilgili sayfalarca yazı yazabilirim...

Sınıflar arası yaka sorunsalı

Toplumsal sınıfların ayrışmasının  küçük belirtilerinden biriymiş bu yaka meselesi, ve nasıl da kazınmış belleğime. Sınıflar arası fark ne acı bir şeyse artık, küçücük çocukken gördüklerini yıllarca unutamıyorsun, ne büyük travma!

Aslında şimdinin gözlüğünden bakıldığında ne kadar masum görünüyor değil mi, alt tarafı örme yaka, pahalı bir şey değil, sadece el emeği. Ama o gün için öyle değildi işte, okulda herşeyin tek tip olduğu dönemde o dantel yakalı kızlar, diğerlerinden ayrıcalıklı olduğunu gösterirlerdi sanki, bildiğin “biz üst sınıfız, daha zenginiz, daha aristokratız” tavrının küçük bir emaresiydi bu yaka mevzuu. 

Sadece yaka mı, kokulu silgiler, değişik kurşun kalemler ve ille de keçeli kalemler! 
Bazı çocukların çantalarında 12'li, hatta 24'lü keçeli kalemler olurdu, ben ne kadar da özenirdim! Oysa ki keçeli kalem dediğin şey saçmadır, deftere yazarsın, sayfanın arkasına geçer, resim boyamaya kalksan boyayamazsın kalem biter hemen, ama işte her çocukta yoktu ya, gözümüzde büyüyordu o rengarenk keçeli kalemler. 

Belki de bu yaşımda hâlâ kırtasiye dükkanlarını gezmeyi sevmem, evde çeşit çeşit, renk renk kalem bulundurmam, güzel kırtasiye malzemesi görünce işime yaramasa da dayanamayıp almam o günlerin etkisidir, kimbilir!

Evdeki kalemlerim


Benim öyle renkli kalemlerim hiç olmadı çocukken, bir tane kurşun bir tane de kırmızı kalemim vardı o kadar. O kalemleri kaybetmek söz konusu bile olamazdı, yedekleri zaten yoktu, bittikçe alınırlardı, kalemlere özenle bakılır, küçülüp ele sığmazlarsa eğer, uçlarına tükenmez kalem kapağı geçirilip kullanılırdı, hatta bazı çocukların küçülen kalemlerin arkasına permatik sapı takıp uzattıklarını da hatırlıyorum, kimse de ayıplamazdı. Tutumlu olmak kabul gören bir değerdi çünkü, varlıkla hava atmak ayıptı, ne güzel insani değerlerdi bunlar.

Kurşun kaleme tükenmez kalem kapağı takmak


Bir de çanta konusu vardı, öyle yok barbili çanta, yok süpermen çantası, yok çekçekli çanta, yok sırt çantası.. Bizde çanta denilen şey abladan kardeşe geçen siyah kilitli, bildiğiniz evrak çantası gibi bir şeydi, ben lisedeyken  ancak omza takılan çantam olmuştu. Senelerce kullanılır, yırtılmadan da atılmazlardı, zaten sağlam çantalardı, yırtılmazlardı ki, özenle kullanmamız da cabası!
 Dedim ya abladan kardeşe geçerdi önlükler de çantalar da! O zamanlar Türkiye tarımda ve hayvancılıkta kendi kendine yeten bir ülkeydi, bununla gurur duyulurdu, şimdiki gibi ineklerin yiyeceği samanın ithal edilebilme ihtimali hayal bile edilmezdi, iyi ki de öyleydi!

Günler bir "sarmal yay" gibi geçti gitti...
Biz büyüdük ve globalleşti dünya!

Bana sorarsanız, doğanın hunharca katledildiği, her yere betondan leş gibi iğrenç binaların yapıldığı, her şeyin ama  her şeyin iki dakikada tüketildiği şu modern(!) zamanlarda yaşamaktansa, keçeli kalemin olmayıverdiği, sert kolalı yakalarla dolaşılan o günleri elbette tercih ederim. 

Söyleyecek laf bitmez, artık susma vaktidir!

Benden bu günlük bu kadar, anlatın bakalım sizin çocukluğunuzdan neler kalmış geriye, merakla bekliyorum.

Sevgiyle kalın efendim, insanlıkla kalın, özünüzle kalın...



15 Eylül 2014 Pazartesi

Microsoft Minecraft'ı Dudak Uçuklatan Rakama Satın Aldı


Elde ettiği satış rakamıyla, sahip olduğu çok geniş kullanıcı kitlesiyle dikkatleri üzerine çeken Minecraft'ın geliştiricisi Mojang stüdyosu Microsoft tarafından satın alındı.







Daha önce satış görüşmeleri dedikodudan öteye geçmeyen bu hadise nihayet gerçekleşti. Microsoft bu satın alma için tam 2.5 milyar dolar gibi dev bir meblağı Mojang kurucularına ödeyecek. İnternet fenomenlerimizden

Türk Yıldızları Gürültü Tweetine Fena Cevap Verdi


Konya'da Türk Hava Kuvvetleri'ne bağlı akrobasi timi Türk Yıldızları tarafından yapılan ve  nefes kesen gösteri sonrası heyecanlanan vatandaşlardan birisi pek de heyecanlanmamış hatta yapılan gösterilere sitem dolu bir twit ile tepki göstermişti.







Gösteriler sırasında oluşan "gürültüden" dolayı çocuğunu uyutamadığını söyleyen bir bayan vatandaşımızın attığı twite karşılık olarak Türk

14 Eylül 2014 Pazar

State of Wonder


Ann Patchett'in Bel Canto adlı romanını okuyup çok beğenmiştim. Yazarın geçtiğimiz yıl çıkan son romanı State of Wonder'ı hemen okuma listeme ekledim. Aldıktan bir yıl sonra sonunda artık zamanı geldi, okudum. 

Roman Amazonlarda geçiyor. Çok ileri yaşlarında bile gebe kalıp sağlıklı bebekler dünyaya getirebilen bir kabilenin sırrını çözerek tüm dünya kadınları için bir ilaç geliştirmek isteyen bir grup araştırmacı ormanın derinliklerine kamp kuruyor. Ekibin lideri, şahsına münhasır, ters, duygusuz, bana ayak bağı oluyorsunuz diyerek telefon kullanmayı bile reddeden bir jinekoloji profesörü. Onunla aynı ilaç şirketinde çalışan başkahramanımız Marina ise bu profesörün eski öğrencisi. Aksi profesörü ikna etmek ve ilaç konusundaki gelişmeleri öğrenmek için Marina'nın oda arkadaşı, Dr. Eckman Manaus'a gidiyor fakat aylar sonra oradan kendisi değil iki satırlık ölüm haberi geliyor.  Neler olduğunu öğrenmek için bu sefer Marina yollara düşüyor ve olaylar gelişiyor.

Roman bir ölüm haberiyle başlayıp sanki her şey çok hızlı gelişecekmiş izlenimi verse de hiç öyle olmuyor. Geçmişe dönüşlerle, duygu-düşünce tasvirleriyle sayfalar ilerliyor. Her adımda ana karakterin duygu dünyasının en derinlerine dalıyoruz. Bir yerden sonra hem okuyuzu hem de Marina için sabır ve beklemek en temel uğraşlar oluyor. İki şey devam etmenizi sağlıyor: yazarın incelikli anlatımı ve merak uhnsurları. Amazonlardan aksi profesörün gizemine, doğurgan kabileden Eckman'ın başına ne geldiğine kadar pek çok şey de merak salıyor insanın içine.

Böyle sayfalar ilerleyip giderken yine de ''Ne oluyor yani? ne anlatıyor bu kadın bana? Olayımız ne?'' demekten kendimi alamadım. Amaçsız, güzel ama dağınık, yönsüz bir öykü gibi duruyordu. Bunu toparlamak için çok iyi bir final lazım diye düşündüm, bütün bunlara bir bütünlük ve anlam katacak beni şaşırtıp düşündürecek bir son. Yazar gerçekten de sürpriz bir son hazırlamış. Aslında final sürpriz değildi bence ama bu sonun gelişimi, zavallı Easter'ın durumu vurucu olmuş gerçekten.

State of Wonder sevmeyi isteyerek okuduğum, yazarın dilinden çok zevk aldığım ama öyküsünü yönsüz ve hedefsiz bulduğum bu yüzden hayal kırıklığına uğradığım bir roman oldu. Bu yaşanmış bir hikaye olsaydı yazarın anlatımdaki gücüne ve çekip çıkardığı öykünün ilginçliğine tam puan verip kitabı başarılı bulabilirdim. Oysa ister istemez kitabı Bel Canto ile karşılaştırıyorum ve çaresizce beklemekten oluşan ve tamamı bir villanın içinde geçen bir rehine öyküsünde bile daha fazla heyecan, daha fazla bir hedefe akan bir roman vardı diye düşünüp State of Wonder'ın puanını kırıyorum.

Maalesef Ann Patchett Bel Canto dışında (ki onun da artık baskısı yok) Türkçeye çevrilen bir yazar değil. Bu nedenle bu kitabın da Türkçeye çevrileceğini sanmıyorum. 

13 Eylül 2014 Cumartesi

Benim Adım Gültepe'nin Karnesi: Otur sıfır!

Hatırla Sevgili'yi çok sevmiştim, Çemberimde Gül Oya'ya bayılmıştım, Öyle Bir Geçer Zaman Ki'nin özellikle ilk sezonu gayet güzeldi. Şimdi bu başarılı örnekleri izlemişken, ağır arabesk kokan, seksenli yıllarda geçmesine rağmen ilk iki bölümden anlaşıldığı üzere geri plandaki tarihi-politik gerçeklere hiç mi hiç dokunmayan, gergin ve acayip negatif karakterlerle dolu bir dizi dönem dizisi midir, bence değildir. Sevebilir miyim peki ben?
Üzgünüm sayın yönetmenim ve sayın yapımcı, sevemem; bünyeye ters, dokunur, ağır acılı arabeske alerjim var!

Benim Adım Gültepe dizisi


“Benim Adım Gültepe” adlı diziden bahsediyorum evet. İlk bölümü Ayça Bingöl (Gülümser) ve Mete Horozoğlu (Eşref) hatırına izledim ve onlarca karakteri tek bölümde anlamaya çalışarak oldukça ambale oldum. Hadi bir şans daha vereyim dedim, ikinci bölümü de izledim ama yok, sevmedim ne hikayeyi ne de karakterleri! Herşey çok abartılı, çok ağlak, çok gergin, çok negatif, yani çok ama çok arabesk! Zaten günlük hayatta yeterince sorun varken, pardon akşamları niye ekstra geriyorsunuz ki insanları televizyon karşısında? Bu ne biçim dizi böyle, korku filmi çekseniz daha iyi, bari bu çektiğiniz karmaşık acılı arabeskin adına “Dönem Dizisi” deyip de insanları kandırmayın!



Gülümser- Ayça Bingöl

Olmadı Cemile, otur sıfır!


Seni tiyatroda izlemiştim ilk, “Bana Bir Picasso Gerek” oyununda hayran olmuş ve sırf sen varsın diye Öyle Bir Geçer Zaman Ki'yi izlemiştim Ayça Bingöl. Şimdi fark ediyorum ki meğer sana Cemile olmak o kadar yapışmış ki, Gülümser olarak hiç kabul edemedim doğrusu. O uzun ve siyah saçlar olmamış bir kere, sanki peruk gibi iğreti duruyor.
Ailesini koruyan, özverili, dimdik ayakta duran Cemile'den sonra kocası hapiste yatarken, ergen oğlunun duygularını da hiçe sayarak mahallenin dolmuş şoförüyle kırıştırmak sana hiç yakışmamış! Dolmuşta Orhan Gencebay şarkısı söylediğiniz sahne mesela, yönetmen vakit doldurmak için bu sahneyi uzattı da uzattı, uzattı da uzattı, sense sırıtıyordun o sahnede üzgünüm. Cemile gibi bakıp Gülümser gibi davranmaya çalışan silik bir kadın olup çıkmıştın, neredeydi o Cemile'nin heybeti, sahne bitse de kurtulsak dedim, olmadı Cemile, sen Gülümser olamadın benim gözümde! Otur, sıfır!

Seyfi - Ekin Koç

Tek ayak üzerinde bekle Seyfi - Ekin Koç, cezalısın!

Gelelim sosyal medyada binlerce fanı olan ve benim ilk kez izlediğim Seyfi karakterindeki Ekin Koç'a.
Oyunculuğunu da oynadığı karakteri de hiç sevmedim, hayran kitlesi kusura bakmasın. Bu nasıl abartılı bir karakterdir arkadaş! Sanki sinir hapı almış bir kutu, içmemiş de yemiş gibi! Ona kızıyor buna kızıyor, herşeye isyan ediyor. Annesi babası yıllarca zengin bir ailenin yanında çalışmış, gidiyor bu Seyfi “çalışmayacaksınız burada” diye zengin evini basıyor. Sanki annesi “tamam çalışmayalım” dediğinde ne yapacaksa, nasıl para kazanacaksa! Annesi “herşey sen oku diye oğlum!” diyor ama bu isyankar ne idüğü belirsiz karakter ona da bağırıyor: “Abimi okutsaydınız, niye okutmadınız? Ben okumuycam” diyor. Hamallık yapan abisine de kızıyor hamallık yaptığı için, aslında belli ki utanıyor da O'nun ezik hallerinden. İçinde bulunduğu sınıfa bir isyanı var anladık da boş bir isyan, belli ki büyüyünce pis işlere dalıp para kazanacak, senarist de buna zemin hazırlıyor. Ama bu kadar da belli edilmez ki, böyle de kaba saba anlatılmaz ki!
Sanki yönetmen “sinirlen koçum, herşeye sinirlen!” demiş, bu Seyfi denilen Ekin Koç da ona buna dalıp duruyor.. Yahu daha ikinci bölüm, azıcık bu karakterin normal halini görseydik, ne bu şiddet bu celal! Olmamış, bu Ekin Koç da olmamış, çok sırıtık bir karakter, hiç sevmedim kendisini. Yine Öyle Bir Geçer Zaman Ki'den örnek vereceğim gerçi ama orada da Mete karakteri vardı mesela. O da sinirliydi, O da ota çöpe dalardı, kavga çıkarırdı kızınca ama zaman zaman güzel de bakardı, insani bir tarafı vardı, arada ağlardı, şarkı söylerdi. Bu Seyfi ise kinli kinli bakıyor her şeye, insanı varlığı ile geriyor, anlamsız bir isyanı var, kız arkadaşına bile sevgi ile bakmayı beceremiyor. Bence senarist eksik yazmış bu karakteri, tiner vermeliydi eline, ya da alkol şişesi olmalıydı elinde hep! Ayık kafa ile bu kadar sinirli olunmaz, hem de o yaşta!
Bu nedir böyle saatli bomba gibi karakter koyup izleyiciyi gererek ne yapmaya çalışıyorsunuz ey yönetmen ve senarist, acılı arabesk olur da bu kadarını Acıların Kadını Bergen bile yapmamıştır!

Sen de sıfır aldın Seyfi, derhal kendine biraz çeki düzen ver, cezalısın, tek ayak üzerinde bekle kenarda!



Eşref - Mete Horozoğlu

Alkışlarım Eşref karakterindeki Mete Horozoğlu'na gitsin!


Dizide beğendiğim birkaç karakterden biri Öyle Bir Geçer Zaman Ki'nin Soner'i, bu dizinin Eşref kabadayısı Mete Horozoğlu. Gerçekten de çok iyi bir oyuncu olduğunu yine kanıtladı. Davranışıyla, ses tonuyla, bakışıyla mahallenin ağır abisi Eşref'e tam oturmuş. Alkışlarım Mete Horozoğlu'na gitsin. Evet öyle bir mahalleye böyle bir ağır abi yakışırdı bence de, hikayesinde belli ki eski bir aşk da var, en azından balıklama dalıp anlatmadı şimdilik yönetmen. Bu tip olmuş, hikayede ayakları yere basan bir karakter olarak göz dolduruyor. Zaten başka da olan pek bir şey yok ya neyse..
My Oscar gooess toooo Eşrefff!

Halil- İlker Kızmaz

Gülümser'in sevgilisi dolmuş şoförü Halil - tam bir aptal aşık!

Sıra geldi Gülümser'in sevgilisi dolmuş şoförü Halil rolündeki İlker Kızmaz'a. Benim için hikayede olsa da olur, olmasa da olur kendisi. Neden mi? Hani bazı insanların yüzüne bakarsınız onları seversiniz, bazılarını da direkt sevmezsiniz.. Yani bir şekilde negatif ya da pozitif enerjileri geçer insanların size. Ama işte bir de üçüncü kategorideki tipler vardır ya, bakarsınız bakarsınız anlayamazsınız adamın iyi mi kötü mü olduğunu, yani sanki enerjileri yoktur bu tiplerin. İşte tam da böyle nötr bir tip benim için bu Halil'i oynayan İlker Kızmaz. Ne sevdim ne de sevmedim kendisini ve oyunculuğunu. Baktım baktım baktım yüzüne, bana hiçbir şekilde duygu geçiremedi.
Oyuncusu bir yana, Halil karakterinin aptallıklarına, ağdalı arabesk tavırlarına dizi izleyicileri bundan sonraki bölümlerde nasıl katlanır cidden yorum yapamıyorum. İlk iki bölümde Halil'e katlanamadım şahsen ben.
Örnek mi, ikinci bölümün başında uzadıkça uzayan Halil'in ilan-ı aşk sahnesi mesela, arabeskin dibine vurmuştu o sahne ve gerçekten de içim bayıldı. Bu sahnede bu Halil, Gülümser'in hapisteki kocası için “Refikabinin çok iyiliğini gördüm, ben de istemezdim O'nun karısına göz dikmeyi” gibi bir cümle söylüyor. Öyle bir mahallede hem delikanlı geçineceksin, hem de sana abilik eden adam hapse düşünce karısına aşık olacaksın! Bir kere böyle bir şey delikanlılığın kitabında yazmaz! Bu kadarını Ferdi Tayfur abimiz bile yapmadı zamanında, aşkını yüreğine gömdü hep. Gönül ferman dinlemez hesabı yapmış senarist, abartmış da abartmış hikayeyi. Bu Halil dedim ya biraz da salak, arıyor jetonlu kulübeden Gülümser'i, telefona Gülümser'in oğlu Gülali çıkıyor “Baba baba baba “diyor, belli ki cezaevinden babası arıyor da hat düşmüyor sanıyor. Bu Halil telefonu kapatıyor, iki saniye sonra bir daha arıyor ısrarla, sonra da telefona çıkan Gülümser'e “sensiz yapamam” diye ağlıyor. Yahu be salak Halil, liseli aşık mısın, belli ki Gülali denilen sevgilinin çocuğu babasını çok seviyor, belli ki telefonun yanında bekliyor ve babası aradı sanıyor, ya sevgiline fütursuzca ve gereksizce ilan-ı aşk ederken seni telefondan duyarsa! Nasıl olur da böyle saçmalarsın! Bu sahneden, ilerideki bölümlerde Gülümser'in oğlu Gülali'nin bu Halil salağına düşman olacağını anlamak için çok da düşünmeye gerek yok anlayacağınız. Yani ne diyeyim, gereksiz gereksiz ayrıntılardaki gereksiz gereksiz saçmalıklardan küçük bir örnek işte size..
Yani sonuç olarak ne diyoruz; otur Halil, sen de bütünlemeye kaldın!

Suna - Evrim Alasya

Sırıtan bir karakter daha, Suna - Evrim Alasya!

Bu Suna, anladığım kadarıyla kız kardeşinin aşık olduğu adamı bir şekilde entrika çevirerek elde edip evlenmiş, iki çocuk doğurmuş, nedenini bilmediğimiz bir şekilde kocası öldükten 40 gün sonra da kendine zengin bir sevgili bulup mahalleyi terk etmiş. Sonra da mahalleye hiç uğramamış. Aradan en az 17-18 yıl geçmiş ve nikah yapmadığı sevgilisine aniden kızıp yaşadığı ultra lüks hayatı terk ediyor ve bir kamyonete eşyalarını yükleyerek babasının iki göz odalı gece kondusuna geri dönüyor. Üstelik kocasını elinden aldığı, sonrasında yaşlı bir adamla zorla evlendirilen kız kardeşi o evde yaşarken ve kendisini istemezken! Hikayede aykırı tipler olsun diye yazılmış Suna karakteri belli ki ama saçmalığın böylesi az görülür gerçekten de! Zira 17-18 yıl ultra lüks hayat yaşayan bir kadının cüzdanında sadece 100 lira ile evden ayrılması abes değil midir? Öyle bir kadın, en azından çocuklarının geleceğini düşünerek kenara para koymaz mı? Kenarda köşede kötü günler için takısı pırlantası olmaz mı? Üzerinde ipekli giysiler, elinde abiye çanta, sivri burunlu pabuçlarla yıllarca kendine hizmetçilik eden kadının mahallesine taşınacaksın, biz de “vay be kadere bak!” diyeceğiz öyle mi? Sevgili hakimiyetinden baba hakimiyetine, daha doğrusu baba parası yemeğe gideceksin, bu kadar işe yaramaz ve kendine bakamaz zavallı bir kadınsın yani! Kül yutmaz seyirciye denk geldiniz bu sefer, yemiyoruz maalesef! A be Suna, onca sene bir arkadaş da mı edinemedin kendine, ara dönemde geçici olarak zengin arkadaşlarına gitmeyi de mi düşünemedin?  İlle de bir erkeğin parasını yemen mi icap ediyor? 17-18 sene aramayıp sonra baba evine nasıl dönersin? Kadın bu kadar aciz bir yaratık mıdır?

Bu karakterde senarist iyice saçmalamış bence. Hele ki Suna rolünü oynayan Evrim Alasya'nın şan sesiyle kızına bağırmasına hasta oldum. Gecekondu ortamı ile ne güzel tezat oluşturdu o ses, ne diyeyim ben izlemeyeceğim nasılsa bundan sonrasını, izleyenlere sabır diliyorum..
Suna'cığım üzgünüm senin o ipekli giysilerle Med Cezir'de olman gerekiyordu, yanlış dizidesin, setleri mi karıştırdın yoksa? Derhal özüne dön, sıfır aldın tabii ki!

Murat -  Tolga Sarıtaş

Suna'nın oğlu Murat – Tolga Sarıtaş, sen de olmasan ne yapardı izleyici?

Dizideki en pozitif karakter olduğu için kendisini kutluyorum. Suna'nın kitap tutkunu, yumuşak huylu, temiz bakışlı oğlu Murat, dizinin gergin, arızalı tiplerinden sonra insana ilaç gibi geliyor. Belli ki mahallenin bıçkın çocukları tarafından çok ezilecek, okulda dışlanacak, ama senarist eğer “iyiler hep kazanır” düsturuyla hareket ederse, yani bu karakteri harcamazsa ileride mahallenin saygın bir kişiliği olabilir, neyse izleyenler yorum yazar artık bana, dedim ya ben bu diziyi izlemeyeceğim.
Ne diyoruz, aman Tolga Sarıtaş aman diyelim Murat o mahallede bozulmasın, sen bizim sınavı geçtin, sen de olmasan dizi izleyicisi insanlıktan uzaklaşacaktı, seni de tebrik ediyorum, sen oturma gez dolaş, beş aldın..

Basri -  Hakan Kısrak

Hamal Abi Basri – Hakan Kısrak

Bir insan hamal olduğu için bu kadar mı ezik olur? Alın teriyle kazanılan her para insanın başını dik tutmasını sağlar diye biliriz biz. Oysa yönetmen Basri'yi öyle ezik göteriyor ki, acaba arkada başka bir neden mi var, çocukluğunda bir travma mı yaşamış bu karakter diye düşünüyor insan.. Hakan Kısrak daha önce Sultan adlı dizide de böyle ezik bir karakteri oynuyordu, bu kadar mı denk gelir üst üste? Olmamış yani, çok abartılmış bu abinin psikolojisi de.

Aslında dizide konuşulacak çok karakter var daha ama fazla da başınızı ağrıtmayayım şimdi. Mesela seksenli yıllara ayıp olmasın diye Şafak Başkaya'nın oynadığı Fuat Hoca karakteriyle azıcık solcu sos dökecekler belli ki diziye ama muhtemelen etliye sütlüye fazla karışmayacakları için Fuat Hoca karakteri de arada kaynayacak, daha doğrusu bir aşk üçgenine kurban olacak gibi görünüyor.

Benim bildiğim böyle içiçe geçmiş hayatların yaşandığı mahallelerde hayat zor da olsa neşe olur, ne bileyim kadınlar kapı önlerinde çekirdek çitleyip dedikodu yaparlar, sokak düğünleri olur, kızlar oğlanlar gizli aşklar yaşarlar. Bu dizide ise ağır bir “underground” havası var, mesela Ağır Roman'daki hayatlar daha zorluydu ama eğlenceliydi de. Benim Adım Gültepe'de ise herkes topluca intihar edecek gibi, zorla yaşıyor gibi, ağır ağdalı bir umutsuzluk hakim.

Umutsuz yaşanmaz sayın yönetmen Zeynep Günay Tan ve sayın senarist Vural Yaşaroğlu!

İnsanlara böyle karamsar tablolar göstererek, hayal dünyalarına karabasan gibi çökerek kazandığınız paraları yerken lokmalar boğazınıza dizilir sonra! Bu halk evinde akşamları televizyon izleyerek kafasını dağıtmaya çalışırken kabus senaryolar izleterek, reyting yapma kurnazlığına düşerek yanılıyorsunuz. Orhan Kemal de fakir hayatları anlatır, ama umudu da işler. Yaşar Kemal de fakir hayatları anlatır ama o öykülerdeki kavga sahicidir, böyle ucuz senaryolarla bu halkı uyutmaya devam etme çabalarınızın karşılıksız kalacağını umut ediyorum.

Kusura bakmayın, belki de çok yükleniyorum size, çünkü evet herkes bir Çağan Irmak olamıyor! Hayatın içinde elbet hüzün de var ama hayatın içindeki hüzün arabesk değil. Onu ağdalaştıran sizin bu hastalıklı bakış açınız, umarım sayın yönetmenim ve sayın senarist beni anladınız.

Dedim ya, bu halk bu kadar arabeski hak etmiyor!