Önce çok heyecanlandım, oyun başlayınca bu heyecanım coşkuya dönüştü. Sahnedeki sanatçılarla benim aramda sanki bir sır vardı ve bu sır yavaş yavaş açığa çıkıyor gibiydi. Tam da öyleydi. Ben biliyordum ne söyleyeceklerini, onlar da biliyorlardı ve söyledikleri anda sırrımızı artık herkes öğrenmeye başlamıştı. Neydi bu sır, çok mu önemliydi, hayır değildi diyemeyeceğim, önemliydi elbette. İnsanların, kameraların, kayıt cihazlarının önünde açığa çıkıyordu, sadece bir kişinin kafasından geçenler, ne müthiş bir duygu!
Düş gücümle canlandırdığım karakterler ete kemiğe bürünüyor, sözcükler imgesel düzlemden adeta havalanırcasına uzaklaşıyor ve gerçek bir sese dönüşüyordu, kolay değildi elbette.. Televizyonlarda, sahnelerde bir hayal gibi gördüğümüz, sanki başka dünyalardan bizlere seslendiğini varsaydığımız sanatçılar aracı oluyordu bu dönüşüme... Ne müthiş bir duygu!
Oyun ilerledikçe şaşkınlığım biraz azaldı ve ben, daha da keyif almaya başladım. Çünkü oyunun yaratıcı süreci ikinci evresindeydi artık. Oyuncular, yazdığım metne kendi duygularını, kendi yorumlarını ilave ederken, sanatın ne kadar muhteşem bir olgu olduğunu bir kez daha anladım... Bu sürece kim elini uzatsa, kendinden bir iz bırakıyordu çünkü. Sonrası Edip Cansever'in dediği gibi:
“...Derken karanfil elden ele...”
Hepimizin bir misyonu var bu hayatta; kimileri oynuyor, kimileri de anlatıyor. Ben anlatan tarafta görüyorum kendimi. Hele bu oyun sahnelendi ya, daha da yazasım geliyor artık! Hep yazayım, oyun olsun, film olsun, roman olsun istiyorum. İnsan kendisinin yöneticisi olarak hayal gücünü seçerse böyle oluyormuş demek ki, bir kere dizginleri ele alınca hiç bırakmıyor şakacı şey!
Şaşkınlığım ve elimi kolumu nereye koyacağımı bilmezliğim giderek artıyor bu yüzden...
Sahi bundan sonra ne olacak?
...
...
Meraklısı için kitap burada:
kitap |
Bu süreç nasıl gelişti yazısı da burada:
Sevgilerimle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder