31 Mart 2015 Salı

Flaş Flaş Flaş! Kesintinin nedenine inanamayacaksınız!

Dün biliyorsunuz 77 ilimizde elektrikler aynı anda kesilmiş, Amerikalıların ancak dizisini izledikleri Revolution'ı hayata geçirmeyi başararak, adımızı tarihe altın harflerle yazdırmıştık.

Enerji Bakanı Ahmet Güneş, biraz önce nihayet ağzından baklayı çıkardı! Ben de belki duymayanlar olmuştur diye açıklamayı hemen size iletmek istedim. Bakın neler dedi:

Sayın ve çok değerli vatandaşlarımız, geçen sene de biliyorsunuz trafoya kedi kaçmış ve elektrikler kesilmişti. Bu seneki kesintiler ise çoook uzaklardan, uzaydan geldi. Evet yanlış duymadınız, uzayda bizi çekemeyen rakiplerimiz, “bu Türkiye denilen ülke nasıl bu kadar yüksek standartlara ulaşır, bunların ilerlemesine bir dur dememiz lazım!” diyerek gelip Ankara'daki şalteri indirmişlerdir. Bunu nereden mi biliyoruz, şalterin yanına bir mektup bırakmışlar. Evet böylece uzaylıların Türkçe konuşabildilerini de öğrenmiş olduk.

Bu arada çok önemli bir bilgiye daha ulaştık. Geçen sene tam da seçim günü trafoya girerek elektriklerin kesilmesine neden olan kediler de meğer uzaylıymış!”

Elbette bu saldırının karşılığını misli ile vermeyi düşünüyoruz, önce şu nükleer santralleri bir kuralım hele!

Nasılsa sizler birer ko... pardon ko-caman insanlarsınız, her zaman olduğu gibi bu dediklerime de inanırsınız, hepinizi sevgiyle kucaklıyorum, siz olmasanız ben de olamam...”


Seneye bugün daha farklı bir haberde görüşmek üzere...


April fools!



30 Mart 2015 Pazartesi

Bir Bilet Al


Gezi kitaplarını severim, gezmeyi daha çok severim. Bu yüzden elime bir paket kitap geçince içinden önce Gizem Altın Nance'ın Bir Bilet Al adlı kitabını okumaya başladım. Bu kitap Nance'ın yirmilerinin başında yaptığı 1 aylık Avrupa gezisini anlatıyor. Seyahatini interail ile yapmış. Öyle bir tren bileti düşünün ki bir süreliğine belirli bir bölgede istediğiniz kadar trene binebiliyorsunuz. Böyle olunca da ucuza çok yer görülebiliyor, geziniz bir yol macerasına dönüşüyor. Nance bu yolculuğundan o kadar zevk almış, bunun kendisini o kadar büyütüp geliştirdiğini düşünmüş ki bunu yazayım herkes benim gibi sırt çantasını alıp kendini yollara vursun demiş.

Kitap amacını göz önünde tuttuğunuzda çok, çok başarılı. İnsanı gezmeye teşvik eden, nereden başlayacağını bilemeyenlere ip ucu veren bir tarafı var kitabın. Çok kolay okunuyor. Nance konuşur gibi yazmış, yazdıkları da yayından önce de çok cilalanmamış. Bana tarzı bazen fazla ergan işi gelse de sevdim. Ayakları şiş, yarı aç ama keyfi yerinde genç bir kadının sesini duyuyorsunuz satırlarda. Aralara serpiştirilen fotoğraflar belki Nat Geo etkileyiciliğinde değil ama kanlı canlı, hakiki fotoğraflar. Kitabı zenginleştiriyor. Keşke bir de yazarın yaptığı rotayı harita üzerinde gösteren bir görsel olaymış.

Bu kitabın ilk kısmıydı. İkinci kısım "Rehber" adını taşıyor. İnterail'den konaklamaya, vizeden yanınıza almanız gereken şeylere kadar pek çok konuda bildiklerini ve tecrübelerini aktarıyor. Bence bu bölüme rehber demek iddialı olur. Bu kısım daha çok "Sık Sorulan Sorular" bölümü gibi. İlk anda merakınızı giderecek ve işe nereden başlamanız gerektiğini gösterecek bir başlangıç burası.

Başta bu kitaba bir gezi kitabı dedim ama anı kitabı desem daha iyi. Çünkü yazar gidip gördüğü yerlerden çok başından geçenleri, duygularını, düşüncelerini aktarıyor. Gezdiği şehirlerle ilgili bilgi çok sınırlı. Anlatım son derece öznel, sistemli de değil. Aynen yazıldığı gibi bir günlük kadar sistemli ancak.

Yeni fotoğraf makinamla hiç anlaşamıyoruz.
Ben kitapta bahsedilen şehirlerin (Paris, Nice, Sevilla, Barselona, Madrid, San Sebastian, Roma, Floransa, Milano, Venedik...) hemen hepsine gittim. Kimine yazarın yaptığı gibi bir sırt çantasıyla, az parayla, elimde sandviç, hostellerde kalarak, her yere yürüyerek... Kimine cebimde bol parayla, lüks restoranlarda yemek yiyerek, hatta kilo alarak, müzeleri boş verip mağazaları dolaşarak... Yazarın bazı yorumlarına katılıyorum bazılarına katılmıyorum. Mesela bence Venedik'in huzurla ilgisi yok. Çok ilginç, manzara olarak çok güzel ama sırf turistler için yaşayan, turistlerle dolu, hatta tıklım tıkış bir yer. 

Diğer bir konu da bence az parayla gezmek romantize edilecek bir şey değil. Azim takdir edilebilir, zorluklarına değer denebilir, bu açıdan övülebilir ama param varsa da otelde kalırım arkadaşım. Sırf başka turistlerle kaynaşacağım diye 10 kişinin yattığı  yere 11. olmam. Belki o yatakhanelerden hevesimi aldığım içindir, belki de yabancılara doyduğum içindir. Yemekleri ekmek arası geçiştirerek bir gün fazla kalabilirsiniz ama bir gün az kalıp ödüllü bir bistroda dört başı mağmur yöresel yemeğe parayı bayılırsanız o ülkeyle ve kültürüyle ilgili de çok şey öğrenebilirsiniz. Evet her güzel şey parayla değil ama üzücü olsa da bazı güzel şeyler ancak parayla.

Neyse artık ne istediğiniz size kalmış, kesin olan şey gezmek güzel şey. Yola çıkmadan şunlara da göz atabilirsiniz:

Shakespeare and Company


Not: Bu kitap Esen Kitap tarafından gönderildi. Yorumlarımın objektif olmasına özen gösterdim. Hem gönderi hem de anlayışları için teşekkür ederim.

27 Mart 2015 Cuma

Para ile olan ilişkimi itirafımdır!

Başlarda O'nunla olan ilişkim itiraf edeyim genel geçer bir gönül ilişkisi gibiydi. Aramızda bir bağlılık yoktu anlayacağınız. Her ayın ilk günlerinde bana misafir olurdu, birlikte güzel vakit geçirirdik, bir kaç gün sonra da uçarı bir kadın edasıyla sessizce yok olup giderdi...

Gittiğini, bittiğini anlamazdım bile; ardından bakmazdım da itiraf edeyim. Çok önemli değildi varlığı benim için o günlerde. Evet değerliydi ama özel değildi, olsa da olurdu, olmasa da olurdu. Çok gençtim çünkü, bitmez tükenmez bir enerji ile gece gündüz çalışıyor ve iyi de kazanıyordum, kaygısız bakardım dünyaya o zamanlar.

Ânı yaşama sözünü yanlış anlamıştık!
Arkadaşlarım da benim gibiydi. Bir yemeğe gitsek- ki evde yemek yapmazdık pek, dışarıda yerdik çoğunlukla- kendi aramızda “olmaz, lütfen ben ısmarlayayım!” diye tartışmaya girerdik her seferinde. Herkesin yediğini içtiğini kendisi ödemesi ayıp karşılanırdı. Bu kötü bir şey değildi evet ama, nereye kadar böyle gider düşünmezdik pek. Tek derdimiz iyi vakit geçirmekti, o günü yaşayalım gerisi önemsizdi bizim için. Bir “ânı yaşama” lafı tutturmuş gidiyorduk kendi aramızda. Para konusunda azıcık tutumlu olanlara yapıştırıverdik yaftayı hiç düşünmeden:

“Ayy Zeynep mi, bırak O'nu ya, cimrinin tekidir O! Bir kere bile yemek ısmarladığını görmedim, maaşının çoğunu bankaya yatırıyormuş, O'nunla konuşulmaz bile...!”

Bu cimrilik değil!
Gözü peklik mi, cahil cesareti mi?

Şimdi düşünüyorum da amma da gözü karaymışım o günlerde. Gözü karalık da değil, tam anlamıyla cahil cesaretiymiş yaşadığım. İnsan aldığını harcayıp kenara hiç koymazsa nasıl güvenir ki geleceğe, bırakın geleceğe güvenmeyi geceleri nasıl rahat uyuyabilir? Şu anda günlük yaşamak bir yana, öyle bir hayatı hayal bile edemiyorum gerçekten de!

Çeyrek al, kenara koy!

Ablam çok söylerdi, çeyrek al kenara koy, zor günlerinde lazım olur derdi, evet evet haklısın diye geçiştirirdim. Sonra sonra galiba sanırım biraz da hayat öğrettiği için, mantığıma yatmaya başladı para biriktirmenin gerekliliği. Zira kocaman İstanbul ürkütücüydü, parasız kalırsan kiranı ödeyemezdin, kiranı ödeyemezsen evden atılırdın. İşten çıkarsan aç kalırdın, kimse sana yardım etmezdi!

İş yerinde altın, dolar günleri!


Şimdilerde hiç rastlamıyorum, hâlâyapanlar var mıdır onu da bilmiyorum. İş yerlerinde, yani fabrikalarda kendi aramızda aylık altın veya dolar günleri yapmışlığımız oldu. Çünkü çoğunluk benim gibiydi, kenarda parası olmayan beyaz yakalı gençlerdik. Daha doğrusu bir zorunluluk olmadan para biriktirmeyi bilmiyorduk, kimse bize öğretmemişti aslında bunu. O altınlar dolarlar da bir şekilde eriyordu gerçi ya, olsun ufak ufak başlamıştım birikim yapmaya.

İlk ciddi birikimim


Hiç unutmuyorum, uzun bir süre maaş alamadığımız bir dönemden sonra acayip bir enflasyon olmuş ve döviz bir gecede fırlamıştı. Aylarca alamadığımız maaşımızı deste deste tutuşturmuşlardı elimize. Çünkü maaş anlaşmamız dolar üzerindendi, içeride biriken dolar maaşımız Türk parası cinsinden acayip katlanmıştı. Ben de daha önce bir arada görmediğim kadar çok olan o deste deste paraları alıp evimizin yakınındaki İş Bankası'na gitmiş, fon ve döviz hesabı açtırmıştım. Sonrasında her ay gidip evimizin yakınındaki İş Bankası'na maaşımı olduğu gibi yatırıp fon almaya, lazım olduğunda bozdurmaya devam ettim. Öyle öyle alıştım para biriktirmeye. Kendime çeki düzen vermeye başladım yavaş yavaş. Bankadaki miktar damlaya damlaya göl olmaya başladığında, hayatımdaki gereksiz harcamalar da kendiliğinden kesilmeye başladı. Asla cimri olmadım evet, ama tutumlu olmanın tadına da varmıştım bir kez. Hayatımdaki ilk araba, sevgili beyaz Uno'ya kavuşmuştum bu sayede...

para biriktirme keyfi:)

Şimdiki aklım olsaydı,

Şimdiki aklım olsaydı evet, çok daha önceleri ayağımı yorganıma göre uzatıp daha tutumlu yaşardım. Özeleştiri yapmak gerekirse, sanırım biraz bilinç eksikliği vardı. Ablamın “altın al, koy kenara”öğütleri muhtemelen asi kişiliğimde ters etki yapıyordu. Daha kurumsal bir yardım alabilseydim, belki para konusunda çok daha erken bilinçlenmiş olurdum.

Paranızı yönetmek için eğitim alabilirsiniz.

Mesela burayı tıklayınca    göreceğiniz platform o günlerde olsaydı, beni eğitselerdi, “hey sen, gel bakalım şu senin bütçeni bir irdeleyelim”deselerdi, düşünmekten bile kaçındığım maddi gerçeklerimle yüzleştirselerdi beni iş hayatımın başlarındayken, belki gerçekten de her şey çok daha farklı olabilirdi. Umarım bu anlattıklarım sayesinde birileri erken uyanır ve hayatına genç yaşlarda çeki düzen vermenin mutluluğunu yaşayabilir.

Paramiyotenetebiliyorum.NET

Eğitim sayfasına tıklarsanız, liseliler, üniversiteliler ve yetişkinler için ayrı ayrı programlar oluşturduklarını göreceksiniz. Ben daha önce hiç böyle bir proje duymamıştım, insanların sağlıklı bir finansal gelecek oluşturmak için bilinçlendirilmeleri hakikaten takdire şayan... Dedim ya, üniversitede iken, hatta lisede iken böyle bir proje ile karşılaşıp bilinçlenmeyi çok isterdim.
Altın Örümcek, CSR Europe, Visa Europe Insights ve KSS Pazaryeri'nden ödüller alan, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı gibi önemli kurumların ortak olduğu bu projeyi inceleyin, ya da yakınlarınızdaki gençlere anlatın derim. Para sizi değil, siz parayı yönettikçe inanın çok daha mutlu olacaksınız.

Sevgilerimle...









24 Mart 2015 Salı

Harç bitti, yapı paydos!


Hep böyle değil midir, ilişki biter, kirli çamaşırlar ortaya dökülür. Oysa ilişki devam ederken taraflardan biri çok çenebaz değilse, genel mahremiyet kuralları geçerli olur.

Misal iş ilişkilerini ele alalım. O işyerinde çalışmaya devam ederken, sevmediğiniz, zaten çoğunluğun da nefret ettiği yönetici hakkında düşündükleriniz, dilinizin ucuna gelse bile içinize atmaz mısınız? Çünkü birine söyleseniz, Allah muhafaza kulağına falan gider, sonra ayıkla pirincin taşını! Kendinizi sıkar, o büyük günün gelmesini beklersiniz.

O büyük gün, rüyalarınıza defalarca giren, hayalini kurduğunuz istifa, yani ayrılık günüdür.

Sonrasında kim tutar sizi? Önünüze gelene anlatırsınız, artık senelerce neleri biriktirdiyseniz dökülür saçılır ortaya. İçki sofralarında yakın arkadaşların kafaları şişirilir. İşyerinde kalan arkadaşlarla buluşma yolları aranır dedikodu yapmak için, yetmez mahkemeye gidilir. En kestirme yol ise sosyal medyada o yöneticiyi rezil etmektir.

ayrılık süreci savaşa benzemez mi?


Bir de bunun karşı boyutu var. O yönetici arkanızdan sizin ne kadar iş bilmez birisi olduğunuzu konuşmaya başlar. Zamanında size yakın olan eski iş arkadaşlarınızdan arkasını sağlama almak isteyenlere de fırsat doğmuştur bu arada. Onlar da başlarlar o “sevmedikleri ama karşısında sustukları” yöneticiye sizin hakkınızda atıp tutmaya:

  • Dosyaları çok karışık, hiçbir şeyi doğru düzgün bırakmamış! ( Seninkiler düzgün mü?)
  • Yarım bıraktığı iş çok eksik, ben yeniden başlayacağım o işe! (Adı üzerinde iş yarım kalmış zaten, tamamlayamamış ki zavallıcık!)
  • O zaten gizli gizli iş görüşmesine gidiyordu! (Açık açık gidip kovulsa mıydı, sana teklif gelse sen gitmeyecek misin sanki?)
  • Giderken bilgisayarındaki bütün dosyaları silmiş! (Hangi dosyalar olduğunu sen nereden biliyorsun? Arkadaşının bilgisayarını mı karıştırıyordun gizli gizli, kendi yaptığı şeyleri sana mı bıraksaydı?)
Bu ayrılık kelimesi işte bu kadar güçlüdür; insanları, aileleleri, hatta toplumları bile birbirine düşürecek kadar etkilidir hem de...

Peki ayrılık olmazsa olmaz mı?

Bazı durumlarda olmaz!

Sevgi bittiyse ayrılmak gerekir.” mesela, en romantik açıklama budur. Biraz daha keskin sözcüklerle söyleyecek olursak, “Çıkar ilişkisi bittiyse ayrılma zamanıdır!” diyebiliriz. “Pastanın bütün dilimleri bitmişse, sadece ortada kimsenin beğenmediği çilek görünümlü ucuz şeker kalmışsa ayrılma vakti gelmiş demektir!” de diyebiliriz. 


Çünkü zamanı gelince “harç bitti, yapı paydos” demeyi bilmeli insanlar. Eh ayrılığın doğal basamakları olan“ima etme-kopma süreci-direkt saldırı”aşamalarına da izleyiciler katlanacaklar artık...

19 Mart 2015 Perşembe

Anansi Çocukları


Bir aydır Kitap Notları'nda hiç yeni yazı yok. Neden? Neil Gaiman'ın Anansi Çocukları adlı romanı yüzünden! Bir aydan biraz fazla oldu, bu kitap elimde. Okuyorum, okuyorum bitmiyor. Dişe yapışan tofita şeker gibi. Ağzıma başka bir şey de atamıyorum. Yazamıyorum. Başka kitaplara geçemiyorum...

Neil Gaiman çok sevilen bir yazar. Kitapları okuyuculardan hep çok yüksek puanlar alıyor. Haliyle ben de merak ettim ve bir gün yine kitapçı gezerken Anansi Çocukları'nı indirimde görüp aldım. Kitap fantazi türünde. Fantazi özellikle okuduğum, sevdiğim bir tür değil ama bazı okuyucular gibi kategorik olarak karşı da değilim. En sevdiğim yazarlardan biri Ursula Le Guin mesela. 

Plot şöyle: Charles Nancy, nam-ı diğer Şişko Charlie, evlenmek üzere. Nişanlısı Charlie'nin babasının düğüne gelmesini çok istiyor ama Charlie babasına küs. Babası hayatı boyunca onu utandırmış, hiçbir zaman yanında olmamış. Karakteri de babasının tam tersi. Isararlara dayanamayarak babasını arıyor ama babasının öldüğünü öğreniyor. Cenazeye gidiyor, orada bir kardeşi olduğunu öğreniyor. Hiç inanmasa da bir gün bir örümceğe fısıldayarak kardeşine haber gönderiyor. Charlie'nin Örümcek adındaki bitirim kardeşi geliyor ve Charlie'nin başına gelmedik iş kalmıyor. Çünkü Charlie'nin kardeşi örümcek tanrı olduğu gibi babası da bir tanrıymış ve anlaşılan bu kanı taşıyanların normal bir hayatı olması mümkün değil.

Önce kitapla ilgili sevdiğim şeyleri söyleyeyim. İthaki sevdiğim bir yayıncı. Kitaplarının bir kalitesi var, baskılar, çeviriler hep özenli. Bu kitap da çok güzel çevrilmiş. Okurken çeviri bir kitap okuduğunuzu unutuyorsunuz. Güzel dipnotlardan emek verildiği anlaşılıyor. Baskıyı da beğendim. Kitaba yakışan bir kapak, yazım hatası olmayan temiz bir baskı. Daha ne yapsınlar?

Romanın en beğendiğim tarafı yazarın afacan anlatımı oldu. Roman boyunca kitabın gerçek üstülüğüne yakışan, en vahim olayları bile mizahi bir dille anlatan hoş bir üslup vardı. Betimlemeler sıkmayacak kadar kısa ama masalsı bir dünyayı hayalinizde canlandıracak kadar güçlü.

Peki ben bu kitabı neden 1 ayda bitiremedim? Çünkü hikayesinden sıkıldım. Beni sürüklemedi, meraklandırmadı, yeterince eğlendiremedi. Gerçeklikle hiçbir ilgilisi olmayan bir sürü şey oluyordu ama olaylar dünyamızda geçiyordu. Bu beni iki ara bir derede bıraktı. Bizim dünyamızda gerçek olması olası gerçek üstü şeyler mi oluyor? Yoksa burası bambaşka bir yer mi?

Anladım ki geçrek üstü unsurlar bir amaca hizmet etmiyorsa ben sıkılıyorum, her şey bana boş gelmeye başlıyor. Çok masalsı bir roman bana yepyeni bir dünya kurduğunu, aklımın hayalimin ötesinde maceralar yaşatacağını vaat edebilir. Hayatımın absürdlüğünü, çarpıklığını, kanıksadığımız garipliklerini yüzüme vurmak için onları eğip büyük gerçek üstü şekillerle bana sunabilir. Distopya veya ütopya kurup beni sosyal mesaj ve zihin egzersizi içinde bırakabilir. Hepsi kabulüm. Ama bu romanın ve fantastikliğinin amacı neydi? Anladım ki ben masallardan hoşlanmıyorum. Benim hoşuma gitmesi için fantazinin fantazi için değil bir şeyleri daha iyi anlatmak için yapılmış olması lazım. Yoksa bana hoş ama boş bir masal gibi geliyor.

Benim için zor geçen bir ayın ardından Anansi Çocukları'na karşı çok doluyum. Tavsiye etmiyorum demek istiyorum ama böyle dersem şu anki heyecanımla aşırıya kaçmış olabilirim. Benzer türde romanlardan hoşlanıyorsanız durmayın okuyun. Yok "fantazi ama neden" diye soran biriyseniz veya bu türe uzaksanız sizi Saramago, Le Guin, Tolkien kitaplarına doğru alalım.

17 Mart 2015 Salı

Yüksek sesle konuşan kadın terörü!

Metrobüse bindim, yolum uzun. Açtım kitabımı okuyacağım güya, ne mümkün! Yan tarafımda duran üç yaşlı kadın hararetli hararetli içlerinden birinin gelini hakkında dedikodu yapmaya başladı. Gelinin ne tembeliği kaldı, ne dağınıklığı, ne de iş bilmezliği. Belli ki maddi durumları iyiydi, gelin dedikodusu bitti diye tam sevinirken bu sefer alışveriş konusuna geçtiler. 

Hayır bence kulaklarında ve duymalarında bir problem yoktu, sadece görgüsüzdüler!

Hem muhtemelen yüzüne gülücükler saçtıkları gelinin arkasından atıp tuttukları için, hem de hıncahınç dolu “toplu taşıma aracında” yüksek sesle konuşarak etrafı rahatsız ettikleri için...

Aslında yaptıkları şey etrafı rahatsız etmek değil, düpedüz ortamı terörize etmekti. 

Hayır, elbette yaşlarına hürmet etmek duygusu oluşmadı bende. Ne yaşlılar var, etrafı rahatsız etmemek için olabildiğince özenli davranan. Niye metrobüste ses terörü yaşatan bu insancıklara,  sırf benden daha çok yıl bu dünyada kaldıkları için tolerans göstereyim ki?

Yüksek sesle konuşan kadınlar terör yaratır!


Telefonda yüksek sesle konuşanlar acaba Mars'a füze mi gönderiyor?

İş yerlerinde çoklar, otobüste vapurda çoklar, sokakta çoklar... Özellikle de iş yerlerinde bağırarak müşteri ile veya elemanları ile konuşurken, “ne kadar önemli bir şahsiyet olduklarını” etraflarına ilan ettiklerini sanırlar. O telefonda halletmeye çalıştıkları iş her neyse sanki dünyanın en önemli işiymiş gibi davranırlar. Oysa onlarca iş yerinde yüksek sesle telefonla konuşan yüzlerce insan gördüm, hiçbiri Mars'a füze göndermiyordu, ya da hiçbiri grip aşısını bulmamıştı! Emin olun Graham Bell bu telefonla etraflarındakileri taciz edenleri ön görebilseydi, bir kez daha düşünürdü acaba icat etmese mi diye!

İş yerinde bağıra çağıra konuşanların beyinlerinde farklı bir kimyasal mı var?

Telefona gerek duymayan, ağızlarını açtıklarında ortamda baskın bir ses kirliliği yaratanlar var bir de! Her iş yerinde onlardan var bir ya da birkaç tane! Genelde de kadın oluyorlar nedense. En yoğun hesaplarla uğraştığım açık ofiste bir tanesine “Biraz sessiz olabilir misin, dikkatim dağılıyor” deme gafletinde bulunmuştum da aldığım cevap beni ürkütmüştü dün gibi hatırlıyorum:

Benim yaradılışım böyle ne yapabilirim, sesim yüksek çıkıyor. Rahatsız oluyorsan kulaklık tak!”

Böyle söyleyen birine ne cevap verebilir ki insan!

Öyle yüksek perdeden öyle pervasızca veriyor ki cevabı, sanki ben O'nu rahatsız etmişim gibi! O nasıl gereksiz bir özgüvendir, o nasıl acayip bir bencilliktir, o nasıl tuhaf bir saygısızlık durumudur, o nasıl bir saldırıdır!!

Kendi sesleri yetmezmiş gibi yüksek sesle müzik dinlerler bir de!

Düşünün açık ofiste çalışıyorsunuz, içinizden bir tanesi hiç kimseye fikrini sormadan kafasına göre bir müzik açıyor ve bangır bangır dinliyor. Yönetici ise “işini yapsın da aman dinlesin!” modunda, ya da bıkmış elemanın çirkefinden, belki O da diğer insanların rahatsız olabileceğini  düşünemiyor. Böyle bir ortamda iş yapmaya çalışıyorsunuz. Kulağınız kulaklık takmaktan artık tahriş olmuş durumda...

Ne yaparsınız?
Patron gelse diye gözünüz yollarda kalır elbette, zira patron gelince ne yüksek sesle konuşma kalır ne de müzik!

Kulaklık taksanız da o kadınların seslerini sustıramazsınız!

Çünkü bu insanlarda başkalarına saygı duymak,  toplumsal kurallara uymak gibi bir bilinç düzeyi yok. Sadece patron korkusu ile insan gibi davranabiliyorlar! Eli sopalı patronlar da bunlar için var, fazla özgürlüğü kaldıracak bir eğitim düzeyinde değiller maalesef! Diploma falan hak getire, olsa ne olur olmasa ne olur!

Çok ve boş konuşan kadınların zaman hırsızlığı!

Çok ve genelde de boş konuşan kadınlardan gerçekten de hiç ama hiç haz etmiyorum. Hele ki sesleri son perdeden çıkıyorsa benden uzak olsunlar bir zahmet. Elimde olsa bir makine icat ederdim, kendi çıkardıkları o bet sesleri olduğu gibi yankılatarak kendilerine dinletirdim. Belki o zaman azıcık volümü kısmayı öğrenirlerdi.

Bir soru sorarsınız, cevap olarak bir destan yazarlar size. Sorduğunuza soracağınıza pişman olursunuz. Ya da sabah işe gelirler, başlarlar kankaları olan öbür kadına dün akşam neler olduğunu anlatmaya... Anlatırlar, anlatırlar, anlatırlar... Saat 11 olur, onlar hâlâanlatmaktadır. İki satır çalışırlar, tekrar anlatırlar. 3 satır çalışırlar tekrar anlatırlar... Ne bitmez tükenmez  hayat hikayeleri vardır!!

Kadınların konuşması hiiiç bitmez!


İş hayatımı düşünüyorum da sesi yüzünden rahatsız olduğum erkek gerçekten de hiç olmadı! Elbette karaktersizlik anlamında sınırları zorlayan erkek iş arkadaşlarım oldu fakat ortamı sesleriyle, çirkefleriyle, kavgalarıyla, yapmacık tavırlarıyla bozan hep kadınlardı. O kadınlardan çok ama çok sıkıldım...


Hep diyorum, ben bu devrin insanı değilim, 30'lu 40'lı yılların saygılı, naif, zarif Pera insanlarının arasında olmalıymışım...

Saygısızlığı doğallık, fütursuzluğu açıksözlülük, bencilliği özgüven sayan modern zamanlara hiç ama hiç uyum sağlayamıyorum.



Peki ya sizde durumlar nasıl?

12 Mart 2015 Perşembe

Ece Temelkuran'ın son kitabı Devir'i çok sevdim!

Samimi söylüyorum, ne zamandır bu kadar lezzetli bir kitap okumamıştım. Hani bazı romanları hem elinizden bırakmak istemezsiniz, hem de bittiğinde kahramanlardan ayrıldığınız için üzülülürsünüz ya, Ece Temelkuran'ın “Devir” romanı benim için tam da böyleydi.

O kadar güzel, akıcı, diyaloglara dayalı bir eser ortaya çıkarmış ki yazarımız, bir film izliyor gibiydim okurken. Şu anda hâlâda o filmin etkisinden kurtulmuş değilim. 493 sayfaydı kitap, bir 493 sayfa daha uzasaydı eminim keyifle okumaya devam edebilirdim. Hatta belki bu yazıyı okursa diye kendisine seslenmek de isterim:

Ece Hanım, lütfen devamını da yazın, Ali ve Ayşe'nin sonrasını da anlatın bizlere...”

80 darbesi ilk kez bir çocuğun gözlerinden anlatılıyor;
Yıl 1980, aylardan mayıs. Sokaklarda her gün kanlı eylemlerin olduğu, sıkıntılı zamanlarda geçiyor roman. Sekiz yaşlarında iki arkadaş var kitapta. Annesi babası memur olan, orta sınıf bir hayatın içindeki Ayşe ile gecekonduda, çatışmaların ortasında büyüyen işçi çocuğu Ali. Bu iki çocuğun dilinden, bu iki çocuğun gözünden anlatmış Temelkuran hikayeleri, çok da güzel olmuş! Kitabı okurken kimi zaman Ayşe oluyorsunuz, kimi zaman Ali...

Ali ve Ayşe, öyle bir dönemde yaşıyorlar ki, onların kurmaca dünyalarında peri masalları yok, süper kahramanlar hiç yok. Onlar sadece Ankara'nın meşhur Kuğulu Parkı'ndaki kuğuları kurtarırlarsa, başları derde giren devrimci abla ve abilerini de kurtaracaklarını hayal ediyorlar. Hatta bunu planlıyorlar ince ince. Dışarıda dünya akıyor, her gün insanlar ölüyor, Ali ve Ayşe kendi gözlerinden tüm bu olan biteni anlamaya çalışıyor küçücük yürekleri ile. Onların anlattıkları gerçeklerden içiniz kararmıyor, çünkü algıladıkları dünya bazen “korkunçlu”, bazen de “gülünçlü”...

80 darbesi hakkında çok şeyler yazıldı çizildi bilirsiniz, bugüne kadar bir çocuğun gözlerinden anlatılmamıştı hiç o devir! Oysa en derin izler, o gün çocuk olan nesilde kalmadı mı...

Ece Temelkuran

Bir dönem romanı değil bu, devredilen umutlar ve acılar var içinde;

Roman çok yönlü kurgulanmış gerçekten de. 80'li yılların izlerini görüyoruz arka planda. Bülent Ersoy'un kadınlığa geçişinin ülke gündeminde büyük bir olay olmasından tutun, o dönemin en meşhur şarkılarına kadar incelikle işlenmiş detaylar var kitapta. Ama yine de geçmiş dönem kitabı diyemeyiz Devir'e; aksine o yılların bu güne nasıl evrildiğine dair ipuçları var yazarımızın anlattıklarında. 80'li yılları bilmeyen, hatta o dönemde henüz doğmamış olan gençlere özellikle tavsiye ediyorum kitabı. Okusunlar ki görsünler, içlerindeki muhalif duyguların kökeni ta nerelere dayanıyor! Her ne kadar bugün sesi parça parça ve cılız çıksa da, aslında ülkemizdeki sol gelenek ne kadar köklüymüş diyecekler muhtemelen. 


Türkiye İstanbul'dan ibaret değil!

Kitabın diğer bir güzelliği de anlatılanların Ankara'da geçiyor olması. Bilirsiniz hikayelere genellikle İstanbul'dan bakılır, diziler genelde İstanbul'da çekilir, televizyonda hava durumunu anlatırken bile önce İstanbul'dan başlarlar. Oysa Ece Temelkuran, hikaye zeminini Ankara seçerek, cumhuriyetin başkentinin önemini anımsatmış bizlere.

Aslında çok şey anlatmak istiyorum kitaba dair ama, kopya veririm diye de çekiniyorum bir yandan. Son söz olarak diyorum ki, kitabı okuyunca o devrin kaygılarının evrilerek günümüze devrolduğunu bir kez daha gördüm, tıpkı o dönemin incelikli insanlarının yavaş yavaş yok olduklarına tanık olduğum gibi...


10 Mart 2015 Salı

CANNES’DA ŞEHİR ŞOV

Türkiye, 10-13 Mart tarihleri arasında Fransa’nın Cannes şehrinde düzenlenecek MIPIM’e damga vurmaya hazırlanıyor. Global yatırımcıların buluşma noktası olan fuarda bu yıl ‘İstanbul çadırı’ kurulacak, kentin maketi sergilenecek. Uluslararası katılımcıların İstanbul’u görebilecekleri 96 metrekarelik dev kent maketinde her saat başında İstanbul’un seslerini, tarihini yansıtan şovlar yapılacak. Geçmiş yıllarda gayrimenkul projeleri segilenen fuarda bu yıl şehirler ön plana çıkacak. Yabancı yatırımcılara İstanbul’un yanı sıra Antalya, Ankara ve Balıkesir de tanıtılacak.  Fuar alanında sergilenen maketler ve düzenlenen panellerle Türkiye’ye yatımın avantajları anlatılacak. Bu yıl 20 bin ziyaretçinin katılımıyla gerçekleşen Resmi MIPIM Açılış Kokteyli’nin ev sahibi İstanbul Ticaret Odası ve Beyoğlu Belediyesi olacak. Kokteylde uluslararası yatırımcıya Türk tatları ve kültürüyle İstanbul anlatılacak.
Ant Yapı: Ümraniye’de Geri Sayım
Ant Yapı’nın İstanbul Ümraniye’de inşa ettiği 42 katlı ‘Antasya Residence’ projesinin inşasında 42’inci kata ulaşıldı. 617 bağımsız birimden oluşan projede teslimlerin Ekim 2015’de yapılması planlanıyor. Antasya Residence, İstanbul’da, TEM Ümraniye kavşağında yer alıyor.  1. ve 2. köprü bağlantı yollarına yakın bir mesafede konumlanan projede teslimlerin Ekim 2015’de yapılması planlanıyor. Antasya Residence; Akasya Yapı’nın yaklaşık 50 dönüm arsası üzerinde geliştirdiği konut, ofis ve alışveriş merkezinden oluşan karma projenin konut bloğu olarak ortaya çıkıyor. Bu karma yapı içerisinde 42 kat ve 617 bağımsız bölümden oluşan konut bloğunda, standart kat planlarındaki 1+1 ve 2+1 dairelerin yanı sıra birleştirme imkanı sunan modüler sistem sayesinde daha büyük konut alternatifleri elde etmek de mümkün. Projede Üst kattaki daireler, Avrupa yakası silueti ve orman manzarasına hakim olmasıyla öne çıkıyor. Antasya Residence projesi yüzde 1 KDV avantajına da sahip.
Cennet Koru: 2 Milyar Lira Yatırım Yolda
Keleşoğlu İnşaat yeni gayrimenkul yatırımları için düğmeye bastı. İstanbul’da yatırım değeri 2 milyar lirayı bulan 3 proje planladıklarını belirten Keleşoğlu İnşaat Yönetim Kurulu Üyesi Fuat Keleş ve Dursun Keleş, İstanbul Küçükçekmece’deki CennetKoru konut projelerinde inşaatın yüzde 45’ini tamamladıklarını söyledi.  İstanbul Küçükçekmece’de hayata geçen CennetKoru konut projesinde inşaatın yüzde 45’ini tamamlayan Keleşoğlu İnşaat yeni gayrimenkul projeleri için çalışmalara başladı. Keleşoğlu İnşaat Yönetim Kurulu Üyesi Fuat Keleş ve Dursun Keleş, yıl içinde yatırım değeri 2 milyar lirayı bulan 3 proje planladıklarını söyledi. İstanbul Küçükçekmece’deki CennetKoru projesinde 408 konut ve 25 mağazaya yer verildiğini belirten Fuat Keleş, “Mayıs 2016’da tamamlanacak projede mağazalar da satışa sunuldu. Proje tamamlanınca 1500 kişiye ev sahipliği yapacak” dedi.
DKY İnşaat: 2 Yılda 3 Bin Konut Üretecek 
MIPIM’e katılan DKY İnşaat, yeni projeleri ilk kez uluslararası yatırımcılara tanıtacak.  DKY İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ali Dumankaya, iki yılda 3 milyar lira yatırımla 3 bin konut inşa edeceklerini açıkladı. Şirket, İstanbul’un hızla gelişen lokasyonu Kartal’da gerçekleştirdiği ‘DKY Kartal’ projesini Avrupalı yatırımcıların beğenisine sunacak. DKY İnşaat ayrıca, Kağıthane, Çeliktepe, Göztepe, Sultanbeyli, Kadıköy, Maltepe gibi  bölgelerde gerçekleştireceği konut ve ofis projeleri ile ilgileri yatırımcılarla paylaşacak. DKY inşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ali Dumankaya,  DKY Kartal projesi ile birlikte iki yılda 7 proje hayata geçireceklerini belirterek, 3 bin konut ve 3 milyar TL yatırım yapacaklarını ifade etti.
Emlak Konut: İstanbul’u Tanıtacak 
Fuarda İstanbul’un gelişen bölgelerini tanıtacaklarını belirten Emlak Konut GYO Genel Müdürü Murat Kurum, Başakşehir- Kayabaş, Batı Ataşehir bölgeleri ve İstanbul Finans Merkezi alanını yabancı yatırımcılara tanıtacaklarını söyledi. Fuara, Emlak Konut GYO olarak herhangi bir proje ile katılmadıklarını, projeden ziyade daha makro bir yaklaşım sergilemek hedefiyle yola çıktıklarını belirten Emlak Konut GYO Genel Müdürü Murat Kurum,  projelerin bulunduğu bölgeleri ön plana çıkartacaklarını dile getirdi. İstanbul Avrupa yakasında Yenişehir bölgesinin çekirdeğini oluşturan Başakşehir-Kayabaşı bölgesini yabancı yatırımcılara anlatacaklarını söyleyen Kurum,  “Fuarda tanıtacağımız ikinci bölge şirketimizin uzun yıllardır gelişiminde büyük emeğinin geçtiği ve birçok başarılı gelir paylaşımı projemizi tamamladığımız Batı Ataşehir bölgesi. Bunlara ek ve üçüncü olarak ise, özellikle hükümetimizin de kuruluşunda büyük destek verdiği ve bizzat şirketimizin de koordinasyonunda iştirak ettiği “İstanbul Finans Merkezi”. Bu üç alanı da özel olarak hazırlattığımız ölçeklendirilmiş model maketlerimizle tanıtacağız” dedi.
Kuzu Grup: Ortadoğu’dan Sonra Sıra Avrupa’da 
İstanbul Ataköy’de hayata geçecek konut projesi ‘Sea Pearl’,  Dubai’de düzenlenen gayrimenkul fuarı Cityscape Global’den sonra şimdi de MIPIM’de görücüye çıkıyor.  Kuzu Grup Yönetim Kurulu Üyesi Özen Kuzu, Fransa’daki fuarda yabancı yatırımcılardan önemli oranda ön talep beklediklerini söyledi. Özen Kuzu, MIPIM 2015 fuarının Türkiye’nin gelişen gayrimenkul pazarını tanıtmak ve İstanbul’un imajını yükseltmek için önemli bir organizasyon olduğunu dile getirdi.
Vadistanbul Bulvar: Yatırım Fonlarıyla Cannes’da Buluşacak
İstanbul Ticaret Odası’nın destekleriyle oluşturulan Türkiye çadırında, ‘Vadistanbul’ gayrimenkul projesi de yerini alıyor. Şirket yetkilileri fuarda yabancı yatırım fonları ile birebir görüşmeler gerçekleştireceklerini söyledi.  Bu yıl 26’ncısı düzenlenen MIPIM Fuarı, dünyanın birçok noktasından gayrimenkul projelerini yatırımcılarla buluşturmaya devam ediyor. Artaş Grubu, Aydınlı Grup ve Invest İnşaat’ın ortak girişimi ile hayata geçirilen, 1.1 milyar dolarlık Vadistanbul projesi MIPIM fuarında bu yıl da yerini alacak. Şirket yetkililer fuarda, yabancı yatırım fonları ile de birebir görüşmeler gerçekleştireceklerini söyledi.  424 bin metrekare alan üzerinde geliştirilen Vadistanbul’un ofis, alışveriş caddesi, AVM ve otelden oluşacak “Bulvar” etabı uluslararası arenada sergilenecek.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

7 Mart 2015 Cumartesi

Dikkat, bu yazı aşırı dozda kişisellik ve duygusallık içerir!

Geçen sene yazmıştım zaten 8 Mart'ın anlam ve önemi hakkında. Gayet de açıklayıcı ve hatta biraz da isyankar bir yazıymış okuyorum da şimdi.

Bu sene “kadın” olgusuna biraz duygusal yaklaşmak niyetindeyim. Daha doğrusu aldığım sürpriz bir hediye paketiyle böyle bir yazı yazmak geldi içimden. O nedenle baştan uyarayım.

 Bu yazı yoğun duygusallık ve ayan beyan kişisel anılar içeriyor, ilginizi çekmeyebilir...

Cuma günü tam da çıkmak üzereyken,  saat 17:02'de iş yerine bir kurye geldi, adıma bir hediye getirmiş. Acaba sosyal medyada bir çekiliş mi kazandım diye düşündüm hızlıca. “Hayır” dedi zihnim, zira beklediğim bir kargo yoktu. Heyecanlandım tabii ki...  Hediye paketinin üzerindeki kartı görünce uyandım, tabii yaa en sevdiğim kadın arkadaşlarım arasında yeri müstesna olan o özel insan, özel kadın, 8 Mart Kadınlar Günü'mü kutluyordu büyük bir incelikle. Nasıl duygulandım anlatamam, üstelik paketi açınca bu duygulanmam daha da katlandı.



"Büyük bir incelikle" dedim ya, bu sözü teşekkür babında “incelik” olsun diye söylemedim, detayları anlattığımda hak vereceksiniz siz de bana. Çünkü insanın birine hediye gönderirken satır aralarını doldurararak seçim yapması, çok büyük bir inceliktir. Öyle değil midir?


Gelelim detaylara.

 Biz O'nunla günlük hayatın gelir geçer anlık konularından öte kitaplardan, sanattan, iş hayatından, müzikten, tiyatrodan, bloglardan konuşuruz çokça. Yani kadın kadına arkadaşlığın en güzellerindendir aramızdaki ilişki. Dedikodu yapmaz mıyız, yaparız elbette ama inanın kendi dedikodumuzdur yaptığımız da, üçüncü şahıslar hakkında ise kırk yılın başı laf geçer. En fazla birisi yeni işe girmiştir, eski arkadaşlardan biriyle yolda karşılaşmışızdır gibi hafif doz 'meditatif' etkili, masum dedikodulardan öteye gitmez zaten bu kategoride konuştuklarımız.  
Neyse işte birkaç ay önce Ayşe Kulin'in son kitabı Handan çıkınca konusu geçmişti, aslında bir dörtlemenin son kitabıdır Handan demişti. Ben de bunu hiç bilmiyordum, aldım okudum bile, artık ben de dörtten geriye doğru alırım bir ara serinin kalanlarını demiştim. İşte o konuşmayı unutmamış, dedim ya satır aralarını doldurmuş büyük bir incelikle ve dörtlemenin kalan üç kitabını almış bana arkadaşım.

Dönüş, Bora'nın Kitabı, Gizli Anların Yolcusu...

Kitapların ilk sayfalarına elbette ki çok güzel cümleler yazmış, onlar da bana kalsın...

Geçenlerde yine bambaşka bir şey için konuşurken Kafa Dergisi'nde Ali Poyrazoğlu'nun reçeller üzerine bir yazısı vardı dedi, ben de Kafa'yı Instagram'da gördüm, ilgimi çekti henüz almadım demiştim:

Kafa ve Ot dergilerini de koymuş arkadaşım pakete..

İşte bir de bu özel ve güzel kutunun içine çikolatalar koymuş...



Sevgisini ise o kadar çok koymuş ki pakete, teşekkür etmek için telefon ettiğimde buram buram yayılıyordu etrafa tınısı, kokusu, yoğunluğu....

Sanırım 2015'in kadınlar gününü hiç unutmayacağım...

Her kadının böyle kadın arkadaşlara ihtiyacı var, nasıl mı?

İyi ve kötü günde -fiziksel olarak olması önemli değil; ruhen, kalben- hep yanında olduğunu/ olacağını bildiğin, seni sen olduğun için seven, yaşadıklarını – her ne olursa olsun- sorgulayıp yargılamayan, hassasiyetlerini bilip onlara özen gösteren, sırlarını bir kutuya kilitleyip anahtarını göle atan, yaptığın bir yanlışta o sırları ortaya döküp saçarak “zaten sen böyle düşünmedin mi, zaten sen böyle yapmadın mı geçmişte...” gibi sığ, yüzeysel çözümlemeler yapmayan, gerektiğinde susup dinleyen, gerektiğinde sana kılavuzluk eden, kilo aldığında “off bayağı kilo almışsın!” diye moral bozmayan, en bakımsız hallerine tanık olup “bir kuaföre gitsen iyi olur!” demeyen, kendi başarıları ve yaşadıklarıyla hava atmayan, gizliden gizliye kıskançlık duymayan, içten içe sana negatif zehirli kuşkular aşılamayan, başardıklarınla içtenlikle hemhal olmayı bilen, gereksiz konuşmalarla kafa şişirmeyen, yeni bilgileri beraber öğrenmeye hevesli, seni yükseklere taşıyan....

Aslında belki de bütün bu söylediklerime gerek bile yok!

Her kadının içtenlikle sevdiği ve kendisini de içtenlikle seven kadın arkadaşlara ihtiyacı var desem yetiyor zaten...

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'müz kutlu olsun...



3 Mart 2015 Salı

Roma: Gladyatörlerin destansı şehri / 2.bölüm

İspanyol Merdivenleri 



Açıkçası bana göre o meşhur ispanyol merdivenlerinin pek de ahım şahım bir özelliği yok. Bence en büyük özelliği yer aldığı meydanın ve çevresinin en lüks mağazalar ve restoran, cafelerle çevrili olması. Zaten şansımıza orada da restorasyon vardı Trevi de olduğu gibi. Tıklım tıkış olması tek özelliği...
Yinede tarihinden ve neden bu adı aldığından bahsedeyim biraz. Merdivenler 1725 yılında açılmış. En önemli özelliği kelebek biçimli tasarlanması. o dönemde İspanya büyükelçisi bu meydanda yaşadığı için meydan ve merdivenler bu ismi almış. Alışveriş ve iyi marka meraklıları için de ünlü Via Condotti caddesi hemen bu merdivenlerin karşısında... (Bu arada bu merdivenler ve trevi çeşmesi en çok hırsızlık olaylarının yaşandığı yerlermiş kalabalıktan dolayı. Bilginize...)

Pantheon


Pantheon yunanca tüm tanrıların tapınağı demekmiş. İmparator Hadrianus tarafından 118 - 125 tarihleri arasında inşa ettirilmiş. Pantheon Romada bulunan en eski beton kubbeli ve sağlam kalan binaymış. 43 metrelik çapı bulunan kubbenin o zamanın teknolojisi ile betondan yapılması hala araştırılıyormuş. Söylenenlere göre Pantheon'un o meşhur kubbesinde bulunan delikten sadece ışık giriyormuş ve nasıl bir hesaplama yapılmışsa yağmur, kar vs. girmiyormuş...
Açıkçası Pantheon'un hem ürkütücü hem de büyüleyici bir havası var. Bu kadar iyi korunmuş olması da bu etkileri arttırıyor...
İnternetten bulduğum fotoğraf ne demek istediğimi anlatabilir tam olarak

Altare Della Patria / Vittorio Emanuele II Abidesi



İtalyanlar bu abide ile beyaz pasta diye dalga geçiyorlarmış galiba.  Tabii ki Roma'da bulunan diğer  tarihi eserlerin içinde esamesi okunmayabilir ama ben çok beğendim bu anıtı açıkçası. 1911 - 1925 yılları arasında inşa edilerek Birleşik İtalya Krallığının ilk kralı Victor Emanuel adına yapılmış. Beyaz mermerden yapılan abide 135 metre eninde ve 70 metre yüksekliğinde. Yapının alt kısmında da İtalya Birleşme müzesi bulunuyor. Anıtın üst tarafında da girişi paralı olan bir seyir terası var. 

Navona Meydanı


Romada bulunan en ünlü meydanlardan biri olan Navona aslında stadyum olarak Barok tarzında inşa edilmiş. Romalılar döneminde adı Dominitian stadyumu olan bu meydan 30.000 izleyici kapasitesine sahipmiş. Meydanda Bernini gibi ünlü sanatçıların eserleri, çeşmeleri bulunuyor. Gerçekten de çok keyifli ve cıvıl cıvıl bir meydan. Özellikle geceleri çeşmelerin ışıklardırmalarıyla da ayrı bir havaya bürünüyor.
Biz bir akşam yemek için Navona meydanının çevresinde bulunan restoranlardan birini seçtik. Yemekler gayet güzeldi (Deniz ürünlü makarna, çeşitli deniz ürünleri ve tatlı yedik. Yanında da şarap içtik.) Fiyat ise adam başı yaklaşık 40-45 eu kadardı. Yemek yediğimiz yerin fotoğrafı aşağıda...


Roma 1. Bölüm


İtalya, Roma ve diğer ayrıntılı gezi fotoğraflarıma ana sayfada bulunan İnstagram adresimden ulaşabilirsiniz...

Gelecek yazıda Vatikandayız...

2 Mart 2015 Pazartesi

Sen benim kim olduğumu...!

Size de olur mu, insanların yüzüne bakarsınız, ya da sesini duyarsınız, içlerinden geçenleri adeta okursunuz ya hani. Bu aralar epeyce yükseldim bu anlamda. Mesela birinin yüzüne bakıyorum:

Benim dışımda herkes aptal, en akıllı benim, ben olmasam haliniz nice olurdu!” cümlesini, okuyorum yüzünde. Tiksinç buluyorum elbette.

Bir diğerine bakıyorum:

Ne yapacaksın bu devran böyle gelmiş böyle gidiyor. İdare edeceksin, gelen ağam giden paşam diyeceksin!” diyor yüzü ve mimikleri, onu da tiksinç buluyorum!

Bir diğerine bakıyorum:

Önemli olan sadece kurduğum düzenin devam etmesi. İnsanlar üzülmüş, insanlara zarar vermişim umurumda değil. Bu da onların kaderi, çeksinleri banane!” diyor. Bu adamı daha da tiksinç buluyorum.


Bir diğerine bakıyorum, dünya onun çevresinde dönüyor sanki! Onun çocukları en akıllı, onun ailesi en değerli aile, onun yaptığı iş dünyanın en önemli işi, onun hobisi en eğlenceli olan, onun yediği yemek en lezzetli olan. Hani diyor ya MFÖ, “Peki peki anladık, sen neymişsin be abi !!”
Tiksinç bile bulmuyorum böyle tipleri, belgesele konu olmuş yaratıklar diye uzaktan seyreyliyorum.

Hele bazısı var ki her işi yapabilmeye muktedir görüyor kendisini. Sadece zamanı yok, fırsatsızlıktan  eli gitmiyor, yoksa ohooo, kim tutar onu! Öyle meşgul ki, elinde olsa ah neler yapacak neler! Blog mu, oohoooo tillahını yazabilir. Fotoğraf mı, ohoooo en kralını çekebilir. Çay mı, oohooo en şahanesini demleyebilir! Ama işte zamanı yok, çoook meşgul çünkü, ne yapsın, her şeye nasıl yetişsin! İstese anında 10 kilo zayıflayabilir, adeta  çöplerini bile yediği sigarayı istese iki dakikada bırakabilir... Dolayısıyla azmiyle bir şeyler başaranlar onun gözünde sıradan faniler. Bu tipleri tiksinç bulmuyorum, çünkü zavallılar kategorisine giriyor bunlar.



Kime baksam, sanki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun!” edası var üzerinde. Politik figürlerden tutun da, iş yerlerine, evlere kadar her yerdeler...  Neredeyse sokakta karşılaştığımız çoğunluk böyle. Bir efelenme, bir dayılanma halleri... Teşekkür ettiğin için yüzüne tip tip bakacaklar neredeyse!


İzliyorum bakalım, bu film nereye gidecek böyle?