28 Haziran 2015 Pazar

Yazmalı ama nasıl diye başladık, keyifli ve uzun bir söyleşi oldu!

Sercan Alben

Hani bazen hayat güzel sürprizler sunar ya insana, hiç planlamadan pat diye bir kilometre taşı yakalarsınız. İşte ben de bu iki güzel insanla tanışınca dönüştüğümü hissettim. Takip edenleriniz biliyordur, “Görmesen de olur”adlı “ Modern Tiyatroda Önermesiz Metin Yazarlığı”atölyesine katıldım, oyun yazdım, dahası ünlü sanatçılar oyunumu oynadılar, aynı adlı kitap basıldı ve Anadolu'nun ücra köşelerinden birinde belki de oyunum defalarca oynanacak... 
Serhan Alben
Benim için inanılması güç bir hayal, bu iki güzel insan sayesinde gerçekleşti...
Yazılarımı takip edenlerin çoğunun aynı benim gibi yazmaya meraklı olduğunu bildiğim için hayatımı değiştiren, hayallerime ulaşmamı sağlayan bu iki güzel insanı sizlere daha yakından tanıtmak ve engin bilgilerinden sizlerin de faydalanmanıza vesile olmak istedim. Kendilerinden bir röportaj talep ettim, sağolsunlar kırmadılar. Kadıköy'de salaş bir kafede görüştük geçen hafta pazar günü. Ortaya, okuyacağınız bu keyifli söyleşi çıktı. Biraz uzun oldu yazı, ama o kadar değerli bilgiler var ki satırlarda ve satır aralarında, açıkçası elemeye gönlüm razı olmadı. Konuştuğumuz her şeyi yazdım ben de...
Sizler, yazmayı düşleyen, nereden başlayacağını bilemeyen sevgili dostlar! Bu yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda eminim sizde de bende olduğu gibi bir şeyler değişmeye başlayacak.
Çayınızı kahvenizi alın, arkanıza yaslanın ve  okumaya başlayın o halde...

Evde Yazar:Gördüğüm, tanıdığım herkes yazmak istiyor ve çoğu da nereden başlayacağını bilemiyor. Benim bloguma bile bir sürü insan geliyor yazmak isteyen, mailler atıyorlar. Bazıları para kazanmak için, bazıları da benim gibi çocukluk hayalini gerçekleştimek için. Peki nereden başlamalı yazmaya?

Serhan Alben :Eğitimden bilirsin, kılavuz sözlerimiz vardı, süzdüğümüz bir şeyler... Bu anlamda Hemingway'i de çok değerli buluyoruz, O'nun hayat pratiğinden çok değerli sözler vardır. Mesela der ki:

Yazar, sevişirken, ekstrem bir durum yoksa sevişmekten herkes kadar zevk alıyordur. Fakat bir yazar seviştiği ânın dışına çıkıp, kendisine o zevki verenin asıl ne olduğunu araştırmalıdır. İnsan olduğu için ve tutku üzerinden bu eylemi gerçekleştirdiği için zaten zevk alır, ama yazar olduğu için de o an o zevki ona veren şey nedir, birine hükmetme duygusu mu, birini elde etme duygusu mu, eylemin geçtiği an, gizli saklılık mı gibi etkenleri kurcalamalıdır.

Yine Hemingway, balık tutma örneğinde de diyor ki,

Bir insan balık tutmaktan keyif alabilir, bu onun hobisi olabilir; ama acaba bunun kaynağı içten gelen bir avlanma dürtüsü mü, o balığın iğneye vurduğu an mı, onu denizden çıkarttığı an mı... Bir yazar, balık tutma sürecini periyotlara bölüp giriş gelişme sonuç olarak balık tutmaktan nasıl zevk aldığına, neyin kendisini etkilediğine yoğunlaşmalıdır. Bir yazarı normal insandan ayıran şey de bence budur

Yazmak, aslında tehlikeli de bir şey...

O yüzden ben de soruna dönüyorum, evet çoğu insan yazmak istiyor, ama neden yazmak istiyor buna bakmamız lazım. Biraz memleket bazında düşünürsek, herkesin ortak isteklerde bulunmasının tabii ki çeşitli sebepleri var. Ona bakarsan herkes sokaklarda olmak istiyor, herkes kaldırımlarda bira da içmek istiyor ama bunlar popüler ve dönemsel ihtiyaçlar. Temelde, yazmak herkesin istemediği bir şey aslında, bazı insanların istediği bir şey ve az önce senin söylediğin şey gibi, aslında tehlikeli de bir şey... Ders sürecinden sen iyi biliyorsun, evet tehlikeli, şizoid bir şey çünkü.

Zaten hepimizin sosyal hayatları var, zaten çalışıyoruz, haftada bir gün falan iznimiz var, o süreçte balık tutmaya gidiyorsam bırak da balık tutayım arkadaşım! Yani balığın hangisi beni mutlu etti, oltaya takılma ânı mı, öyle mi böyle mi bunu düşünmeyeyim... Ama yazar olarak bunu isteyerek düşünmüyorsun da. Bu, istemsiz bir şekilde çalışan beynin ikinci bir bölümü .. Keza Hemingway'in örneğindeki gibi insanın en teslim olduğu sevişme ânına bile denk geliyorsa, bu işte sıkıntı var demektir. Demek ki sen aslında hiç bir ânın içinde olmuyorsun, içinde bulunduğun her ânı dışarıdan gözlemliyorsun, bu da bir bakıma senin hayatının belli bir bölümünü kaçırdığın manasına geliyor. O yüzden söz ettiğimiz şey gerçekten de yazmaksa, bilinçli bir şekilde algıladığımızı düşünmüyorum. Arzulayanların da hedefle alakalı sorunları olduğunu düşünüyorum.

Yazabilmek için yazarlık harici şeylerden besleniyorum...

Para kazanma konusu ile ilgili de şöyle bir şey söyleyebilirim. Ben yazabilmek için yazarlık harici şeylerden besleniyorum. Bu, tiyatroda da böyle; oyunculuk yaparken de oyunculuk harici şeylerden beslenmeye çalışıyorum. Yani ne demek istiyorum; bir insan oyuncuysa, bir insan mimarsa, bir insan futbolcuysa, bir insan her neyse hayatında sadece o olursa o işi iyi yapamaz.

Meraklı bir insanım...

Ben çok kolektif okuyan bir insanım, çünkü çok keyif alıyorum. Okumak benim için bir şey okuduğunu kanıtlamak değildir. Çok meraklı bir çocuktum ben. Bu durum, profesyonel hayatımda da var. Bilmediğim şeyleri merak ediyorum ve yeni bir şeyler okumaktan, öğrenmekten çok keyif alıyorum. Bu bilgiler elbet sonrasında benim işimde işime yarıyor, bir yerden sonra karşıma çıkıyor.

Bu aralar Steve Jobs...

Mesela bu aralar Steve Jobs'la çok ilgileniyorum ve Steve Jobs'un aslında tüccarlığı ile ilgileniyorum.

Kahramanlaştırılan, metalaştırılan kısmıyla değil, onun altındaki şeyle ilgileniyorum ve bununla ilgili doküman temin edip okumaya çalışıyorum. Mesela Jobs diyor ki;

Ben bir ürünü müşteriye satmak için müşteriyi ikna etmem, müşteri ürünümü almak için beni ikna eder. Onu o hale getiririm.”

Bu adamın yadsınamaz bir gücü var ve bence gücünün altındaki temel felsefe de bu cümle. Bunu hayat pratiğine çevirirsek şöyle bir şey söyleyebilirim. Hepimiz para kazanmak istiyoruz, para kazanmak zorundayız da. Hele bizim gibi sanata bulaşan insanların farklı istekleri oluyor ve bu istekleri karşılayabilmek için de paraya ihtiyaç var.

Amaç para kazanmak değil, ürünü ortaya koymak....

Yine Hemingway'den örnek vereceğim. Zamanında yanılmıyorsam Times'da bir makale yayınlıyor ve diyor ki,

Bir yazara iyilik etmek istiyorsanız ona para verin, madem benim yazdıklarımı çok beğeniyorsanız o zaman bana para verin, çünkü hiçbir istediğimi yapamıyorum.”

Bir aile ona sponsor oluyor ve para veriyor. Yanılmıyorsam 3 ay kadar sonra tekrar dergide yazıyor ve diyor ki;

Daha fazla para istemiyorum, aileye de bildirin, 3 aydır evdeyim ve hayat gailem yok, çünkü fazlasıyla param var ve tükendim! Yazabilecek tek bir kelimem bile yok! Şimdi benim yeniden o gailenin içine dahil olmam gerekiyor.”

O yüzden de aslında evet hem paraya ihtiyacımız var, hem de parayı kazanmaya giden yollara ihtiyacımız var. Şimdi bunu para kazanmak isteyen yazarlara bağlayayım. Steve Jobs'un da ideolojisinden yola çıkarsak, para kazanmaksa niyetimiz, yani amaç para kazanmaksa para kazanamayız! Amaç, ürünü ortaya koymak olmalı. Ortaya koyduğumuz ürün eğer kaliteliyse o zaten bize para kazandırır.
Ne yazsam da para kazansam!” gibi düşünceler veya “Yazacağım ama, bu bana istihdam da sağlasın, hobi olmasın!” gibi kafaların zaten para kazanma ihtimali çok güç! O yüzden yapmak istediğimiz şeye yoğunlaşmalıyız. O bir şekilde bize güç ve para getirecektir. Bu kadar...

Evde Yazar: Son dönemlerde dikkatimi çeken bir şey var. Mesela bir yazar diyor ki,
 “ Romanımı filanca yerde otele kapandım yazdım!” Bir tanesi Yunanistan'a gitmiş romanını yazmak için, bir diğeri gidiyor İngiltere'de kendini hayattan soyutlayıp roman yazdığını söylüyor. Bütün bu yazarların ortak özelliği ise zengin olmaları. Daha doğrusu bu işten çok para kazanan yazarlar mı böyle yapıyor bilmiyorum, sanki başka bir iş yaparken yazamazmışız gibi bir imaj yaratıyorlar. İyi de eğer onların dediği doğruysa, ve eğer para kazanmadıysan, birikimin de yoksa ne yapacaksın, nasıl yazacaksın? Öte yandan oyun yazarken fark ettiğim bir şey de var. Yani mutfaktaki bulaşıkları yıkaman gerektiğini düşünürken bir taraftan da yazacağın şeyi düşünmek çok kolay değil... Bu duruma ne diyorsunuz?

Serhan Alben : Sercan bu soruya çok güzel cevap verecektir. Tartıştığımız bir şey bu, kendisi dertli de bu konuda. ( gülüşüyoruz)
Çok küçük bir şey söyleyeceğim, dikkat edersen bu dediğin hayatı yaşayan insanlar genelde aşk ya da anı yazıyorlar. (yine gülüşüyoruz)

Evde Yazar: Ben buraya çok takıldım. Hep diyorum ya hayalim bir roman yazmak diye.. Peki şu anda olduğu gibi hayatın içindeyken yapamaz mıyım? Ne bileyim ille de Ege'de bir kasabaya yerleşmem, ya da Datça'da falan mı yaşamam gerekiyor yazmak için?


Sercan Alben :Bir yazar olarak ben şöyle cevap vereyim. Tabii ki benim dünya görüşüm ama, bu yaklaşımlar bana çok şovenist geliyor... Evrensel gibi görünen ama çok da bir yere varmayan, insanların hızlı tüketebileceği daha arabesk işlermiş gibi geliyor bana böyle yazılanlar. Tabii ki her yazarı veya her yazılan her şeyi aynı kefeye koymuyorum ama genel anlamda böyle bir şey var. Ben bütün yazdıklarımı Serhan'la birlikte evde yazdım.

Yazmak için bana ihtiyaç var, durduğum yere değil!

Evde Yazar: Mesela sizin yazdığınız Bukalemun oyunu çok güzel bir metin, onu yazarken nasıl bir süreç yaşadınız?

Sercan Alben :Evde yazdık, yazarken çok da keyif aldık. Çiçekli böcekli manzaralarımız, Miami gibi kumsallarımız sahillerimiz falan yoktu, hiç öyle dertlerimiz de yoktu. Çünkü yazmak için bana ihtiyaç var, durduğum yere değil! Yazarken benim ben olmam lazım, aklımın yerinde olması lazım. İstediğimi kağıda kaleme yansıtabilme güdümün sağlam olması lazım. Ben, kendi adıma söyleyeyim, zaten o kadar şahane bir hayat yaşasam bunları yazmam, yazamam, mümkün değil! O zaman ben de aşk romanı falan yazmaya başlamalıyım ya da yazdığım oyunların içinde böyle şeylerin olması lazım. Çünkü  Hemingway'in söylediği gibi, derdi olmayan adamların yazacağı şey çok kısırlaşmaya başlıyor. Doğal olarak biz bir şey yazarken sadece buna özen gösteririz. Yani yazacağımız şey için Serhan'la otururuz, toplantılarını yaparız. Bizim ön çalışma kısmımız uzun sürer.

Ön çalışma kısmımız uzun sürer...

Şimdi yine tiyatro sezonu için yazacağımız üç-dört işimiz var. Bunlar için nasıl çalışıyoruz? Önce ön araştırmalarımızı yaparız. Oyunun nerede geçeceğinden ne olacağına kadar bütün detayları konuşuruz. Yan hikaye örgüleri gibi her şeyi birbirimizle paylaşırız. Fazlaca not alırız her şeyi. Sonra, bunları bir eliminasyondan geçiririz. Ardından diyaloglandırma sürecine geçeriz. Diyaloglandırmada da yazdığımız notlar içinden parçalar alırız, kılavuz sözcüklerimizden faydalanırız ve meselemizi ne hissediyorsak tam o şekilde yazarız. Ve süreci tamamlarız.

Evde de yazarız, Ada'da da yazarız!

Biz Ada'da da ikamet eden insanlarız. Gidip Ada'da da yazabiliriz, ki bir tanesini gittik Ada'da yazdık. “Adaya gidelim, harika bir manzara eşliğinde yazalım!” diye değil, o sırada İstanbul fazla üstümüze geldi, Ada daha sakindi, gittik ve yazdık. Sakin olma gerekliliğne katılırım. Çünkü evet şunu hep söyleriz, eğitimde de söylemiştik, oyunu yazmaya başladın, romanı yazmaya başladın, ya da film senaryosu yazmaya başladın. Diyaloglandırma aşamasından bahsediyorum, bir şey yüzünden bu aşamada ara verdin. Telefonun çaldı, tuvalete kalktın, mola verdin dışarı çıktın, yani bir şey yaptın. Artık kaldığın yerden sonra, devam edeceğin yeri aynı duyguda sürdüremezsin! Biz o yüzden, mümkün mertebe bir yazarın, ne yazıyorsa,  başladığı zaman bitirmesinden yanayız. Çünkü yazarın duygudan kopmaması gerekir. En azından, duygu bölümü yani partisyonu bitirene kadar bu böyle olmalı. En önemli mesele de bu, yoksa hani son derece lüks yerlere gitmek falan şovenist şeyler. Yoksa işte ben bu romanımı gittim Kazancı Yokuşu'ndaki köhne bir otelin üçüncü katında yazdım demek... Çok şovenist işler bunlar...

Evde Yazar:Uzaklaşma meselesine takılıyorum. Ben onu yapamazsam yazamaz mıyım diye düşündüğüm oluyor...

Serhan Alben : Şu kadarını anlayabilirim. Ruhani bir iş yaptığımız için, insanın bazı periyotlara ihtiyacı olabiliyor yaşamında. Yani zaman zaman yaşadığın standartın dışına çıkmak istiyor olabilirsin. Tam tersi de olabilir. Yani çok sakin bir hayat sürerken, kaostan beslenen bir şey yazmak için sıkı ve hızlı işleyen bir şehirde bir süre zaman geçirmek isteyebilirsin. Yahut şehirde yaşıyorsan, kafanı ve ruhunu dinginleştirmek için daha sakin bir yerde bir süre geçirmek ve ruhani stresini farklı bir yere kanalize etmek isteyebilirsin. Ama işte “underground yazıyorum, köhnede besleniyorum!”gibi söylemler, oyuncuların “rol üstüme yapıştı karakterden çıkamıyorum!”demeleri gibi bir şey... Ki halka da bu güzel servis edildi, insanlar buna uzun süre inandılar; kötü şeyler bunlar...

Bir ressamın, “Pablo Picasso'nun dünyasını yansıtmak için resim yapıyorum!” dediğini hiç duydun mu?

Sercan Alben : İlk sorduğun soruya da binaen şöyle bir eklenti yapacağım. Yazmaya nereden başlanmalı demiştin ya, insanın kendisinden başlanmalı. Yazmak için dış eylemlere, dış etkenlere ihtiyacın yok! Yazma eylemi içe dönük bir eylemdir ve önce kendini tanıma süreciyle başlar. Sanat genel anlamda, evrensel açıdan baktığın zaman, dışa dönük değil içe dönük bir şeydir. Sen, bir ressamın “Pablo Picasso'nun dünyasını yansıtmak için resim yapıyorum!” dediğini hiç duydun mu? Ya da binlerce ressam var ama 10 tanesi aklındadır. Binlerce oyuncu var ama 100 tanesini bilirsin. Milyonlarca yazar var, ama 200 tanesini tanırsın. “Herkes yazmak istiyor“ diyorsun ya, herkes yazabilir, ama herhangi bir gazetenin arka sayfasındaki şiir kadar da yazabilir, kamyon arkası yazısı kıvamında bir şeyler de yazabilir, ya da içselleşip güzel şeyler de yazabilir. En önemli şey budur aslında. Yazar, okuyucusu veya seyircisi okusun ve çok etkilensin diye bir şey yazmaz. Toplumun meselesine toplumun gözünden bakıp bir şey de yazmaz. Toplumun içinde yaşayan bir birey olduğunu bilir, kendi meselesini topluma aşılar. Benim dünya görüşüm bu der, toplum bundan etkileniyorsa, o yazar başarılı olmuştur. Mesele dışa dönüklük değil, içe dönüklüktür.


Dışarıya bakınca ilk olarak ne görüyorsun?

Yazmak isteyen ve bu yazıyı okuyacak olanlara özellikle söylemek istiyorum. Biz yazar olarak bir şey yazacağımız zaman Serhan'la şöyle bir şey yapmıyoruz.

Hadi Serhan bir oyun yazalım, ne yazalım? Şimdi bu sıralar ne var gündemde konu olarak? Aşk çok önemli, aşk mı yazsak, toplum başka neden etkileniyor?
İşkenceden şiddetten etkileniyor. O zaman şiddetle alakalı bir şey yazalım!

Hayır, böyle bir şey yok, biz böyle bir şey yapmıyoruz! Bu şovenistlik işte! Bu, toplumun bir şeye ihtiyacı var, ben bunu sağlarsam ordan belki para kazanırım, nemalanırım demek. Bizim derdimiz ise biz neyi yanlış görüyoruz, neyi eksik görüyoruz ya da neyle nesilleri toplumları bilinçlendirebiliriz konusu.

Evde Yazar:Eğitimde de söylediğiniz gibi, bir meselen varsa yazarak onu dile getiriyorsun.

Sercan Alben: Ya da o meseleye nasıl baktığını...
Serhan Alben : Lafını bölüyorum ama Sercan'ın da dediği gibi, genel geçer bir meseleyi, toplumun içinde yaşayan, içine kapalı bir birey olarak herkesin kahve köşelerinde tartıştığı, günümüzde de süregelen bir meseleyi, Kafka'nın “böcekleşme” olarak içselleştirip Dönüşüm'ü yazması... Yani, belli bir süre sonra o içine kapanıklık halinde kendini bir hamam böceğinden farksız hisseden yazar, bunu kaleme döker ve dünyada yeni bir dönem başlar!

Sercan Alben: Bu bir de bakış açısıyla alakalı bir şey. İkimiz birden aynı pencereden dışarıya bakalım. Şu an kepenkli bir yerde oturuyoruz mesela. İkimiz birden burdan dışarıya bakalım, senin dışarıda gördüğün ilk şey başkadır, benim ilk gördüğüm şeyse kepengin üzerindeki pas. Ve neden paslandığı ve ne kadar zamandır temizlenmediği, silinmediği gibi bir süreç...

Dışarıya bakınca ilk olarak ne görüyorsun?

Serhan Alben : O zaman ben hemen birini yad etmek istiyorum. Ben tiyatrodan önce sinema-tv okudum. Tiyatroda en büyük şansım, Suat Özturna'nın son öğrencilerinden biri olmam, sinemada ise en büyük şansım, Nedim Otyam'ın son öğrencilerinden biri olmamdır. Birinci sınıftaydım, rahmetli Nedim Hoca, değişik testleri olan bir adamdı. Böyle bir pencere var, hafif yağmur yağıyor, hava kapalı, renkler basık. Tek tek bizi sıradan kaldırdı ve camın önüne gönderdi, dışarıya bak dedi, ne görüyorsun diye sordu. Biri dedi ki sokak lambasını görüyorum, biri camdaki yağmur damlalarını görüyorum dedi. İlk ne görüyorsun, soru buydu. Hiç yorum yapmadan tek tek kaldırıp sormaya devam etti ve tek cümle ile yanıtlamamızı istedi. Benim de ilk dersim, korkuyorum bir taraftandan! Koskocaman Nedim Otyam var karşımda. Yüzüne bakıyorum, acaba anlar mıyım ne tür cevaplardan hoşlandığını diye, yok,  bir şey anlaşılmıyor. Poker oynar gibi ders yapıyor Nedim Hoca! Sıra bana geldi, yine aynı soru, ne görüyorsun dedi, “kendimi” dedim. Nasıl yani dedi, “kendi yansımamı görüyorum” dedim. Ders bitti, kal dedi bana. Beni asistanı yaptı. İki sene O'nun asistanlığını yaptım, hatta son döneminde evinde de misafir oldum. O'nun özel yaşamına da dahil olma şansını yakaladım. Öyle bir anı işte.. Buraya oturduğumda da şöyle düşündüm. Neden bilmiyorum, dedim ya şizoid bir süreç diye. Truman Şov gibi, sanki böyle bir kafes burası ve özgür olan biziz, bu kafesin dışında bir yaşam varmış gibi düşündüm. Normal bir insanda ise sen kafesteymişsin duygusunu çağrıştırır. Buraya oturduğumdan beri burası bir hapishaneyse diye bakıyorum. Hatta bununla ilgili aklıma gelenleri röportajdan sonra anlatacağım sana...

Mektepe gidince eğitim, birinin yanında bir şeyler öğrenince...


Sercan Alben: Yani bakış açısı çok önemli. Bir yazar içe dönük davranmalı.

Evde Yazar: O zaman buradan eğitime geçelim. Ben sizden bir eğitim aldım, bu benim hayatımı çok etkiledi. Belki bu röportajı okuyan insanlardan birkaç tanesinin de hayatını değiştirmeye katkımız olursa çok mutlu olurum.
Yazarlıkta alaylı olmak diye bir şey vardır mutlaka, ama sanki biraz teknik bilmek gerekir gibi geliyor bana. Mesela ben sizden öyle bir eğitim almasaydım oyun yazamazdım. Teknik şart bence. Siz ne diyorsunuz?

Sercan Alben: Eğitimi ayırmamak lazım. Yani mektepte alınınca eğitim, birinin yanında bir şeyler öğrenince eğitimsizlik diye bir şey yok. Orhan Veli, Cemal Süreya bu işin mektepte eğitimini almadılar. Adamlar belli ustaların yanında var olmuş, onlardan feyz almış, onları dinlemiş, onları modellemiş, onların sözlerini kendi eleğinden süzmüş, ve demin söylediğimiz gibi kendi iç dünyalarını dışarıya çok doğru yansıtabilmiş adamlar. Yani gidip de Harvard mezunu olunca şair ya da yazar olmuyorsun. Bunu özellikle söylüyorum. Eğitim dediğimiz şey, bir okul demek değildir. Bunu sen söylediğin için altını çizeceğim, sen bizlerle tanıştın, bizim eğitim süzgecimizden geçtin ve çok uzun bir süreç değildi bu. Önemli olan, öğretmenin ne öğreteceği. Hangi süreçte ne öğreteceği değil. Ben öğreteceğim şeyleri sana dokuz ayda da öğretebilirdim ama bundan çok sıkılırdım. Benim öğreteceğim şeyin zaman dilimi var benim için. Öğretebileceğimi bildiğim bir zaman dilimi bu. Ben aktarırım, sonra senin iç dünyan devreye girer. Evet biz sana ve senin gibi atölyedeki diğer insanlara rehber olduk. Ama bu ışığı yakan sizsiniz. Oyunları sizler yazdınız. Biz sadece sizin yanlış yollara sapmanızı engelledik.

Evde Yazar: Ama bu çok önemli bir şey. Çünkü ben belki otuz senede varamayacağım noktaya o eğitim sayesinde beş ayda ulaştım.

Sercan Alben:  Bir ustanın yanında çıraklık da yapılabilinir, hatta ona bile bazen ihtiyaç olmaz.

Evde Yazar: Çok yeteneklisindir de ihtiyacın yoktur eğitime. O da çok özel bir şey, kaç tane dahi var ki!

Sercan Alben: Kendimle alakalı şöyle bir örnek vermek istiyorum. Bu çok daha iyi özetleyecektir durumu. Ben, 22 yıldır bu işi yapan bir adamım. Tiyatronun içine doğdum, orada büyüdüm ve ömrümü de bu işe verdim. Ama şiir yazmak olgusu benim için hep çok ütopik kaldı. Bunu ben söylüyorum. Hani herkes yazar ya, hayır herkes yazamaz! Ben yazmaktan çok korktum, yıllarca... Ama bir gün karar verdim. Kardeşimin yani Serhan'ın etkisi bunda çoktur. Çok okuyan, çok meraklı biridir ve O'nun fikirleri, O'nun düşünceleri benim için önemlidir. Geceler boyu sanat tartıştığımızı bilirim, O bana bir şeyler aktarır, ben O'na aktarırım falan filan.

Bu arada hayatımda şair olarak anılmak, en çok istediğim şeylerden biridir. Yazar ve şair olarak ölmek istiyorum, ki benim ana mesleğim, en çok zevk aldığım iş oyunculuk aslında. Buna rağmen söylüyorum bunu...

Oturdum, elime kalem aldım ve ne hissediyorsam onu yazdım. 8-10 şiir olunca Serhan'la paylaştım yazdıklarımı. Hepsini okuduktan sonra Serhan, “Can Baba ekolu, o minval devam etmiş sende!” dedi.
Can Yücel benim için çok önemlidir. Çok okudum, içselledim. O'nun anlattığı şeyleri çok iyi algıladığımı düşünüyorum. Ama asla birinin yazdıklarını yazayım, birinin dünyasından bir şey alayım diye düşünmedim.
Can Yücel'le ben hiç aynı masaya oturmadım, bana bir usta olarak hiçbir öğretisini birebir anlatmadı, sadece yazdıklarını okudum. O'nun ne demek istediğini, ne hissettiğini ne düşündüğünü anlamaya çalıştım. O anladıklarım bilinçaltımda bir şeyi tetikledi ve ben elime kalemi alıp yazmaya başladığımda o samimiyetle, o realistlikte şiir yazmaya başladım. Ve bunu Serhan'ın bana söylemesi senin sorduğun sorunun cevabı oldu.

Çünkü bu bir eğitimdi, Can Yücel bana bir eğitim verdi aslında yazdıklarıyla. Ve ben, oradan yürümeye başladım, şimdi 100' e yakın şiirim var. Hiç kimse bilmiyor onları. Bir gün, onların hepsini toplamak gibi bir derdim var ama ne zaman kendimi iyi hissedersem..
Ha mesleğimin bana bunca senede verdiği bir şey tabii ki vardı ama şiir bambaşka bir şeydi ve onu başarıp başaramadığımı da okuyucusuyla karşılaştığında anlayacağım aslında. İşte bu da bir eğitim...
Eğitim evet alınmalı ama nasıl alınacağına kişi kendisi karar vermeli. Biz burada ;“Bizim atölyelerimiz var, bize gelin en iyisini öğrenin!” diyemeyiz. Başka insanlardan çok daha iyisini de öğrenebilirler, kötüsünü de öğrenebilirler. Bu insanın kendi iç dünyasıdır. Belki 30 senede yazacağımı siz bana beş ayda yazdırabildiniz diyorsun. Sebebinin yarısı sensin, yarısı da bizim seni yönlendirmemiz oldu. Ama sen hiç azımsanacak bir sayı değilsin burada. Sen yazdın çünkü.

Ben hocayım, sen bana nasıl “abla” diye hitap edersin?

Serhan Alben : Önce hocalıkla alakalı bir şey söyleyeceğim. Hocalık kendi hayat tecrübelerini, kendi mesleki tecrübelerini birine aktarmak olarak algılanıyor. En azından bu işler için böyle. Halbuki hocalık, bir metodoloji üzerinden karşındaki insanlara bir şey aktarmaktır ve burada unutulmaması gereken bir nokta daha var. Kendi hocalarımdan öğrendiğim değil ama gördüğüm bir şey bu.. Asıl öğreticinin karşındaki insan olduğunu unutmamak! Çünkü ben bir metodolojiyi karşıya aktarıyorum ama karşı taraftan da bir şeyler öğreniyorum aynı zamanda. Etkileşim var. Bu sebepten de bir anımı anlatacağım.
Konservatuvarda bir gün disiplinlik olmuştum. Bizim tiyatro bölümünde, müzik bölümünden bir hoca bir şey yapıyordu. Benim de provam vardı, O'nun da o saatte orada dersi varmış, bizim bölümü kullanıyorlarmış. Döndü bana “çık dışarıya!” falan filan diye bağırdı. Ben de döndüm, “Hanımefendi sakin olun, burası benim bölümüm, ben buranın öğrencisiyim, provam var eşyalarımı alıyorum” dedim. Bana hâlâbağırıyor...“Ya ablacım eşyamı alıp çıkacağım” dedim bu sefer, çok daha fazla öfkelendi. Takıldığı nokta şu oldu bence: Ben hocayım, sen bana nasıl abla diye hitap edersin?

Ben bakkala “Merhaba Bakkal!” demiyorum...

Hayatım boyunca bir şey öğrenmediğim kimseye “hoca” demedim... Çünkü ben bakkala “merhaba bakkal” demiyorum, garsona “merhaba garson” demiyorum. O Ahmet bu Mehmet, öteki kardeş, beriki dayı... Yani mesleki sıfatların kullanım alanı tuhaf bir şey. Ben bu okulda hoca olduğuma göre bana hoca diye hitap edeceksin, abla diyemezsin durumunu anlamıyorum. Bunun etkilerini ilkokulda da yaşamıştım. Çünkü okul müdürüne hiç “hocam” diye hitap etmedim. Müdüre” Muharrem Bey “derdim mesela ortaokulda. İstiyorsa “Müdür bey!” de diyebilirdim. Hani mesela Ahmet, hocadır ve sofrada bile “n'aber hocam” diye hitap edilir kendisine. Oysa O Ahmet'tir, neden hoca olsun, bana bir şey mi öğretiyor?

Böyle bakmama rağmen Tiyatro Laboratuvarı'nın ilk senesinde çalıştığımız bir oyuncu vardı konservatuvarlı. Bana da ekipte bazı arkadaşlar “hoca” diye hitap ediyor. Birgün patlama yaşadı bu arkadaş, ben de oyunu yönetiyorum. “Bu nasıl bir ego, neden bu insanlar sana hocam diyor, bizim yaşlarımız yakın, genciz...” dedi. Ben de kibar bir dille O'na gençlerin bir araya gelip tiyatro yapabileceği birçok alan olduğunu ve oralarda bu işi yapmaya devam edebileceğini söyledim ve kendisiyle yollarımı ayırdım.

"Görmesen De Olur" sürecinde atölyede ilk derse geldik bir tane hanım vardı hatırlarsan. Üçüncü dersin arasında “ben sizi bir yerden tanıyorum” dedi, “ben de sizi bir yerden tanıyorum” dedim. Ne iş yapıyorsunuz diye sordum. Öğretmenim dedi. Ne öğretmenisiniz dedim, coğrafya öğretmeniyim dedi ve benim liseden hocam çıktı. Ben üniversiteye gidene kadar derslere devam eden bir öğrenci olmadığım için pek de hatırlayamadım baştan. Bunu öğrendikten sonra “hocam” diye hitap etmeye başladım kendisine. Ben “hocam nasılsınız?” diyorum, o da bana “iyidir hocam, siz nasılsınız” diyor...  Demek ki ben o arkadaşıma bir şey öğretemedim veya o benden öğrenmeye açık değildi ki benim hocalık vasfımdan rahatsız oldu. Ki ben bunu bir vasıf olarak kullanmıyor olmama rağmen! Şimdi sen “hocam” diye hitap eden, “siz iki kardeş hayatımda birşeyler değiştirdiniz” diyen biri olduğun için ben de senin yaptığın bu röportajda sana bir soru sormak istiyorum. Hayatında ne değişti bu oyun yazarlığı sürecinde?

Evde Yazar: Kendime dışarıdan bakmayı öğrendim, kafamın içini kurcalamayı öğrendim. Benim için hayal olan bir şeyi başardım. Hani siz demiştiniz ya ilk derste, karakterleriniz bir süre sonra kendi kendilerine konuşmaya başlayacak, ben ne anlatıyor bu hoca diyordum açıkçası. Herhalde yetenekli insanlara falan anlatıyorlar diye düşünüyordum. Bu kurstan bir kişi çıkacak oyun yazan diye de düşünmüştüm. Son derslere kadar karakterlerim oluşmadı, demek ki yok benim yeteneğim diyordum. Çok uzak geliyordu oyunu yazmak, ama gerçekleşti. Bu da benim hayatımı değiştirdi.

Serhan Alben : Kendine dışarıdan bakmayı öğrendin, kafanı kurcalamayı öğrendin. Bunları başka bir yazarlık eğitiminde de öğrenebilirdin, peki bizim sana katkımız ne oldu?

Evde Yazar: Bir sürü kurslara gittim, mesela 2-3 sene İngilizce kursuna gittim. Hiçbir şekilde hiçbir hocayla bu kadar bütünleşmedim. Yani sizdeki o samimiyet beni çok etkiledi. Siz orada, belediye çatısında ücretsiz ders verdiniz. Ücretsiz kurslar genelde ruhsuz olur. Yani 7'den 8'e kadar müfredat verip gidebilirdiniz, dersler gece 11'lere kadar sürdü! Kendinizi o kadar veriyordunuz ki olaya, ben bu durumdan çok etkilendim. Hani derler ya “aurasına girmek”, siz de aynı öyle bir çekim alanı yarattınız ve orada müthiş bir sinerji oluştu. Daha önce birbirini tanımayan, gören ve görmeyen insanlar müthiş bir heyecana kapıldık. Çok etkileyiciydi.. Bence bir eğitimin devam etmesi için heyecan şart. Ben açıkçası hiçbir eğitimde bu kadar heyecanlanmamıştım.

Sercan Alben: İşte tam olarak benim söylediğim şeyi yaşadın, içine döndün, keşfettin. Sonra bir mesele çıktı ortaya.

Evde Yazar: Siz o kadar heyecanlıydınız ve inanıyordunuz ki! Yapabilirsiniz, olacak diye ısrar ettiğinizde ben olayın içine itildim bu sayede. Bitmesin kurs diyorduk, level-2 ne zaman olacak diye soruyorduk hatırlıyorsanız. Bir kitap yazmış olsaydınız, o kitabı alırdım, okurdum, kaldı ki ben tabiri caizse bu anlamda inek bir öğrenci gibiyim, çalışırdım, altını çizerdim, bir şeyler öğrenmeye çalışırdım kendi çapımda. Ama siz benim kafama adeta çaktınız! En son Nehir'i izlerken direkt ders notları aklıma geldi ve oldukça bilinçli izledim oyunu. Eğitim öncesinden çok daha farklı bir yerde olduğumu gördüm.

Sercan Alben: Ne güzel, işte bu zincirleme bir reaksiyondur, sen de başkalarına aktaracaksın bu bilgilerini.

Evde Yazar: Hani İngilizce'de, aktif midir pasif midir diye hiç düşünmeden çat diye cevap verilen cümle kalıpları vardır, işte “I was born in ....” gibi cümleler! Sizin verdiğiniz eğitimde öğrendiklerim de aynen öyle kendiliğinden aklıma geliyor. Ben mesela oyunu izlerken direkt kafamdaki şablonla izledim, bu müthiş bir keyifti benim için. Çok etkileyici ve şaşırtıcı bir şey bu gerçekten de.

Sanatta duygu sömürüsü ve Kitsch (Kiç) Olgusu

Sercan Alben: Direkt bu konuyla alakalı değil ama şimdi aklıma geldi. Yazarlık üzerine bir şey daha söylemek istiyorum. Hani dedik ya bir yazar toplum okusun, toplum algılasın diye bir şey yazmaz dedik ya, tam da bununla alakalı, hem de kendi ülkemizden şöyle bir örnek vermek istiyorum. Dikkat ediyorum, bazı arkadaşlar kendilerine “yazarız” da diyebiliyorlar. Hele hele tiyatro metni yazan arkadaşlar bunlar.
Toplumumuzda sıkıntılar oluyor, kaoslar oluyor. Mesela son dönemde kadına şiddet ve kadın cinayetleri çok ön planda. Tabii ki bu günümüze özgü bir sorun değil. Kadınların köle gibi satılıp pazarlanması, diri diri gömülmesi, mal diye hitap edilmesi, inekten danadan koyundan daha sonra gelmesi... Bu hep vardı ama son dönemde cinayet boyutu ön plana daha çok çıkmaya başladı. Şimdi tiyatro metni yazan arkadaşlara bakıyorum, hemen bu olaylardan bir tanesinin akabinde bir oyun yazılıyor, katledilen kişinin anısına ithaf ediliyor bu oyun ve oyun – ki izlediğim için bunun altını çizerek söylüyorum, izlemediğim hiçbir oyunu eleştirmediğimi de belirtmek isterim- hiçbir şey anlatmayan, sadece mevzuyu anlatan, kitsch, yani duyguları sömüreyim ve bu işten para kazanayım düşüncesiyle yazılmış ...

Bir masaya oturduğunda “Yazarım” diyen bir insan ya da insan topluluğundan bahsediyoruz. Bana göre bu oyun hiçbir meselesi olmayan bir iş, çünkü bu konu O'nun meselesi değil. Bu, toplumdaki bir mesele ve bundan para kazanabilmek için eline kalem alıp bir şey yazıyor. Bunlardan sıyrılmak, bunlardan kurtulmak lazım.

Kendi dünyanı keşfet, bakış açını geliştir!
Yazar adaylarına sesleniyorum, yazmak isteyenler öncelikle bu tarz düşüncelerden kurtulun. Hiçbir zaman, hiçbir şeyi ikonlaştırmayın, ilahlaştırmayın! Yani mesela roman yazacak bir arkadaşım için Ahmet Ümit O'nun hayal kahramanı olmasın! O, Ahmet Ümit'ten çok daha yetenekli olabilir, çok daha fazla kapasitesi olabilir. İkonlaştırma, senin ilahın o değil! Ben oyunculukta da hep bunu söylerim. Takdir ettiğim oyuncular vardır; takdir ettiğim, o kadar! O'nun gibi olmalıyım diye bir şey yok. Sen O'ndan çok daha başarılı ve yetenekli biri olabilirsin! Kendi dünyanı keşfet, kendini keşfet, bakış açını değiştir. Bu çok önemli bir mesele.

Mesela bizim yeni sezona girebileceğini düşündüğümüz, metni hazır bir işimiz var. Oyunun konusu, modernizmin eleştirisi. Sanayi devriminden önceki dünya ve sanayi devriminin yaşandığı süreci anlatıyor. 1940'ların Almanyasında geçiyor. Bu oyunu iki Türk adam yazdı. Bir buçuk iki ay her gün 1940-1945 arasındaki süreci neredeyse her gün inceledik kitaplardan ve internetten. Bizim için çok önemli bir süreçti. Toplumun güncel bir yarasına parmak basmadık. Biz çok evrensel ve tüm dünyanın sürüklendiği bir sürecin içinde başka bir bakış açısı yarattık. Yazarlıksa eğer, böyle yazabilmek algısına sahip olmak lazım. Bunun altını çizmek istiyorum.

Sanat, -en azından- destek verilecek bir şey değildir!

Serhan Alben : Yeni yazılan metinlerden bahsettik. Ben kendi adıma “filanca yerde sözsüz performans yapılıyor” gibi şeyleri değerli bulmuyorum. Yazma efendim! “En azından sanatla ilgili, en azından sanat yapılıyor!” deniliyor. “En azından” destek verilecek bir şey değildir sanat! Ya yap, ya da yapma!

Sercan Alben: Kendi ülkemizin dünyaya malolmuş savaşları var. Biz neden şehit olmuş askerlerimizin o savaş dönemiyle alakalı bir şey yazmıyoruz? Kitsch bir duygu bu çünkü. Bunu yaparsam herkes hüngür hüngür ağlayacak, sonunda da bir Türk bayrağı açacağım, herkes ayakta alkışlayacak, ben çok para kazanacağım, ama yazarlığıma ihanet etmiş olacağım!


Havalı dursun diye bir şey yazılır mı!

Serhan Alben : Bakıyorum metinlere, karakterlerin adı mesela john, Richard falan. Eee.. Ortada bir şey var mı? Yok.. Neden? Öyle yapınca daha havalı duruyor! Havalı dursun diye bir şey yazılır mı? Hani çok severiz ya kendi içimizden çıkan şeyleri alaşağı etmeyi, ama yurt dışından geldiği anda “Abi önermesiz metin diye bir şey var, süper!” falan deriz ya...
Önermesiz metin mi olur” diyen aradaşlarımız var mesela.
Bir de şöyle eleştiriler alıyoruz, neden oyundaki birinin adı “Adam”? Neden Hamlet Danimarka'da geçiyorsa o yüzden! Demek ki benim burada anlatmam gereken bir meselem var, fakat burada anlatırsam tutuklanacağım! O yüzden bu olay Almanya'da geçiveriyor. Ama sen şimdi havalı dursun diye “karakterin adını Osman yapmayayım da Richard olsun!”diyorsan orada sıkıntı var!

Sercan Alben: Neden Shakespeareoyunları İngilterede geçmiyor, neden geçmiyor? En önemli klasikler hem de! Aynı sebepten işte. Ya başka ülkelerde, ya ütopik yerlerde, ya dağda bayırda, ya da olmayan ülklelerde geçiyor.


Ekmek yedirten bir iş değil, yazar yetiştiren bir iş yapmaya çalışıyoruz!

Serhan Alben : Hem senin söylediğin “Siz yaparsınız aurası” ile alakalı, hem de Sercan'ın söylediklerine ilave olarak bir konuya değinmek istiyorum. Ben geçenlerde toplantı yaptım biriyle yazarlıkla alakalı.. Çok bilindik bir kurum, ismini vermeyeceğim. Bize kendi metodumuz üzerinden hocalık teklif etti ve dedi ki: “Biz bu kuruma “Modern Tiyatroda Önermesiz Metin Yazarlığı” dersini ekleyelim, siz de gelin bunu anlatın. Sizden başka bu dersi verecek adam yok, çünkü bu metodu siz ürettiniz”. Görmesen De Olur sonrası yoğun bir dönemdi. 3 hafta kadar müsait olamadık, sonunda gittim görüşmeye. Asistan beni görüşeceğim kişinin makamına çıkarttı. Merhaba dedim, oturdum, bir şey içer misiniz dedi, bir çay içerim dedim, ee anlat bakalım dedi, sen kimsin, neler yapıyorsun dedi.
Çok hızlı bir şekilde O'na kendisinin kim olduğunu ve neler yaptığını anlattım kendimden önce. (gülüştük) Bunu senin söylediğin şeye bağlayacağım. Bir kere beni oraya davet eden kişi sensen, hazırlanacaksın, karşındaki kim öğreneceksin... Sen benle bir iş yapmak istiyorsun, kim olduğumu bile bilmiyorsun. O zaman sen bu işe değer vermiyorsun demektir. Sen şimdi bu iş tek olduğu için "önce ben koyarsam kurumuma, ekmek yerim" diye düşünüyorsun, biz de ekmek yedirten bir iş değil, yazar yetiştiren bir iş yapmaya çalışıyoruz. Ekmek yedirten işlerimiz hepimizin var zaten. İkimizin de sinema, tiyatro gibi meziyetleri var. Oyunculuk yapıyoruz, dublaj yapıyoruz, sinemada görev alıyoruz zaman zaman. Bu iş öyle bir iş değil ama bu bir.
İkincisi benim 25 yaşında olmam, sana bu şekilde konuşma hakkını veren bir şey değil. Durumu anlattım oradan kaldım, konuyu da kapattım. Şimdi senin dediğin kısma geleceğim.

Bu gezegende misafirsem, ona bir şeyler vermeliyim...
Modernizmle biraz sorunlu kişileriz biz. Bunun artçılarını yazdığımız şeylerde de görmeniz mümkün analiz ederseniz. Üç aşağı beş yukarı yaşlar oynayabilir ama Mozart'a bakıyorsunuz adam 5 yaşında bestesini yapıyor, 7 yaşında konserini veriyor, 11 yaşında dünyaya damga vuran eserini çıkarıyor ve 20 yaşında ölüyor. Öteki öyle.. Türkiye'ye bakıyorsun. Hayranı olduğum için Orhan Veli'den örnek vereceğim. Adam bir akım başlatmış, 30 yaşında çukura düşüp ölmüş! Şimdiye bakıyoruz, ortaokulda dershane sisteminin içine sokuluyorsun, lise kazanıyorsun, lise-2 itibariyle üniversite hazırlığı, sonra üniversite, artık sadece lisans para etmediği için mümkünse bir yüksek lisans, erkeksen bir askere git gel, iş bul, o işte biraz çalış, o işte biraz dünyalık yap, evlen, evinin taksidini öde, çocuk yap, öl git gömül... Ee bireysel hayat nerede? “Hayallerimizin peşine düşelim, dünyayı gezelim” falan değil bahsettiğim. Biz burada misafiriz. Temel olarak hangi dine bakarsak bakalım, burada hep beraber bir şeyler yaşayabilmemiz için bir şeyler yapmamız lazım. Ben misafir kaldığım bir yere, canımın içinin evinde de kalsam, ikinci gün elime bir ekmek, bir mandalina alıp gitmek isterim, ayıptır, adettir bu. Burada misafirsem, bu gezegene de bir şeyle gelmek istiyorum. Elim kolum dolu gelmek, ve bir şey vermek istiyorum. O yüzden matbu iyidir. Bana bir röportajımda sormuşlardı, öldükten sonra sizi temsil edecek nesne nedir diye, ben de “yazdıklarım” demiştim.
Bu işin bir ütopik boyutu daha var. Kalıcı olmak için, ya da bir meseleyi anlatıp vicdanı rahatlatmak için, bu gezegene matbu bir şeyler bırakıyoruz ya, bıraktığımız gezegen de yok olacak! Bir de oradan bakarsak, orası da işin iyice tırlatma bölümü.. Hayırlısıyla 40 dan sonra oralara bulaşacağım diye düşünüyorum. Mazhar Abi gibi bir Hindistan'a gidip ondan sonra ilgileneceğim o kısımla...

Farkındalık, tedavisi olmayan bir hastalık...
Aslında hep söylediğim bir şey var. Farkındalık, tedavisi olmayan bir hastalık. Farkında olduktan sonra yandın demektir. Ondan sonra kurtulabilmen zor. Aslında röportajın başında Hemingway'den örneklediğim şey de bu, balık tutmak, sevişmek, ne yaparsan yap, eğer farkındaysan diğer insanlar kadar keyif alamazsın hayattan. O zaman da sorumluluk alanın oluşur ve bir şeyler yapmak zorundasındır. O yüzden sana söylediğim şey o, yapabilirsin, neden yapamayasın! İşin var çalışıyorsun haftada bir gün iznin var, boşver bunları, yapabilirsin... Bunları yaşarken de yapabilirsin, yazabilirsin!

Evdeyazar: Sonuçta hayatımda yapmak istediğim bir şey vardı ve siz onu araya sıkıştırttınız bana ve yaptırdınız. Bana kalsa kimbilir daha ne kadar bekleyecektim... Dolayısıyla konuyu sizin yeni başlayan eğitimlerinize getirmek istiyorum, zira ilgilenen herkesin bu süreci deneyimlemesini isterim.

Sercan Alben: Çok empatik bak olaya. Kendi halinde doğmuş, profesyonelce işler yapmış bir adamım ben. Bir gün meziyetlerimizi süzgeçten geçirip bir atölye açıyoruz, sen geliyorsun oraya, sana sadece teknik bir şeyin eğitimini vermiyorum, senin bu güne kadarki dünya görüşünde bir şey değiştiriyorum ben. Ben işte asıl onu başarıyorum. İşte yazılı dediğin şey, tam olarak evrensel açıdan budur. Senin bakış açını değiştirebildim, sen de bir başkasına yaparsan zincirleme bir reaksiyon olur ve nesiller daha doğru yetişir.

Evdeyazar: Ben bu röportajı işte bunun için yapmak istedim. Bir kişinin hayatını değiştirebilirsem, büyük mutluluk olacak benim için.

Sercan Alben: Mesela orta yaşlı bir kör öğrencimizin de bize söylediği bir şey vardı “Görmesen De Olur” atölyesi için. “Hayatımda ilk defa kör olmam işime yaradı” dedi . Bir başka kör öğrencimiz de, “Benim ışığım oldunuz!” dedi. Senin söylediklerine benzer şeyleri onlardan da duyduk . Aslında biz teknik bir yazarlık eğitimi vermedik ve bunun sizlere geçtiğini gördükçe işte şimdi bir şeyleri gerçekten değiştirdiğimiz görüyoruz ve bu yolda devam etmek istiyoruz.

Bizler de pamuklara sarmalanıp büyümedik!

Serhan Alben: Öğrencilerimizden biri hastahanede tedavi görüyordu, aradı yazamıyorum dedi, bana ne dedim, telefonu kapattım. Yapabilirsin derken boşuna söylemiyoruz. Sonuçta bizler de pamuğa sarmalanıp büyümedik, biz yapabiliyorsak herkes yapabilir.

Evdeyazar: Bunu ilk defa söylüyorum. Sizler kendinizi parçalarcasına bir şeyler anlatıyordunuz ve dediniz ki 29 Nisan'a kadar oyunlar hazır olsun! O samimiyete ve emeğe o kadar saygı duydum ki, yapmasaydım size karşı çok ayıp etmiş olacaktım!. Utanacaktım! Birisi sana bir şeyler veriyor, karşılığında sadece “yaz!” diyor. O yüzden kendimi zorladım ve sonunda başardım.
Serhan Alben: O hastanedeki arkadaşımız da iyi ki o gün telefonu yüzüme kapatmışsın, yoksa oyunum ortaya çıkmayacaktı dedi. Bir diğeri “hayatımda ilk defa birisi bana sen körsün, seni tolere ederiz, aman tamam yapmayıver! demedi, kendimi herkes gibi hissettim.” dedi..

Sercan Alben: Biz, eğitimlerimizin içinde anlatmak istediğimiz şeyin teknik bilgilerini verip konuyu kapatmıyoruz. Dünya görüşümüzü, bakış açımızı, tecrübelerimizi ve okuduğumuz, bizde etki bırakmış insanların tecrübelerini de aktarıyoruz. Katılımcıların dünya görüşlerinin de değişebilmesi, daha iyiye daha doğruya evrilmesi açısından “Evet ya, hep bir şeylerimi ertelemişim, aslında bunları yapabilecek güce sahipmişim neden yapmıyorum, hadi şimdi tam zamanı!“ dedirtebilmek de bizim eğitimimizin çok önemli bir yanı.

Tiyatro Laboratuvarı'nda eğitimler başlıyor!

Serhan Alben - Aytuğ Akdoğan - Sercan Alben

Sercan Alben: Tiyatro Laboratuvarı'nda üç yazar olarak Serhan, ben ve Aytuğ Akdoğan eğitimlere yeniden başlıyoruz . Serhan ve ben işin ana moderatörlüğünü yaparken, Aytuğ Akdoğan da gelecek yazar adaylarımıza yazar koçluğu yaparak, onların iç dünyalarını keşfetmelerine yardımcı olacak. 4- 5 kitabı olan bir yazar olduğu için ve edebiyatın sert tarafı ile ilgilendiği için roman yazmak isteyen adaylarımız için çok da faydalı bir eğitmen olacak kendisi. İki ay sürecek bir eğitim bu, 1 temmuz 1 eylül arasında olacak. Haftada bir gün üç saat sürecek. Finalinde de muhakkak çıkan metinlerin bir yere ulaşmasını sağlayacağız. Ne yazıldıysa, roman, film senaryosu ya da tiyatro metni.. O hazzı yaşadıktan sonra adaylarımızın gerçek yolculuğu başlayacak. Şimdi kayıtlar başladı. Aynı duygularla, aynı özveriyle, aynı ciddiyetle biz yeni adaylarla başlıyoruz. Çok heyecanlıyız. Çok istekli ve arzuluyuz. Kendimizde o mental gücü buldukça da eğitimleri devam ettireceğiz.


Metinler arası ilişki de anlatılacak!

Serhan Alben: Metodolojiden bahsedeyim. Senin de eğitim sürecine dahil olduğun, bizim geliştirdiğimiz metod, Modern Tiyatroda Önermesiz Metin Yazralığı'ydı. Önermeyi çoğalttıkça önermesizleşen bir tiyatro formu demek bu. Ben bunu bir konferasta şöyle açıklamıştım: Aslında önermesiz değil önyargısız demek daha makul bir tanım. Bunun eğitim sürecine sen de dahil oldun, daha önce yazmıştın da. Bir süredir üzerinde çalıştığımız ve ekleyeceğimiz kısım da şu: Metinler arası ilişki. Bu atölye ikisini de kapsıyor. Yani Modern Tiyatroda Önermesiz Metin Yazarlığı ve Metinler arası İlişki Atölyesi.

Temelde üçümüz de tiyatro ve sinema eğitimli insanlarız. Bu şöyle bir süreç. Bir fikrin taslağını oluşturup bu fikirde hiç bir değişiklik yapmadan bir sinema sekansına, bir tiyatro oyunu sahnesine ve bir roman bölümüne uyarlayacağız aynı fikri. Ve fikrin hangisinde daha iyi işlendiğini seçeceğiz. Yani temel egzersizimiz bu olacak. Atölyede sen de tanık oldun, mesela güzel bir fikir geliyor ama tiyatroda işlenmesi güç, senaryo olması daha muhtemel. Aytuğ'a özellikle çok roman taslakları geliyor. Tek mekanda geçen bir roman ve belli bir süre sonra tüm dinamizmini kaybediyor ,bunun tiyatroda denenmiş hali, fikri çok daha aktarılabilir ve kalıcı bir hale getirebilir. Burada maksadımız kendimize yazmak değilse eğer, birçok kişiye ulaşmaksa, ki burada ticari bir şeyden bahsetmiyorum, fikrimizin hangi alanda daha iyi işlediğini görmemiz lazım. Sonucunda bir şeyler olsun istiyoruz, dersle kalmasın. Atölye sürecinde “Yaz-ma” atölyesinde yazılan tiyatro oyunları Yaz-ma festivalinde Görmesen de Olur Festivalinde olduğu gibi seyirciyle buluşacak. Anlaşmalı olduğumuz yayınevleri ile roman taslaklarını da buluşturacağız. Kitabı basılır mı bilemeyiz, çünkü bu işi bir tiyatro çatısı altında yaptığımız için o alana müdahale edemiyoruz. Biz sadece, çıkan romanları editörlerle buluşturacağız. Sinema sekansları için de yapımcılar ve kısa filmcilerle metinleri buluşturacağız. Yine çekilir çekilmez onu bilemiyoruz.
Yaz-ma atölyesi de böyle olacak.

Evdeyazar: Çok güzel bir söyleşiydi, çok teşekkür ederim.

Not: Bu uzun söyleşiden sonra birilerinin hayatında bir ışık yandıysa benden iyisi olmayacak. Detaylı bilgileri Tiyatro Laboratuvarı'ndan alabilirsiniz. Kalın sağlıcakla...



26 Haziran 2015 Cuma

Hollanda'nın en büyük şatosu: De Haar (Kasteel de Haar)

Hollanda'ya gitmeden önce yaptığım araştırmalarda burası hakkında pek birşey bulamamıştım. Sadece bir blogda kısa bir yazı görmüştüm hakkında. Utrecht'e vardığımızda Haarzuilens'in çok yakın bir mesafede olduğunu görüp, kasabadan sonra şatoya da gidelim dedik. İyiki de gitmişiz. 



Şato belirli saat aralıklarında düzenlenen turlarla gezilebiliyor. Hangi dilde tura katılmak istiyorsanız o saati bekliyorsunuz. Şato'ya da bahçeye de giriş ayrı ayrı paralı (yani içeri girmeden sadece bahçeyi de gezip çıkabilirsiniz). Otopark parası 4 euro, bahçe+şato turu kişibaşı 14 eu ve yaklaşık 1 saat sürüyor. Rehber eşliğinde yapılan turda kilitli dolaplara fotoğraf makinaları ve sırt çantalarını kilitliyorsunuz önceden çünkü fotoğraf çekmek yasak içeride. İlk olarak kiler ve mutfak gezdiriliyor. 



Daha sonra eski yapıda avlu, ahır gibi şeyler için kullanılan ama sonraki inşaatda oturma odası, bilardo odası gibi düzenlenen bir oda gezdiriliyor. Bu odanın eski halinde tavan olmadığı için şimdiki tavan tamamen altın işlemelerle yapılmış ve üst katların buraya bakan kısımlarında aile fertlerinin heykelleri dizilmiş. (Rehberin dediği gibi üç boyutlu bir aile albümü yapılmış), sigara içme odası, balo salonu, yemek odası (orijinal yemek takımlarından da parçalar sergileniyor. Bütün parçalar altın ve gümüş ayrıca kullanılan neredeyse tüm eşyalar şatoyu yenileyen mimar Cuypers tarafından tasarlanmış), misafir odalarından biri (şatonun birçok ünlü konuğu olmuş. Yakın geçmişte Liz Taylor, Sophia Loren gibi ünlü sanatçılar da bunların arasında) ve en sonda da Baron ve Barones'in yatak odaları gezdiriliyor. Baron ve Barones 25 yıldan fazla evli kalmışlar ama asla beraber aynı odada kalmamışlar. 
İki oğulları olmuş bu evlilikten (ama dedikodulara göre baronesin bir kadınla da ilişkisi varmış). Barones 1947 yılında, Baron ise 1934 yılında hayata gözlerini yummuş. 



Baron ve Barones





Şatonun Tarihi:
De Haar Hollanda'nın en büyük şatosu. Şatonun geçmişi ile bilinen ilk belge 1391 yılına dayanıyor. Şatonun sahipleri olan De Haar ailesinin son bireyi çocuksuz yani varissiz ölüyor fakat şatonun mülkiyeti 1440 yılına kadar ailede kalıyor. Yıkıntıya dönen yapının mülkiyeti 1500'lü yıllarda Van Zuylen ailesine geçiyor. 1641 yılında Johan van Zuylen van der Haar da çocuksuz ölünce şato kaderine terk ediliyor.1890 yılında şato akrabalardan Baron Frederic van Zuylen'e miras kalıyor. Çok zengin ve ünlü Rothschild ailesinin kızları Helene ile evli olan Baron maddi konularda karısının da desteğini alarak atalarının hatırına burayı yeniden yaptırmaya karar veriyor. Dönemin ünlü mimarlarından Pierre Cuypers (Amsterdam merkez istasyonu ve Rijkmuseum'un mimarı) bu görevi üstleniyor ve yaklaşık 20 sene süren bir inşaat sonucunda şato şu anki görünümüne kavuşuyor.



Mimari Özellikleri:
Şatonun 200 odası var ve zamanının çok ötesinde şeylerle donatılmış. Rehberin dediğine göre hava atmayı ve ilkleri yapmayı çok seven Baron, bütün şatoya elektrik, kalorifer ve sıcak su tesisatı döşetmiş. Mutfak ve banyolar son derece modern. Mutfakta kullanılan havalandırma tesisatı günümüz mutfaklarını aratmayacak derecede akıllıca tasarlanmış.
Şatonun iç dekorasyonu da enteresan. Genellikle koyu renklerin hakim olduğu iç karartıcı bir havası var. Bence bunun sebeplerinden biri de duvarların halı kaplı olması. Rehberin anlattığına göre (bu arada rehberimiz çok esprili süper tatlılıkta bir kadındı) hayalet korkusu olan Baron hayaletlerin geçememesi için bütün duvarlara halı kaplattırmış ve camların üstlerini de hayaletlere karşı özel motiflerle süsletmiş. Sadece Barones'in odası normal bir kadının seveceği gibi açık renklerle ve normal duvarlarla dizayn edilmiş. Hatta Barones o kadar bıkmış ki bu koyu renklerden odasının girişindeki koyu renkli kapı değişmeyeceği için ikinci açık renk bir kapı daha taktırmış. Yukarıda da yazdığım gibi asla aynı Baron ve Barones asla aynı odada yatmadıkları için de Barones istediği gibi hareket edebildiği tek yere kendi tarzını uygulamış. 
Ayrıca Baron'un çok fazla uzakdoğu hayranlığı olduğu için dekorasyonda bolca Çin ve Japon kültürlerinden de parçalar kullanılmış. Baron katolik, barones yahudi olduğu için dini motifler dekorasyonda fazla kullanılmasa da (baron'un odasında bulunan büyük bir haç harici bir şey görmedik) bahçede küçük bir şapel de inşa edilmiş. 
Ayrıca Şatonun muhteşem bir bahçesi de var. Biz turdan çıktığımızda özellikle bahçeyi gezmeye ve piknik yapmaya gelen birçok insan vardı. 




Günümüzde Elf Fantasy gibi bazı festivallere ev sahipliği yapan şatoda bahçede bulunan şapelde belli bir ücret karşılığı nikah kıyılabiliyor, bahçede düğün yemeği verilebiliyor ve düğün fotoğrafları da çektirilebiliyor. 2000 yılında Van Zuylen ailesi yıllık bakım masraflarını hafifletmek için bir vakıf kurarak şatoyu vakıfa bağışlıyor fakat her yıl Eylül ayı boyunca buraya gelip kalma haklarını koruyorlar. 2011 yılında son erkek varis olan Thierry van Zuylen ölünce kızı kalenin içindeki tüm eşya ve sanat eserlerini satışa çıkarıyor ama aile yine de her yıl burada bir ay kalmaya devam ediyor. 

25 Haziran 2015 Perşembe

Gayrimenkul Sektörünün Geleceği Dinamizmde


Gayrimenkul sektörü günümüzün en gözde yatırım alanlarından birisi, hatta en gözdesi desek yalan olmaz.

T.C. Başbakanlık Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı gayrimenkul raporuna göre Türkiye gayrimenkul sektörü, toplam GSYİH’nin %19,5’ini temsil ediyor ve bu da sektöre büyük bir yatırım potansiyeli sağlıyor.

Topraktan alım yapıldığında, henüz dairelerin satışı yapıldığı süreçte dahi ciddi oranda kazanç sağlanabiliyor.

Fakat gayrimenkul alanında kazanabilmek için doğru adımı doğru yerde, doğru zamanda atmak çok önemli. Gayrimenkul sektöründe güven çok önemli bir unsurdur. Zira her firma, her semt ve her yapı, yatırım yapmanız için size güven vermez.

Bindiğiniz dalın sağlamlığını binmeden önce ölçebilmeniz gerekir. Bunun için de tecrübeli, bilinçli, kendini ispat etmiş oluşumlara yönelmek, yapılacak en doğru harekettir.

Şimdiye kadar anlattıklarımızdan hareketle sektördeki dinamizmleri, devrim niteliği taşıyan yeni nesil çalışmaları ile Kanyon gibi büyük oluşumları olan İş GYO ve Manhattan’da dünyanın en iyi projesi ödülünü kazanan Nef ‘in bir araya gelerek geliştirdiği Topkapı’daki İnistanbul Gala projesi, diğer seçeneklerden bir adım öne çıkıyor.

Bu projenin geleceği her daim parlak olan gayrimenkul sektörünün şimdiden parlayan yüzü ve güven odağı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Peki tüm bunları neye göre söylüyoruz? İsterseniz bu dinamizmin içeriğine bir göz atalım.


“Dev” Proje: İnistanbul Gala
Yaptıkları proje ve başarılarıyla kendinden söz ettiren Nef ve İş GYO, bir araya gelerek bir projeye başladıysa, bilin ki hem yatırım hem sosyal yaşamda farklılık yaratacak bir oluşuma adım atılmış demektir.

Lokasyon: Şehrin merkezi Topkapı
İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Yıldız Teknik Üniversitesi Davutapaşa yerleşkesinin karşısında yer alan eski Şise Cam Fabrikasının bulunduğu alanda, yani İstanbul’un yeni ticaret merkezi olarak adlandırabileceğimiz Topkapı bölgesinde gerçekleştirilecek olan proje birçok açıdan dikkat çekiyor. Özellikle projenin uygulanacağı alandaki alışveriş merkezleri, spor ve kültür merkezleri ile gelişmiş ulaşım ağı bölgenin ne kadar avantajlı olduğunun göstergesi.

İstanbul nüfusunun yaklaşık 1,5 milyon kadarı, İnistanbul projesine sadece 15 dakikalık mesafe içerisinde yaşamlarını sürdürüyor. Yatırım uzmanları tarafından, “Mecidiyeköy-Levent” aksıyla beraber değerlendirilen “Cevizlibağ-Merter-Bakırköy-Havalimanı” aksı; alışveriş merkezleri, spor ve kültürel tesisleri ve her gün genişleyen ulaşım ağı ile yatırım değerini her geçen gün artırıyor.
Topkapı bölgesi, ulaşım hatlarının kesiştiği bir noktada yer alması ve kolay ulaşılabilirliği ile konut ve ofis yatırımlarının tercih edildiği bölgeler arasında bulunuyor.

İnistanbul projesi, İstanbul’un her köşesine rahatlıkla ulaşabileceğiniz metro hattına yürüme mesafesinde yer alıyor, tramvay ve metrobüse de yakın mesafede bulunuyor.

Önünde yer alan metrobüs hattı üzerindeki eğitim kurumlarında 30.000’i aşkın üniversite öğrencisinin eğitim gördüğü ve 3.000’i aşkın eğitim görevlisinin çalıştığı İnistanbul Gala, Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Kampüsü’ne 100 metre, Yeni Yüzyıl Üniversitesi’ne 800 metre, Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Hastanesi’ne 1.4km, Nişantaşı Üniversitesi Bayrampaşa Yerleşkesine 1,5 km, Cevizlibağ Doğa Koleji’ne 1,6 km mesafede yer alıyor. Ayrıca, sağlık sektörünün önemli merkezlerinden olan Avrasya Hospital, Özel Derman Hastanesi, Memorial Hizmet Hastanesi, Özel Balıklı Rum Hastanesi ve Medicana Bahçelievler Hastanesi’ne de çok yakın bir lokasyonda bulunuyor.

24 Odalı 1+1 Ev



Katlanır ev sistemi yani “Foldhome", Nef’in birçok projesinde uygulanan yeni ve dinamik bir keşif.
Bizlere bir evin içine sığamayacak, hatta alışılmış sitelerin sosyal tesislerinin kapsayamayacağı kadar farklı odalar yaratan Foldhome sistemi, 5000 m2’lik bir evin sahip olabileceği özellikleri bir evin içerisinde sunan mimari bir yaklaşım. Foldhome üniteleri İnistanbul Gala projesinde de yer alacak. Ayrıca aynı sistemi ofisler için de uygulayarak Foldoffice konseptine de İnistanbulda yer verilecek.
Bu yazıyı okuduktan sonra eminiz daha detaylı bilgilere göz atmak isteyeceksiniz.

 O halde http://www.inistanbultopkapi.com/ ‘a hemen girip merak ettiğiniz sorulara cevap bulabilirsiniz.

Bu içerik http://projelist.com/ tarafından hazırlanmıştır.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

21 Haziran 2015 Pazar

Çorbayı TÜKETTİKTEN sonra...


Sabahleyin haberlere bakıyordum, beyaz önlüklü bir uzman, ramazanda nasıl beslenilmesi gerektiğini anlatıyordu. Tam hatırlamıyorum ne söylediğini ama şöyle şeyler duydum:

Günde mutlaka 8 bardak su TÜKETMELİYİZ, iftarda sebze TÜKETMELİYİZ. Ara öğün olarak sütlü tatlı TÜKETEBİLİRİZ. İftarda çorbayı TÜKETTİKTEN sonra biraz dinlenip  salata TÜKETMEK faydalıdır...!


Tdk Sözlüğe baktım, ben mi yanlış biliyorum acaba diye, şöyle diyordu TÜKETMEK sözcüğünün karşılığında:

Bu durumda beslenme uzmanının önerilerini şöyle anlamak lazım:

Günde 8 bardak suyu harca, iftarda sebzeleri bitir, sil süpür yani, sütlü tatlıları canından bezdir, çorbayı hızla yok et!

Zaten realite de böyle değil mi?

Neredeyse 34 bedeninin de altına düşmüş, güzellik ikonu genç kıza mikrofon uzatılıyor:

Formunuzu nasıl koruyorsunuz?

 Kız anlatıyor: “Alkali sü tüketiyorum, eehmm şey, sonraa, ara öğünde 2 badem tüketiyorum, kahvaltımıtükettikten sonra gidip koşu bandında o aldığım kalorileri bir güzel yakıyorum...

Hay bin kunduz! “Kendini tüketmişsin, beyninden sinyaller geliyor haberin yok!” diyesi geliyor insanın!

Dil, yaşantının gerçekten de yansıması... Doğayı, kaynakları ve her şeyi o kadar tüketir hale geldik ki, artık dilimizde de sonuçları oluştu bu kötü dönüşümün. İşin acı tarafı ise kimse bu durumu eleştirmez hale geldi. Yoksa algılarımız da mı tükeniyor biz farkına varmadan?

Ağaçları tüketip yerine taş kuleler yığıyoruz, suların doğal akışını tüketip üzerlerine enerji üreten saçma tesisler konduruyoruz, yetmiyormuş gibi denizleri tüketmeyekalkıp kumla dolduruyoruz içlerini, üzerine daha fazla taş dikmek için! Madenleri oydukça oyuyoruz, tükensin istiyoruz yerin altı da, daha çok altın, daha çok elmas olsun istiyoruz!
 Ormanları kesip yollar yapıyoruz,  daha çabuk tüketmekiçin daha çok araba geçsin diye...

Bütün bunların sonunda doğal olarak beslenme uzmanı şahsiyet de çıkıp "günde 3 tane elma tüketin, siz tüketin gerisine karışmayın”manasına gelen “bilimsel” açıklamalar yapabiliyor!

Neden bu kadar tüketiyoruz, ihtiyacımız kadarını alıp, aldıklarımızı yerine koysak ya? Suyu yararlı olduğu için içsek, tüketmesek; sebzeleri afiyetle yesek doymak için ama ihtiyacımız olmayan kısmı tükenmeden yerinde dursa, ilişkilerimize özen göstersek, ilk çıkar çatışmasında birbirimizi yok ederek tüketmesek!



Yine “sıfırcı edebiyatçı” gibi oldun diyeceksiniz, “çok takılıyorsun” diyenleriniz bile olacak. İnanın gıcıklığım üzerimde olduğu için değil, bu durum bende hıçkırık yaptığı için söylenme gereği hissediyorum...

Biz ne zaman böyle dönüştük? Peyniri- ekmeği yemeyi bırakıp ne zaman tüketmeye başladık?
8 bardak suyu TÜKETİNCE başımız göğe mi eriyor?
İnsanlarla olan ilişkilerimiz TÜKENE TÜKENE nereye varacak?


Obur bir canavar olan kapitalizm, doğayı, güzelim dünyamızın yerüstü ve yer altı kaynaklarını tükete tükete ilerlerken beynimizin loblarına da saldırıyor! Aman sakın biz biz olalım, bu canavara karşı aklımızı bari koruyalım...