31 Ocak 2015 Cumartesi

Acıların Kadını Bergen, okunası bir kitap...

Kitabı okumadan önce ön yargım vardı ne yalan söyleyeyim. Şimdi bu kitapta ajitasyon vardır diyordum, arabesk bir duygusalllık vardır diyordum, kitabı sever miyim acaba diyordum.
Ama yanılmışım, öyle olmadı. Yavuz Hakan Tok, kurguyu, gerçeği, öyküyü, duyguyu o kadar dozunda harmanlamış ki, kitap okunası bir roman olmuş ve ben de zaten elimden bırakmak istemedim. Kendisini bu ilk kitabındaki başarısından dolayı kutlamak istiyorum. 


Acıların Kadını Bergen

Bilirsiniz, duymuşsunuzdur, en azından “acıların kadını” sözleri kulağınıza mutlaka çalınmıştır bir yerlerden. Eski kocası tarafından yüzüne kezzap atıldığı için bir gözünü kaybeden, o nedenle fotoğraflarında hep saç perçemi ile sağ gözünü kapatan, sahnede bıçaklanan, defalarca dövülen, bütün bu şiddeti adına “aşk” dediği bir “delilik” uğruna yaşayan ve daha otuzunda iken sokakta 6 kurşunla öldürülen bir kadındır Bergen.  Acıların Kadını'dır O, nam-ı diğer Belgin Sarılmışer'dir adı...



Adana'da sahneye çıktığı dönemlerde her gece gelip gazinoda kendisini izleyen, her gece ama her gece bıkmadan usanmadan kendisine bir buket çiçek gönderen bir adam vardır. Her gece ama her gece bıkmadan usanmadan o çiçekleri çöpe attığı bir sürecin sonunda, ne olduysa olur ve o adama, kendi ifadesiyle o “kömür gözlü” adama, yani Halis'e aşık olur Bergen.


Sonrası malumunuz, adına “aşk” dedikleri yıkıcı süreç başlar. Mutlulukla mutsuzluk iç içedir artık. Gecenin bir yarısında memuru yatağından kaldırıp nikah kıydıracak kadar uçuk kaçık, sözümona kıskançlıktan kaynaklanan şiddetin artan dozajı ile de vahşice bir aşk (!) ile bağlanır Halis Bergen'e. Ne zaman sevdiği kadına zarar verse, oturup ağlayacak kadar da ruh sağlığı bozuktur aslında...

Günümüzde değişen bir şey yok maaalesef!

İçimizden birisidir Bergen, her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında gördüğümüz bahtsız kadınlardan biridir.. O'nun öyküsünü okuduğunuzda ister istemez “aşk” kavramını sorgularken bulacaksınız kendinizi. 

 Bence okuyun, pişman olmazsınız...



Fazla da anlatmıyorum, sizi Bergen'in acılı arabesk bir şarkısıyla başbaşa bırakıyorum...


29 Ocak 2015 Perşembe

Grand Hotel Fleming - Roma


Geldi sıra yavaş yavaş Roma yazılarına...

Roma'da kaldığımız otel tur boyunca kaldığımız yerlerin en iyisiydi bence. Romanın biraz uzak semtlerinden birinde olsa da bir sorun yaşamadık ulaşım konusunda. Odalar ve banyolar temiz, kahvaltısı da çok çeşitliydi. Her gün otelin karşısında kurulan pazar da çok keyifliydi. Geç saatte acıkınca yemeklerimizi de otelin karşısında bulunan restoranlarda yedik. Fiyatları uygundu yemeklerde gayet lezzetliydi. Romada kalınabilecek otellerden birisi bence burası...

http://www.booking.com/hotel/it/grand-fleming.tr.html?sid=03ee6b772ad71d719edc60a30f28879d;dcid=4;no_rooms=1;req_adults=2;req_children=0&

Bu arada booking.com'da bazı fotoğraflarda kötü görünen kısımlar ve banyolarda duş perdeleri var ama bizim odamız arka bahçeye bakan çok güzel bir odaydı ve banyoda perde yerine panel vardı.

28 Ocak 2015 Çarşamba

Mimlendim yine, konu kendi kitabım...


Bloglararası mimlemeler arada keyifli yazılar çıkmasına neden oluyor. Bugün de sevgili Kozmokitap'ın beni de mimlediği sorularla karşınızdayım. Kozmokitap'a bu keyifli anket için teşekkür ediyorum.

Benim kitabım


1- Bir kitap yazmaya karar verdiniz. Türü ne olurdu?

Bir kitap yazma hayalim var zaten, henüz karar aşamasında değil gerçi ama türü belli; roman olacak. Zira uzun soluklu paylaşımların, uzun soluklu okumaların, yani romanların insanıyım ben. Hiç sevmedim hayatım boyunca öykü okumayı, tam kahramanlarla tanışıp hemhal olmuşken öykünün sonu geliverir ve ben yapayalnız hissederim kendimi o anda. Belki de bu nedenle roman alırken, sayfa sayısı çok olanını seçiyorum bilinçsizce, ince kitabım o kadar az ki... Dolayısıyla kalın, kocaman bir roman yazacağım günün birinde. 5 sezon süren dizi film gibi kabak tadı vermeyecek ama, okuyucular kitap bitmedikçe mutlu olacaklar. Nasıl hayal ama ☺

Roman dediğin kalın olmalı...

2-Bu kitabı bir serinin başlangıcı mı yoksa bağımsız bir roman şeklinde mi yazardınız?

Bilmem, bilemem. Belki roman kendini sürükler, belki kahramanlarımdan ayrılmak istemem, devam kitapları yazarım belli mi olur. Harry Potter gibi meşhur bir kahramanım olursa eğer ve bütün dünyada çok sevilirse, okuyucular milyonlarca e-posta ile “lütfen lütfen lütfen devamını da yaz” diye baskı yaparlarsa, vicdanım nasıl rahat eder yazmazsam değil mi ama!

3) Kitabınızın baş karakterinin ya da karakterlerinin isimlerini ne/neler koyardınız?

Kitabımın konusu yok ki ortada isimler nasıl olabilir nereden bileyim şimdi? Belki isimsiz olur kahramanlarım, Jose Saramago'nun Körlük-Görmek kitaplarında olduğu gibi. “Siyah gözlüklü kız, sarışın ufaklık, evin annesi” gibi evrensel tanımlamalarım olur belki kahramanlarımla ilgili. Belki de bilinmeyen bir dildedir isimleri, şimdi yazarsam ne hükmü kalır.! Yok yok yanıtlayamam bu soruyu... Biraz daha yazarsam sanki roman çıkacak şuracıkta ortaya, çalınır malınır fikirlerim aman diyeyim!

Kitap sevgidir...


4) Her yazarın etkinlendiği başka yazar ya da yazarlar mutlaka vardır. Peki sizinkiler hangileri?

Bende yazar çok, Marquez mü desem, Jose Saramago mu desem, Vedat Türkali mi desem, Oğuz Atay mı? Yoksa Zülfü Livaneli mi desem, arada Orhan Kemal'i de unutmasam... Bütün bu isimleri sıralarken Rus klasiklerinin muhteşem yazarlarına haksızlık etmiş olurum. Dostoyevski küser, Balzac ve Jack London'ın morali bozulur...

5) Kitabınızın nerede geçiyor olmasınız isterdiniz? (Hangi ülke, şehir, köy vs). Ya da kitabınız kurgusal bir dünyayı anlatıyorsa orası nasıl bir yer olurdu?
Ama bu soruları yazan arkadaş kimse, sanki benden kopya çekecekmiş gibi geldi, böyle de sorulmaz ki şimdi! Kahramanların adını öğrendi, nerede yaşadıklarını öğrendi, yok yok edebi casusluk var bu olayda, asla kopya vermeyeceğim, boşuna beklemeyiniz :)


Sabahtan akşama kadar okumak...


6) Kitabınızı ilk olarak kime imzalayıp verirdiniz?


Bilmem ki, kim en çok isterse ona veririm herhalde. En iyisi o gün geldiğinde dönüp buraya kime verdiğimi yazayım.☺

7) Gelelim en önemli soruya, kitabınızın ismi ne olurdu?

Ne bileyim, ortada bir tek sözcük bile yokken kitabımın ismini istiyorlar benden. Sonra da mim sorularına laf atan gıcık kişi ben oluyorum. Mim sorularını hazırlayan arkadaşın edebi casusluğu konusundaki şüphelerim giderek artıyor ☺

8) Sizce kitabınızı en güzel şekilde anlatan 3 kelime ne olurdu?

Bir kitap okudum, aklım başımdan gitti.” diyebilirler, “beni bana anlatmış” diyebilirler, Aslında “ne güzel bir kitap!” deseler hiç fena olmaz. Hele ben kitabı yazayım da sonrası gelir elbette.

......................

Bir mimin daha sonuna böylece gelmiş olduk. Ben eğlendim soruları yanıtlarken, umarım siz de keyifle okumuşsunuzdur. Dileyen herkes bu mim sorularını blogunda yanıtlayabilir, ben kimseyi işaretlemiyorum ve sizleri özgür bırakıyorum bu konuda.

Okumalı yazmalı bir gün diliyorum, sevgilerimle ♥




22 Ocak 2015 Perşembe

Evdeyazar 2 yaşına giriyor bugün!

Bugün benim için şımarma günlerinden biri. Öyledir ya zaten, doğum günlerinde şımarmak adettendir. İşte bu yüzden, tebrikleri büyük bir zevkle kabul ediyorum.  Bugün, Evdeyazar 2 yaşına giriyor çünkü!


Hakikaten ne çabuk geçiyor zaman, bakın geçen sene birinci yaş günümüzdeneler yaşamışım, nereden nereye gerçekten de...

Blog yazarlığı artık benden bir parça oldu. Yazmazsam olmuyor, sorumluluk hissediyorum, blogumu yalnız bırakmak bende kaşıntı yapıyor, en kötü olasılıkla haftada bir kez yazmaya dikkat ediyorum. Umarım hep birlikte onlu yıllarımızı, yirmili yıllarımızı da kutlarız ne diyeyim daha.

Haydi klişeleri bozmayalım, bir de muhasebesini yapalım geçen senenin, bakalım neler yapmış Evdeyazar 2014 yılında...


Ahmet Ümit'le tanışma etkinliğine katıldım. (27/ocak) 

Bumerang'ın unutamadığım şahane etkinliklerinden biriydi. Hürriyet Gazetesi'nde bizi çok güzel ağırladılar ve birkaç saat boyunca Ahmet Ümit'in konuşmasını zevkle izledim. O kadar dolu dolu, o kadar güzeldi ki anlattıkları, kaydettiğim etkinliği üç yazıya ancak sığdırabildim, okumayanlar için işte burada...


Şeref Meselesi Dizisi'nin gala gecesine katıldım (21/11/2014)

 Şeref Meselesini gala gecesinde izledim. Yine Bumerang sayesinde katıldım bu etkinliğe. Işıltılı, renkli bir ortamda bulunmak gerçekten de etkileyici bir deneyimdi. Diziyi beğenerek izlemeye devam ediyorum bu arada belirteyim.


 Adı Şebboy'muş adlı yazım bir gecede tam 10.000 gösterim aldı. 7/04/2014

Şahane bir deneyimdi benim için, çok heyecanlandım. Televizyonda bir yarışmada "gece kokan çiçek nedir?" diye sormuşlar, herkes Google'a danışmış ve Google da herkesi benim işte bu yazıma göndermiş. Bu olayın detaylı incelemesini de gittim Bloghocam'da konuk yazar  olarak  heyecanla anlattım. 





 Blogum sayesinde metin yazarı olarak çalışmaya başladım -11/04/2014

2014 'ün bana göre en güzel kazanımlarından biri de buydu. Tam gönlüme göre bir ajansta tam gönlüme göre bir iş yapıyorum artık, yazıyorum! İşe girmemi sağlayan tek torpilimse blogumdu, gururla söyleyeyim, sağolasın Evdeyazar, nice senelere...

 Blog çekilişlerinden hediyeler kazandım -13/04/2014

Koşulları çok ağır olmayan blog çekilişlerine katılmayı seviyorum. Hem blog sosyalleşmesi oluyor, hem de eğleniyor insan. Geçen sene yine hediyeler kazandım.

Sevgili White Glaze'den güzel kremler, sevgili Kozmokitap'tan Romanov Komplosu adlı kitap (okuyunca yorum yazım olacak), sevgili YazmadanDurmam'dan şahane bir kutuda bir sürü çikolata kazandım. Yani şanslıydım geçen sene blog çekilişleri anlamında..

 Tanıtım yazısı yarışmasına katıldım ve kazandım - 23/04/2014

Dedim ya Evdeyazar keyifliydi geçen yıl, Derizaileblogla yarışmasına gönderdiğim yazı, deri bir cüzdan kazandı, hala kullanıyorum keyifle, ne de olsa Evdeyazar kazandı :)

Bumerang'dan hediyeler kazandım

Bumerang'ın İnstagram hediyelerinden ben de güzel kitaplar, defterler, kalemler kazandım. Sağolsunlar, varolsunlar. Bumerang'ı ve güleryüzlü ekibini gerçekten çok seviyorum.



Digital age dergisinin mart sayısında çıkan Blogger Eki'nde ben de yer aldım

Çok güzel bir sürprizdi benim için, blogumla gurur duydum. Aile, ilişkiler, bilim, moda gibi 19 kategoride her kategori için 5 blog tanıtılmıştı dergide. Lifestyle kategorisinde sözü edilen 5 bloggerdan biri olmak büyük bir mutluluktu.



İyi içerik atölyesine katıldım

Çok güzel konferanslara katıldım, "iyi ki blog yazarıyım" dedirten şahane bir organizasyondu. Blog Oscar'larında finalist bile olamadım gerçi ama, olsun seneye hepinizin üşenmeyip bana oy vereceğinizi biliyorum. Şimdiden aklınızda olsun :)



Etkinliğin yazıları ise burada ve burada


Mühendislik var ya hamurda, sayıları seviyorum o yüzden.  Yazıyı bitirmeden önce bir de küçük istatistik eklemekten alıkoyamadım kendimi. Bir yılın muhasebesini sayılarla özetledim kendi çapımda anlayacağınız.




İşte böyleydi sevgili dostlar.  O halde kutlamalar başlasın artık değil mi ama... Hepinizden hediye bekliyorum, hediye deyince aman maddi bir şey zannetmeyin.
 Güzel yorumlarınız,  en güzel hediye benim için :)

Sevgiyle ...



Amatör Gezgin'in Gezi Notları bu ay AnadoluJet Dergi'de...



18 Ocak 2015 Pazar

Öykü yazacaktım, elime yüzüme bulaştırdım!


Tırsak tırsak da yazı yazmanın zevki çıkmıyor ki! Farklı dünyalarda yaşayan insanları anlatan bir öykü yazmak istiyorum, yazıya şöyle başlayacağım:

Adamlar kendi paralel evrenlerinde yaşıyorlar. Mesela onların evreninde fakirlere yer yok! Fakir dediğin insanın sesi çıkmayacak, öyle ortalık yerde görünmeyecekler..."

Hemen siliyorum, malumunuz son dönemlerin en tehlikeli sözcüklerinden biri oldu bu “paralel” sözcüğü! Vatan haini anlamına gelebiliyor, darbeci anlamına gelebiliyor, derin devlet ve hatta köstebek anlamına gelebiliyor, işin en kötü tarafı da hakim karşısına çıkmak için başlı başına yeterli bile olabiliyor. O yüzden aman diyeyim kendime geleyim, paralel demiyorum, kulağa daha hoş gelen, daha yeni Türkçe karşılığı olan “KOŞUT”sözcüğünü kullanıyorum ve öyküme yeniden başlıyorum:


Adamlar koşut bir evrende yaşıyorlar. Yedikleri önlerinde, yemedikleri ardlarında, mutlu mular bilinmez gerçi ama, bizimle aynı dünyadan olmadıkları kesin...”

Yok yine beğenmedim, “KOŞUT EVREN” tanımlaması hiç olmadı, belki de bu sözcüklerin bir araya gelmesine alışkın değilim. İyi de ne yapacağım, hemen sözlüğe bakıyorum. Evet buldum, hem de günümüzde daha çok makbul olacak cinsten, sözcüğün eski kullanımını buldum:

“MUVAZİ”
Tekrar başlıyorum anlatmaya:

Adamların yaşadığı muvazi kâinatı tarif etmek mümkün değildi. Para su gibi akıyor, su dediğin, altın yaldızlı kadehlerde içiliyordu...”

Yine olmadı, beğenmedim. Ne demek şimdi bu “muvazi kâinat” meselesi? Bu sözcükleri bırakın şıp diye anlamayı, söylemekte ve yazmakta bile zorlanıyor insan... İyi de ne yapayım,
muvazi evren” desem sanki daha mı iyi olacaktı? Muvazi kâinat” dedim, bari sözcükler birbirlerine uygun olsun diye düşündüm. Öyle de olmadı, böyle de olmadı!

Tamam son şansımı kullanıyorum yazmak için:

Adamların yaşadıkları ortama ben diyeyim beşinci, siz deyin sekizinci boyut. Biz faniler yaşamak için var gücümüzle çalışıp didinirken, onlar ise sonsuz iktidar kurgusu yapmakla meşguldüler, bizim boyuttan anlaşılması mümkün olmayan bir dünyaydı onlarınki...”

Olmadı işte, yine kulağa hoş gelmedi!


Gördüğünüz gibi bir hikaye yazacaktım, beceremedim. Elime yüzüme bulaştırdım. İyi de nasıl anlatsaydım? Hikayemin giriş cümlesini etliye sütlüye dokunmadan, hakim karşısına çıkma riski taşımayan kelimelerle nasıl yazsaydım acaba? Yoksa hikayede anlatmaya çalıştıklarım değil de ben miyim başka dünyada yaşayan?

 Bu kadar basit bir kurguyu yapmayı neden beceremiyorum, neden anlatamıyorum hikayemi?

Sahi kim “paralel”, kim “koşut”, kim “muvazi” bu dünyada?

Verilecek yanıtı olanlar, haydi çıkın ortaya...











15 Ocak 2015 Perşembe

Eze - Fransa

Eze Cote d'Azur da denilen güney Fransa'da küçük ve çok sevimli bir kasaba. Geçmişi ortaçağa (12.yy'a) kadar dayanıyor. Nice ve Monako arasında yer alıyor. Kışları nüfusu neredeyse 100 kişiye kadar düşen köy yazları ise turist akınına uğruyor ve nüfusu 2000-3000'e kadar çıkıyormuş. Bu köyün en önemli özelliklerinden biri ünlü düşünür Nietzche'nin bir dönem burada yaşamış olması ve dünyada çok az olduğu söylenen parfüm fabrikalarından (daha doğrusu öz üreten fabrikalardan) Fragonard ve Galimard'ın burada bulunması. Alfred Hitchcock ise "Kelepçeli Aşık" filmini burada çekmiş.
Bu arada yanlış hatırlamıyorsam ilk fotoğraftaki evlerden biri eskiden ünlü film yıldızı Zsa Zsa Gabor'unmuş. Çok büyük bir Atatürk ve Türkiye hayranı olan Gabor evi satışa sunduğunda tek bir şartı varmış. O da çatıda bulunan bayrak direğine her gün mutlaka Türk bayrağı dikilmesiymiş. Ben hangi ev olduğunu göremedim ama rehberimizin dediğine göre yeni ev sahibi ünlü yıldızın bu isteğine saygı göstermiş ve kötü havalar haricinde bayrağımız dalgalanmaya devam ediyormuş...
(Zsa Zsa Gabor'un ilk eşi 4 yıl evli kaldığı siyasetçi Burhan Asaf Belge Türkmüş)


Nietzche burada yaşadığı dönemde "Böyle buyurdu Zerdüşt" kitabını burada yazmış. Hatta köyde "Nietzche yolu" denen bir yol da var. Nietzche bu yolu hergün kullandığı için adı öyle kalmış.




Benim ne yazık ki bu büyüleyici köyü çok fazla gezme şansım olmadı ama parfüm fabrikalarından Fragonard'ı gezdim. Fragonard 1926 yılında kurulmuş ve şu anda tam olarak 75 parfüm bazını üretiyor. Burada bütün ürünler geleneksel yöntemlerle işleniyor. Çalışanlar hala çoğu ürünü el ile paketliyor. Dünyanın her yerinden malzeme alınıyor. (Isparta'dan da gül alıyorlar). Rehber eşliğinde fabrikayı gezdirdikten sonra ürün tanıtımı ve satış yapıyorlar. Fiyatlar oldukça yüksek ama ben yine de birkaç şey almadan duramadım doğrusu…
Parfümün yanısıra saf argan yağı, sabun, cilt bakımı kremleri de ürünler arasında...

http://www.fragonard.com

12 Ocak 2015 Pazartesi

Morkaranfil sendromu!

Hani vardır ya kendilerinden “O” diye bahsedenler, kimi zaman blogların “hakkımda” sayfalarında, kimi zaman iş başvurularına gönderilen öz geçmişlerde rastlarsınız. Hatta bazıları abartıp konuşurken bile kendinden “üçüncü tekil şahıs” olarak bahseder! Seçim zamanı hatırlamıyor musunuz bir belediye başkan adayı televizyonlara çıkıp “Morkaranfil herkese saygılıdır, Morkaranfil asla böyle şeyler yapmaz, Morkaranfil dürüsttür...” gibi nutuklar atıyordu ve spikerler soruyordu “neden kendinizden başka birisi gibi bahsediyorsunuz?” Pek de cevap veremiyordu, çünkü kendisine o kadar tapıyordu ki, adeta ruhunu yüceleştirip bedeninden ayırmış, yüksek bir mertebede farklı bir kişilik olarak algılamaya o kadar alışmıştı ki, başka türlüsünü yapamazdı zaten o saatten sonra...


Öz geçmişlere, hele ki bloglarda yazılan bu tarz öz geçmişlere söyleyecek pek de lafım yok aslında. Hani büyük bir web sitesi olursunuz, çok yazar vardır sitede, öz geçmişi o zaman başkasının ağzından yazmanız normaldir:
“Sitemiz yazarlarından Barış Bulutaltındayatar, 1930 senesinde Sivas'ın Şarkışla ilçesinde doğmuştur...vs.”
Ama kalkıp da bir kişisel blogdaki “hakkımda” sayfasına

“Mehmet Tepedenbakar kimdir? Mehmet Tepedenbakar, 2001 senesinde İstanbul'un Beylikdüzü ilçesinde doğdu, 1 yaşında okumayı, 3 yaşında yazmayı öğrendi. Kendisi pazarlama dahisidir, her şeyin en iyisini bilir...vs.”
şeklinde bir tanıtım yazısı yazdığınızda, ben şahsen işte “Morkaranfil Sendromlu” yeni bir kişilik diyorum, elimde değil!

Tamam, biz mütevazı olma konusunda aşırıya kaçan, hatta günümüzden bakıldığında ezik denilebilecek bir nesildik, çoğumuzda güven eksikliği vardı. Elbette ki  öz güven iyi bir şeydir de bu kadarı biraz fazla değil mi? Devir reklam ve pazarlama devri, kendini yeterince anlatamazsan ne toplumda yer edinebiliyorsun, ne doğru dürüst bir iş bulabiliyorsun. Buna da bir diyeceğim yok, ama pardon ya, işi kendinizden bahsederken “O bir mükemmel insan..” seviyesine taşıdığınızda ben hemen “Morkaranfil sendromu” teşhisi koyup kaçıyorum fersah fersah sizden, kaçmayıp da sizin ne kadar mükemmel bir şahsiyet olduğunuzu mu dinleyeyim kendi ağzınızdan?

Özellikle “network marketing” dedikleri, bir aralar “bu asla senin bildiğin network marketing gibi değil, kimseyi üye yapmana gerek yok, evde bilgisayarınla çalışacaksın, kimseyle muhatap olmayacaksın” diye beni de içlerine çektikleri, daha doğrusu kendilerine bir kez şans verdiğim, neyse ki sonradan uzaklaştığım insanlarda da var bu “aşırı öz güven” durumları. Konuşma biraz uzayınca anlıyorsunuz zaten, çünkü çok iğreti duruyor, birkaç beden büyük gömlek giymiş gibi... (Böyle olmayan network marketingcileri ayrı tutuyorum, alınıp da saldırgan yorumlarla üzerime gelmeyiniz lütfen!)

Karşısında bir kişi varken çoğul hitaba geçenler var bir de,
Mutlaka rastlamışsınızdır, mesela yemek yiyorsunuz, iki kişisiniz. Diyelim ki tabağınıza çok biber döktünüz. Karşınızdaki senli benli konuşan kişi yani arkadaşınız birden ciddileşiyor ve başlıyor nutuk atmaya, sanki karşısında kalabalıklar varmış gibi çoğul konuşuyor üstelik:

“Yapmayın arkadaşlar, tabağınıza bu kadar çok biber atarsanız mideniz delinir, hebele hübele...”

Birden neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz, ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz... Böylesi durumlarda yapılacak en güzel şey, biran önce o ortamı terk etmektir bence. Zira karşınızda “Morkaranfil Sendromu”na yakalanmış, tepeden bakmacı, kendine hayran, insan olduğunu, karşısındaki ile eşit olduğunu unutan, her şeyi kendinin bildiğine inanmış, öğreten adam modunda ve hayatını idame ettirmek için muhtemelen yönetici pozisyonunda çalışmış/çalışan/çalışacak/çalışmayı isteyen birisi oturmaktadır.


Pardon ya, her tarafınız yönetici olsa ne yazar? Aynı malzemeden yapılmışız, kendinizi istediğiniz kadar allayıp pullayın, yok benden, bizden, onlardan farkınız! Sabah sabah yazayım dedim, o parlak zırhlı kostümlerinizle oynadığınız oyun komedi değil çünkü, kendi dramınızı yaşıyorsunuz, buradan bakılınca komik görünüyor hepsi bu!

Yine çok konuştum, gideyim en iyisi, sürç-i lisan eylediysem affola...





LGBTİ Edebiyatta

Edebiyatımızda az gördüğümüz şeyler var; mesela İstanbul dışındaki şehirler, distopik öğeler, eşcinseller, travestiler... Ayşe Kulin'in yazdığı bir seri roman ile LGBTİ kendine popüler edebiyatta yer bulmuş olsa da böyle şeyler sık olmuyor. Durum bu olunca yakın zamanda kahramanı LGBTİ bireyler olan iki roman okumam yetmiyormuş gibi ikisinin de cinai romanlar olması ilginç bir tesadüf oldu. Ben de yazayım dedim.

Çocuklar ve Canavarları - Ahmet Tulgar


Çocuklar ve Canavarları bir mafya babasını vahşice öldüren yazar Sarp Kaya'nın teslim olmasıya başlıyor. Onu sorgulayan isimsiz komiser kısa sürede cinayeti çözmekten çok Sarp Kaya'nın kendisiyle, onun anlattıklarıyla ve kendisiyle ilgilenmeye başlıyor. Roman boyunca hem Sarp Kaya'nın hem de komiserin hikayesini okuyoruz. Bu roman hakkında Mor Kitaplık'ta bir yazı yazmıştım, dilerseniz detayları oradan okuyun. Ben şimdi kitaptaki eşcinsel unsurdan bahsetmek istiyorum.

Eşcinsellik romanın tam orta yerinde değil ama roman için önemli. Aile, sevgi, anne-baba gibi kavramları sorgulayan bir roman bu. En yoğun eleştirisini de topluma yöneltiyor. Onun kısır değerlerinden, yok eden baskısından, ailelerin yarattığı travmalardan bahsederken eşcinselliğe yer vermek kaçınılmazdı herhalde. Onlara yaşatılanlar çok şeyi tetikliyor romanda.

Yazının başında eşcinsellere ve diğer cinsel kimliklere edebiyatta ne kadar az yer verildiğini söylemiştim. Bu romanı okurken bu durum yüzünden gafil avlandım ve kendimden utandım. Sarp Kaya'nın sevgilisi olacak erkeğe markette rastladığı sahneleri okurken başta kesinlikle anlamadım. Şort, terlik dedikçe aklımda mini şortlu ve parmak arası terlikli bir kadın canlandırdım ama başka detaylar hiç o kadına uymadı. Diğer insanın da bir erkek olduğunu anlayınca yazar o mumları başkası için alıyor, hazırlığı bu sahnede olmayan bir kadın için yapıyor diye kendimi ikna ettim. Heteroseksüellikle şartlanmış beynim bir erkeğin başka bir erkeği beğenebileceğini almadı!

Romanın sevdiğim bir özelliği eşcinselliğin kendine diğer her şey gibi doğal ve sıradan yer bulması oldu. Ne kınan, ne küçük görülen, ne de acınan bir şeydi. Büyük olay hiç değildi.

Huzur Cinayetleri - Mehmet Murat Somer


Bir travesti; başarılı, güzel, güçlü… Bir televizyon programına çıkıyor ve programı izleyen biri ona kafayı takıyor. Onun gibi etrafa huzursuzluk veren pisliklerin huzurunu bozarak ders vermeye niyetli. Ya kahramanımız bu katili bulacak ya da tek tek etrafındakiler canından olacak.

Bu korkunç hikayesine rağmen roman esprili, hafif, rahat bir atmosfere sahip. Çok fazla zorlukla mücadele edip çok acı çeken insanlarda dirençten gelen bir neşe vardır ya, sanki bu roman da öyle. Hayati tehlikeyle yaşayan, basit şeyler için herkesten çok mücadele etmesi gereken LGBTİ insanların neşesine benzer bir şey sanki.

Somer'in LGBTİ dünyasının neresini ne doğrulukta aktardığını bilemiyorum. Romanda klişeleri besleyecek şeyler var; travestilerin ''ayol, nonoşum'' gibi kelimelerle konuşması gibi. Ancak açık bir zihnin bu romanı okuduktan sonra travestileri ve diğer kimlikleri ''daha normal'' görebileceğini düşünüyorum. Çünkü romandaki travestiler ve transeksüeller sapık değil, saldırgan değil, hatta gündüz vakti sokakta simli makyaj ve fosforlu mini etekle dolan insanlar bile değil. Aksine neşeli tipler, aralarında iyiler de var kötüler de. Hepsi bir hayatta kalma mücadelesi içinde. Onlarla dostluk eden, çalışan, onlara güvenen kısaca kalıcı ve normal ilişkiler kuran ''normal'' insanlar da var.

Bu roman hakkında detaylı atıp tutmadım ama özetle eğlenceli bir kitap. Size kurguda yaratıcılık veya dil kullanımında yetkinlik sunmaz belki ama hoş zaman geçirtir.


LGBTİ temasının geçtiği diğer bazı romanlar için şu listeye bakabilirsiniz. Listede Selim İleri'nin Her Gece Bodrum'unu gördüğüme şaşırdım çünkü bu romanı okudum hatta burada hakkında atıp tuttum ama bu yönünü hiç fark etmemişim. Listedeki İki Genç Kızın Romanı (Perihan Mağden) ve Üç Aynalı Kırk Oda (Murathan Mungan) da kitaplığımda okunmayı bekleyenlerdendi. Artık okudukça onlar hakkında bilahare yazarım.

Avrupa’da Bedava Yürüyüş Turları


Tüm uğraştırıcı vize prosedürlerine rağmen, AVRUPA hemen herkesin gidip gezmekten vazgeçemediği, gezi rotalarının en bilindik durağıdır. Derin tarihi ve mimarisiyle hep çekici bir tarafı vardır ve yollarımız da sıkça düşer Avrupa ülkelerine. Ama çoğu zaman önünde durduğumuz bir binanın, bir köprünün ve yahutta bir sarayın önemini bilmeden, tarihteki ilginç hikayesini dinleyemeden fotoğraflarımızı çeker döneriz evlerimize. Halbuki geçmişte neler yaşanmıştır tam da durduğumuz o noktada, bilmek, gezilerimizi bilgiyle doldurmak, görmek kadar öğrenmek de güzel olmaz mı?

Elbette bilgiye ulaşmak artık çok daha kolay… Gezi kitapları, dergiler ve internet sayesinde aradığımız bilgilere kolayca ulaşabiliyoruz… Ama tarih konusunda ilgili ve bilgili biri gelse, canlı canlı kaynağında anlatsa şu hikayeleri fena da olmazdı. Hem şehrin en önemli noktalarını gezdirsin, bu noktaların tarihteki önemini, orada neler yaşandığını anlatsın bize, hem de bedava olsun… Kulağa hoş gelmiyor mu sizce de? Gerçekten hoş ve keyifli olurdu ve bir çok şehirde böyle bedava yürüyüş turları da mevcut. Ben size bizim üç ayrı destinasyonda deneyimleyip cok memnun kaldığımız bir kuruluştan SANDEMANs New Europe Tour'dan bahsetmek istiyorum.

YAZININ DEVAMINI okumak icin TIK TIK TIK»

11 Ocak 2015 Pazar

Sue Miller'dan Senatörün karısı, bir kadın kitabı..



O gün biraz yolu uzatayım diye düşünmüş ve nedense ara sokağa dalmıştım. İyi ki de öyle olmuş. Zira biraz yürüyünce fark ettim ki mahallemizin sahafı kapısının önüne bir tezgah yapmış, tezgahın üzerine kitaplar koymuş, bir de güzel bir el yazısıyla hazırladığı tabelayı asmıştı:
                                           “Yagmurda ıslanan kitaplar 1 TL!”

Sahaf gibisi var mı?

Kitap, şirinlik, yaratıcılık hepsi bir arada olunca ben elbette çok mutlu olmuş, birkaç kitap almıştım. O günün anılarından biridir Sue Miller'in Senatörün Karısı (2008) adlı kitabı. Cep boydu üstelik, tam otobüslük diye düşünmüştüm.

Geçen hafta dişçiye giderken uzun metrobüs yolcuğunda okumaya başladım kitabı. Epey de ilgimi çekti yol boyunca. Ve bu sabah da bitirdim, yani 15 gün sonra. Cep boy olmasına rağmen yazıları küçük küçük ve 484 sayfa, aslında öyle hemen bitirmelik bir kitap da sayılmaz.

Kitap, bir "bestseller", dolayısıyla edebi anlamda çok bir beklentim yoktu okumaya başladığımda. Zaman geçirmelik, eğlencelik diye düşünmüştüm. Akıcıydı, kolay okunuyordu zaten. Kitap bittiğinde ise yazarın kadınsı bazı konuları beklentimin çok üstünde bir derinlikte işlediğinin farkına vardım.

Kitaptaki olaylar ve hissiyat, iki kadının merkezinde dönüyor. Birisi Senatör Tom'un karısı Delia, diğeri de komşusu Meri. Biri olgun yaşlarda, herkesi kendine hayran bırakan zerafette, yaşamın keyiflerine varmayı bilen, sorunlarını kendi içinde çözümlemiş, en azından öyle görünen; diğeri ise neredeyse hayatına yeni başlıyor, acemi, savruk ve biraz da meraklı..

Sue Miller- Senatörün karısı

İki kadın ve iki de aşk- evlilik hikayesi var kitapta.

Senatörün karısı Delia'nın kocası Tom'a olan özverili, sabırlı, ölçülü aşkı, normalde başka kadınların kaldıramayacağı olayları dahi kendi içinde çözümleyerek Tom'u olduğu gibi kabullenişi, O'nu değiştirmek için uğraşmayışı, ve kitabın sonunda yaşadığı, beni de üzen beklenmedik olay... Bir bestseller kitaptan beklenmeyecek derinlikte bir anlatım vardı bence.

Diğer kadın karakter Meri'nin özellikle doğum öncesinde ve doğum sonrasında yaşadığı travmatik denilebilecek olayları kendi iç sesiyle anlatması da bir o kadar çarpıcıydı. Yani hep annelik kutsaldır, muhteşemdir gibi anlatılan olaya değişen vücudunun, değişen duygularının, değişen dünyasının perdesini aralayarak, aslında belki de herkesten daha gerçekçi ve cesurca bakıyordu Meri.

Anlatımı sinematografik buldum ben, film izliyor, daha doğrusu dizi izliyor gibi okudum kitabı. Canınız akıcı bir dille kadın dünyasına dokunan bir kitap okumak istediğinde siz de okuyabilirsiniz bence. Ama "yağmurdan ıslananlar" yazdığı halde hiç hasarı olmayan benim kitabım gibi kelepir bulur musunuz bilemiyorum:)

Aşk dolu, sevgi dolu, güzel hikayeler dolu mutlu bir pazar günü diliyorum,  başka kitaplarda görüşmek üzere ♥

4 Ocak 2015 Pazar

Benim bir hayalim var...



Şimdi sabahın bu saatinde kalkıp da hiç gündemden bahsetmeyeceğim açıkçası. Yüce divana gidilsin mi gidilmesin mi, “eğer ben gidersem bildiklerimi açıklarım” diyen hangi bakanmış, kaza olan Soma madenlerinin sahibi sermayesini nasıl 75'e katlamış, devlete kömür diye kaç bin ton taş satmış, Galatasaray'ın başkan yardımcısı neden “sarayı gören yabancı futbolcuların bazıları Türk vatandaşlığına geçme kararı aldı” diye açıklama yapmış, mış mış da miş miş...!


Bütün bunları bir kenara bırakıp yaklaşmakta olan bembeyaz kardan bahsetmek istiyorum ben. Sibirya'dan geleceği söylenen, etrafı bembeyaza boyayacağını hayal ettiğim kar'dan başka gündemim yok açıkçası. Masum bir kar tabakası ile kaplansın her yer, orda burda yaşayan bütün evsizlere ev bulunsun. Sokak hayvanları koruma altına alınsın. Herkes sıcacık bir çatı ardından kar'ın güzelliğini seyretsin istiyorum.


Evet benim bir hayalim var.

Birkaç günlüğüne hayat dursun. İnsanlar evlerinden dışarıya çıkmasın, sıcacık bir yerden kar'ı izlesinler. İzlesinler de doğanın ne kadar incelikli, ne kadar detaylı planlanmış bir organizma olduğuna bir kez daha hayran olsunlar. Vicdanlarını koysunlar teraziye, hele bir yol düşünsünler azıcık! Gönüllerinin kararmaya yüz tutmuş süzgecinden herkes biraz kar'a baksın. Kimin gözünü grilik bürümüş, kim gerçekten apak görüyor dünyayı, çıksın ortaya...


Sonra herkes kar'a bulansın, arınsın, arınsın, bembeyaz olsun. Reset çekelim kar'la beraber bütün çirkinliklere...

Kıskançlık, haset, kin, nefret, intikam, iktidar hırsı, kendini yüksekte ve ayrıcalıklı görme hastalığı, yönetici olma kafası, saygısızlık, nezaketsizlik, kendini dünyanın merkezinde görme düşkünlüğü, dalkavukluk, öğreten adamlık, yani masumiyet tanımının dışında kalan her şey ama her şey yok olup gitsin bembeyaz karların altında... O kar öyle bir yağsın ki, bütün insanlar yeni doğmuş bebek kadar tertemiz olsun...


Kar'ı izlerken sıcacık bir salep fincanı olsun ellerimizde, dumanı tütsün, odayı tarçın kokusu kaplasın. Televizyonların bütün kanallarında Hulusi Kentmen'li, Adile Naşit'li, Münir Özkul'lu sıcacık sevgi dolu filmler olsun.


Hayalim gerçek olsun...



Sevmenin Zamanı



Sevmenin Zamanı 40'ların İstanbul'unda tıp öğrencisi olan Frida ve İsmail'in aşkını ve II. Dünya Savaşı sırasında başa gelenleri anlatan bir roman. Hikayemiz iki gencin tanışmasıyla başlıyor, ilişkileri gelişip çeşitli zorluklara katlanırken biz fonda Yahudi düşmanlığı, yokluk, savaş ve gerilim dolu bir siyasi ortamı izliyoruz.


Liz Behmoaras kahramanlarının dilinden kıyafetlerine, gazete manşetlerinden günlük hayatına, şehrin sokaklarından yiyeceklere kadar birçok detayla 70 yıl öncesini canlandırıyor. Yazar tüm dünyada faşizmin güçlendiği bir dönemde Türkiye'nin bağışık olmadığını, Yahudiler başta olmak üzere gayrimüslimlerin neler yaşadığını en duymak istemeyenlerin bile dinleyebileceği yumuşaklıkla hatta biraz da aşkın gölgesinde bırakarak anlatıyor. Çoğu manipülatif olsa da tarih kitabı çok ancak yakın tarihe ait romanlar pek az. Sevmenin Zamanı'nın o az sayıdaki dönem romanlarının güzel bir örneği olduğunu düşünüyorum. Behmoaras'ın hem dönemin İstanbul'u, siyaseti ve toplumu hakkında hem de tıp ve eğitimi hakkında çok araştırma yaptığı da belli. Çok danışmış, çok öğrenmiş, takdir ettim. 


Diğer taraftan roman adıyla kahramanlarıyla buram buram bir aşk romanı gibi de kokuyor. Keşke böyle olmasaydı. Keşke roman Frida ile İsmail'in tutuk aşkı yerine Şulman ailesinin başından geçenleri anlatan bir tarihi roman olsaydı. Zira ben Frida ile İsmail'in aşkını ne anladım ne de o aşka inandım. Bu iki genç birbirinden ne buldu? Tabi ki "nedensiz de sevilir" diyebilirsiniz ama bir okuyucu olarak da beni böyle bir aşkın olduğuna inandırmanız gerekir. Çünkü çiftimiz arasında tutku yok, buluşunca siyasetten, kariyer planlarından bahseden iki genç var. Hele İsmail'in soğuk, kaba, bencil halleri yok mu? Böyle mi olur aşık adam? Galiba beni İsmail soğuttu bu aşktan. Yazar ne kadar İsmail'i şefkatli, idealist, güzenilir gibi gösterse de ben hiç öyle düşünmedim. Frida'nın kimliği yüzünden çektiği sıkıntıları önemsemeden söylediği densiz şeyler, hep kendini önde tutarak planlar yapması… Hepsini geçtim ne kadar idealist ve mükemmeliyetçi olursa olsun mesai arkadaşına kızınca kaltak diye bağırmasını sevemem. Yazarın aptal aşık gibi bunları sevimli gösterme çabası da üstüne tüy dikti.

Kitapla ilgili ikinci eleştirim de tıp eğitimi ve pratiği hakkında verilen detayın bolluğu. İki kahraman da tıp öğrencisi olunca dersler, hocalar, hastalıklar, hastaneler gibi şeyler hakkında bilgi verilmesi normal. Yalnız bu detaylar sayfalar tutup romanın ana konusundan sapıp bir nevi ders notuna döşünce işin tadı kaçıyor. Gerçekten anatomi dersindeki bir kesi işleminin nasıl ve ne için yapıldığını, kahramanımızın günlük hayatını anlatmak için konu edinilmiş bir muayenede şüphelenilen hastalığın belirtilerini ve tedavi seçeneklerini ve buna benzer bir sürü şeyi bilmemize gerek var mıydı? Yazarın bu tercihini  konuyu özümseyememiş ama ezberlemiş çalışkan bir öğrenci gibi sınavda sayfalarca yazmasına benzettim. Kimisi bu detayları sevebilir ama benim okuma tempomu düşüren bir unsurdu.

[spoiler] Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim; romanın sonuna doğru gelişen kürtaj olayının kurgudaki rolü veya kurguya katkısı neydi? O bölümü çıkarsak hiçbir şey değişmezdi gibi geliyor bana. [spoiler]

Yine sevdiğim taraflarını az, beğenmediğim taraflarını çok anlattım. Siz bana bakmayın, aşk romanı değil de dönem romanı olarak gayet güzel bir eser.