19 Şubat 2015 Perşembe

Farkında mısınız, bir tarihe tanıklık ediyoruz!

Şu anda saate bakıyorum, 19:13. Dışarıdan slogan sesleri geliyor, protesto ve ıslık sesleri de var. Çünkü her gün bir şeyler oluyor güzel ülkemde ve bardaklar taşıyor, insanlar sokaklara dökülüyor. Haykırıyorlar, içlerinde biriken nefreti kusuyorlar, kusmasalar iç organları zehirlenecek belki de. Öyledir ya, zehirlenince kusulur, gerekirse zorla kusturulur içine zehir kaçan kişi. İşte sokaklarda olan biten de bünyenin zehirlenmesine ramak kala, insanların hayatta kalma çabaları değil mi!

Haklılar, sonuna kadar haklılar hem de... Kusmasalar ölecekler çünkü, haa kusunca ölmeyecekler mi, orasını bilemiyorum şu an. Belki de çok değil 20-30 sene sonrasında tarihe not düşülmeye başlanacak bütün bu olup bitenler. Tıpkı 12 Eylül'ün üzerinden sadece 35 sene geçtikten sonra, yani günümüzde, o devirde olan bitenlerin ortaya daha net saçılıyor olması gibi...



Hiç böyle hissetmemiştim ben! Tarihe yakından tanıklık ettiğime hiç bu kadar yakından tanık olmamıştım! Belki de yeni okuduğum, etkisinden henüz kurtulamadığım Devir romanındandır bilemiyorum. Çok değil, 20-30 sene sonrasında kimbilir neler yazılacak, çizilecek, anlatılacak yaşadığımız bugünler hakkında düşünsenize. İnsan cidden ürperiyor! Dedim ya, çok önemli bir dönemden geçiyoruz hep birlikte. Dolayısıyla gözümüzü dört açalım, olan biteni doğru algılamaya çalışalım, galeyana gelmeyelim, ajitasyonlara gelmeyelim!

Bir kez daha altını kalın kalın çizmek istiyorum; gerçekten de bir döneme tanıklık ediyoruz hep birlikte. Klişe cümle olduğu için söylemiyorum bunu. Sokakta toplumsal anlamda bir devinim var, olumlu ve olumsuz açılardan dönüşüm var, görmüyor musunuz? Çok değil bundan 10-15 sene öncesinde böyle miydik, bir düşünün...


Ben hatırlıyorum da, en azından yaşadığım semtte her gün sokaklarda eylem olmuyordu, bu kadar kötülük saçılmamıştı ortaya. Komşu komşudan, esnaf kendi gibi düşünmeyenden, açık kapalıdan, kapalı açıktan, doğulu batılıdan, kuzeyli güneyliden, sakallı küpeliden bu kadar nefret etmiyordu. Elektrik faturaları bu kadar kabarık gelmezdi, ne bileyim domates daha ucuzdu, daha az insan işsizdi, tekstil sektörü henüz batmamıştı mesela, işyerlerinde senede iki zam almak normaldi, ikramiye diye bir kavram bile vardı! Her yer bu kadar avemelerle dolup taşmamıştı, Avrupa Birliği'ne girme umudumuz daha yüksekti, toma nedir bilmiyorduk, biber gazı hayatımızın merkezine oturmamıştı, AKM'de gösteriler oluyordu, Taksim bu kadar çirkin değildi, Beyoğlu'na eğlenmeye gitmekten korkmazdım, televizyon kanallarındaki haberler tek tip değildi, farklı sesler çıkaranların üzerine bu kadar gidilmiyordu, sosyal medya yoktu belki ama, sosyal medyada yazdığı bir cümle yüzünden hapse atılan insanlar da yoktu! Gece saat 22'den sonra bakkaldan bira alabiliyorduk, televizyonda şarap kadehi görüntüsü henüz yasaklanmamıştı, bonzai kelimesini duyunca aklımıza sadece küçük ağaçlar geliyordu, milli bayramlarda Atatürk anıtlarına çelenk koyanlar cezalandırılmıyordu, sekiz yıl zorunlu eğitim vardı, atanamayan öğretmen sorunu bu kadar ciddi boyutlarda değildi, zeytin ağaçları kesilmiyordu, bu kadar çok maden kazası yoktu, metrobüs yoktu hayatımızda, ama metrobüs çilesi de yoktu...  Kusanlar vardı mutlaka ama herkes kendi evinde, bilemediniz televizyondaki haberler karşısında kusuyordu. Binlerce, onbinlerce insan hep birlikte gitmiyorduk lavaboya... Çünkü zehir, henüz midemize oturmamıştı!

Zorlayın hafızanızı biraz, şimdi anladınız mı neden tarihe tanıklık ediyoruz dediğimi? Bütün bunlardan bahsettiğim için sanmayın ki umutsuzum, bu da benim zehri kusma yöntemim işte. Zararsızca kendi halimde çıkarıyorum safraları. 




Umutluyum ben hâlâ, bunalımda değilim, olmaya niyetim yok gerçekten de. Belki çoğunuza saçma gelecek ama, “pozitif düşün, pozitif olsun” diyorum. Kötücül insanlardan, görüntülerden, haberlerden, seslerden olabildiğince yalıtıyorum kendimi.

Biliyorum, gerçekten de güzel günler gelecek; motorları mavilere süreceğiz hep birlikte...

16 Şubat 2015 Pazartesi

Kadının Adı Yok

Kapaklar değişiyor ama kitaptakiler değişmiyor.

Özgecan Aslan'ın vahşice öldürülmesinden önce, #sendeanlat kampanyasından çok önce bir roman okumuş ve bir türlü istediğim gibi bir yazı yazamamıştım. Yazdıklarım ya çok uzun sürüyordu ya da anlatmak istediklerim içimde kalıyordu. Olanlardan sonra yazdığım kadarıyla yayınlıyorum. Çünkü asla sözle anlatamayacağım şeyler olduğunu kabul ettim. Buyrun:

Bu sözü kaç kere duydunuz? Bir kadına şiddet haberi, bir namus cinayeti vakası… Hemen manşetler; ''Kadının Hala Adı Yok'', ''Kadının yine adı yok''… Duydu Asena'nın 'olay romanı' Kadının Adı Yok'un ne kadar meşhur ve ne kadar az anlaşılmış bir kitap olduğunu gösterecek onlarca örnekten biri bu. Çünkü Kadının Adı Yok'ta gerçekten baş kahramanın adı yok. O Ayşe, Fatma, Melis, Burcu… Bir kadın işte.

Duygu Asena romanında şehirli, orta sınıf bir ailenin büyük kızının çocukluğundan orta yaşın sonuna kadar geçirdiği değşimi, kendini tanıma ve gerçekleştirme macerasını, toplumla mücadelesini anlatıyor. Annesi ve kız kardeşi başta olmak üzere diğer kadınların da hikayelerini de zaman zaman okuyucuya aktarıyor. Birinci tekil kişili ve şimdiki zamanlı anlatımda bilinçakışı tekniği hakim. Bu başta alışılmışın dışında olsa da bence adapte olmak zor değil. Anlatım son derece akıcı. Yalnız anlatım için güçlü veya yetkin diyemeyeceğim. Bazı duyguları çok güzel aktarsa da az sayıda olmayan anlatım bozuklukları veya yanlış kullanımlar göz ardı edilemeyecek cinsten.

Şimdi bu edebiyat dersi kısmına geçip işin heyecanlı yerine gelelim. Kadının Adı Yok 1982 yılında ahlak bozucu bulunup yasaklandığına göre acayip erotik bir kitap mı? Ne gibi terbiyesizlikler var içinde? Sayfalarından erkek düşmanlığı mı akıyor? Kadınlara erkeksiz yaşamanın sırlarını mı veriyor? Yoksa yüce ahlaki değerlerimizi ayaklar altına mı alıyor? Erkeklerin bu kitabı okumasına gerek var mı? Okusa anlar mı?

Bir kere bu kitapta cinsellik var, başkahramanın tek derdi cinsellik, o erkekten o erkeğe ne biçim iş diyenler televizyon dizisi izlemiyorlar herhalde. Kitapta detaylı anlatılmış sevişme sahnesi, çıplaklık, hiçbir şey yok. Bence zamanında müstehcenlik kitabı yasaklamak için bir bahane olarak kullanılmış. O gün ve halen kitabın cinselliği ele alışından rahatsız olanlarsa aslında bir kadının cinsellik konuşmasından rahatsız oluyorlar. Sanmıyorum ki bir erkek romancı bir erkek kahramanın ağzından bir kadını çok çekici bulduğunu, kadının bazı hareketleri yüzünden doyuma ulaşamadığını veya arzu duymadan sevişmenin bir çeşit aldatma olduğunu söyleseydi müstehcenlikle suçlansın. Bir kadının erkeklerin erkekliğine toz konduracak şekilde cinsel isteklerinden (fantazilerini kastetmiyorum), ihtiyaçlarından, tecrübelerinden (yine detaylardan bahsetmiyorum) veya düşüncelerinden bahsetmesi belli ki o zaman da rahatsızlık yaratmış, şimdi de yaratıyor.

İkincisi kitap erkek düşmanlığı pazarlamıyor. Romandaki bütün erkekler canavar değil. Başkahramanımız mutluluğu erkeksiz bir hayatta bulmuyor. Kadınların mutsuzluğunun tek müsebbibi de erkekler değil. Aksine çevresindeki mutsuz kadınları kolaya kaçmakla suçladığı oluyor. Bu düzende erkeklerin de yalnız ve doyumsuz olduğunu söylüyor. Başkahraman eşit ve sevgi dolu bir eşe büyük hasret duyuyor, hatta onu tamamlayan bir eş olmadan tamamen mutlu olamayacağını, özgürlüğün bedelinin asla yalnızlık olmaması gerektiğini söylüyor. Eğer kadının bir erkekle kendisi arasında bir seçim yapması gerektiğinde kendisini, özgürlüğünü seçip o erkekten ve toplumun başarı/mutluluk normu olarak sunduğu şeylerden vazgeçebilmesi erkek düşmanlığıysa evet, biraz öyle.

Bu roman sanıyorum meseleyi bir kadın meselesi olarak görmek ve tek taraflı değerlendirmekle eleştirilmiş. Kadına eziyet edip onu maldan da aşağı görmenin erkeklerin değil tüm toplumun ürettiği bir sapkınlık olduğunu kabul ediyorum. Diğer yandan romanda anlatılan taciz, istismar, eziyet vakaları hiç abartılı değil hatta az bile. Bunlar o zaman da gerçekti şimdi de gerçek. Bu vehametin yaşandığı ortamda bu romanı yazacak cesareti bulmuş birine bir de çok yönlü bak demek biraz ekmek bulamazken pasta istemeye benzemiyor mu? Belki de bu cesaretten ötürü biraz torpili hak ediyordur bu roman. Daha iyi olabilirdi ama bence bu da iyi.

Kadının Adı Yok'u en çok erkekler okumalı bence. Ergenlik döneminde nasıl "erkek" olunacağını çözmeye çalışan zavallı küçük erkekler okumalı. Annelerinin, kız kardeşlerinin, sıra arkadaşlarının, müstakbel sevgililerinin nasıl bir cehennemde yaşadığını görmeli. Bir aynada kendine bakmalı, ben de o adamlardan mı olacağım, yoksa başka davranmaya en azından gayret mi edeceğim diye sormalı. Belki kadınların bazı şeyleri neden öyle yaptığını daha iyi anlar. Belki o da daha mutlu, doyumlu bir erkek olur.

Korkmayın okuyun, erkekseniz kesin okuyun.


11 Şubat 2015 Çarşamba

CardFinans Bu Sevgililer Günü’nde Yalnızların Yanında!


Sevgililik dediğin zor zanaat... Kadın-erkek ilişkilerini yürütmek başlı başına bir meziyetken, bunun üzerine bir de özel günlerde hediyesi, yaz yaklaşınca seyahati gelir. Sonra bir de bakmışsın evlilik ve çocuk derken çoğu zaman kocaman bir OFFF çektirir. Yani sevgililik dediğin, aslında hem maddi hem manevi açıdan hayatta vereceğin en büyük sınavındır. :)



Bununla da kalmaz, bu sınavda tartışmadan haklı çıkma mücadelesini vermek zorunda kalırsın. Tartışmadan haklı çıkmaksa zordur, erkekler içinse çooook daha zor. Hele bir de evliysen... Hiç evli erkek haklı çıkar mı?
Finansbank da öyle düşünmüş olacak ki; sevgililik müessesesine analitik bakmış, formülleri deşifre etmiş ve dikkat edilmesi gereken parametrenin “haklı çıkma değişkeni” olduğunu bulmuş!
Kabul edelim, haklı olmak ve haklı çıkmak aynı şeyler değildir!


Haklı çıkamayacağını kabul ettiysen, ilişkiye yapılan en temel yatırım olan “hediye” aşamasına geçebillirsin.
Kendini affetirmek için hediye alınır.
Yıl dönümü geldiyse hediye alınır.
Doğum gününde hediye alınır.
Sevgililer Günü’nde hediye alınır.
Ve bu liste uzar gider...
Birliktelik süresi uzadıkça da, ilişkiye gösterilen özen ile yapılan harcama tutarı arasında her zaman ters orantı olacaktır.



Sevgililiğin matematiğini çözen Finansbank da, “#SevgililikZor, yalnızlığın tadını CardFinans’ın hediyeleriyle çıkar” demiş. Bunun için de Sevgililer Günü’nde sevgilisi olmayanlara artan fırsatlar sunan bir kampanya yapmış .
14 Şubat’a kadar Finansbank bireysel kredi ve banka kartları ile giyim, kozmetik, ve kuyum sektörlerinde tek seferde yapılacak her 100 TL’lik alışverişiniz size birbirinden güzel hediyeler için bir adet çekiliş hakkı kazandırıyor.
Siz de 5 MacBook Pro, 5 iPad Air ve 5 iPhone 6’dan birine sahip olmak isterseniz, kampanya detaylarına bir göz atın derim;
http://www.cardfinans.com.tr/cardfinans-kullanin/kampanyalar/kamp6384/sevgililer-gunu-kampanyasi.aspx?ref=WEB_ASBO

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Evin Hanımı

Evin Hanımı İrlandalı yazar Alice Taylor'ın kaleminden çıkmış bir kasaba-aile öyküsü. İrlandalı kadın yazar diyince aklıma Meave Binchy ve Colotte Caddle kitapları ile ''sıcak'', ''aile'', ''sevginin gücü'', ''mücadele'', ''hayatın zorlukları'', ''güçlü kadın kahramanlar'' gibi kelimeler canlanıyor. Taylor da bu çigzinin dışında kalmayan bir roman yazmış.

Romanımız üç koldan yürüyor: evin babası ölünce aksi gelin tarafından satılmaya karar verilen aile çiftliğinin kaderi, kasabaya açılması planlanan ama kasabanın papazının karşı çıktığı okul ve çiftliği satılmak üzere olan aileye düşman olan Conway'lerin Kitty'nin başındaki bela. Romanın başında hikayeyi Mossgrove'un teyzesi Kate'in gözünden mi yoksa evin minik kızı Nora'nın gözünden mi izleyeceğimizi şaşırıyoruz bu kısmı atlattıktan sonra roman akıcı ve kolay diliyle sizi sürüklüyor. Bir oturuşta onlarca sayfa okumanız işten değil.

Taylor çok basit ve pastoral bir hayatı tadını çıkara çıkara anlatıyor. Kendisi de kasaba hayatının parçası olduğundan belki de kasabayı ve doğayı bir şehirlinin romantizmiyle değil de özgün bir zevkle aktarıyor. Sanırım romanın en sevdiğim taraf doğa tasfirleri ve köy hayatının detayları oldu.

Romanın sevdiğim bir başka özelliği de karakterler oldu. Kimisi anlamsızca iyi, kimisi anlamsızca kötü olsa da Peter ve Nora kardeşler ile birkaç karakterin daha gelişimini beğendim. Yazarın karakter yaratmada fena olmadığını düşünüyorum.

Romanla ilgili hayal kırıklığım ise bahsettiğim üç kolun birbirinden bağımsız şekilde sonuca bağlanması oldu. Ben bir şekilde üç izleğin birbirine bağlanacağını, Kitty'nin Conway'lerin çiftliği satın alma planlarını değiştireceğini, çiftliğin okul binası olarak kullanılacağını ya da çok daha kıvrak bir sona varacağımızı sanmıştım. Bu haliyle romanın kurgusunu fazla basit hatta biraz acemice buldum. Sanki her şey gerçekte olmayacak şekilde kolayca ve rastlantısal şekilde çözülüverdi.

Kitapla ilgili bir başka eleştirim de kitap kapağı ve baskısıyla ilgili. Kapak ne kadar albenili olsa da romanla çok ilgisiz. Evin Hanımı hizmetçilerle dolu bir köşte zarif bir hanımı çağrıştırıyor olsa da bu romandaki ev battaniyelerin pire tozuyla temizlendiği bir ev, hanım da sabahları inek sağıyor. Yani bu incili, güllü kapak sanıyorum roman okunmadan hazırlanmış. İmla ve baskı hataları da görmezden gelinemeyecek kadar fazlaydı. Okuma keyfini bozdu.

Eğer Binchy veya Caddle kitaplarından hoşlanıyorsanız bu kitaptan da hoşlanabilirsiniz. Kafanızı yormayacak pembe bir kitap arıyorsanız ama çok da aklı bir karış havada olmasın, ayakları biraz yere bassın istiyorsanız da bu kitabı okuyabilirsiniz. Hoş vakit geçirtecek bir kitap ama okumazsanız da çok şey kaybetmezsiniz.



Not: Bu kitap Kitap Notları'nda yer alması için Orkinos Yayınları tarafından gönderildi. Yorumlarımın objektif olmasına özen gösterdim. Hem gönderi hem de anlayışları için teşekkür ederim.

9 Şubat 2015 Pazartesi

İçimden Geldi


Kim Enver Aysever'in son romanı Bu Roman O kız Okusun Diye Yazıldı'yı okumak ister? Hem de imzalı bir baskıdan? Ben istedim ve siz de istersiniz diye düşünerek size de bir tane aldım. İsteyenlerin birden fazla olacağını düşünerek iki hafta sonra 24 Şubat günü yapacağım çekilişin talihlisine kitabı hediye edeceğim. 

Çekilişe katılmak için Enver Aysever'in en sevdiğiniz romanını veya romanları hakkında ne düşündüğünüzü, Aykırı Kumpanya'yı izleyip izlemediğinizi, Aykırı Sorular'ı takip edip etmediğinizi,  en sevdiğiniz Aykırı Sorular bölümünü veya herhangi bir yorumunuzu e-posta adresinizle birlikte yorum olarak bırakmanız yeterli. Mesela ben Aykırı Soruları izlerdim ama hiç romanını okumamıştım. Aykırı Kumpanya o kadar yazarlarla ve edebiyatla doluydu ki son romanını da okumak istedim.

Kitap Notları'nı Google Friend Connect üzerinden takip etmeniz veya sağ üst köşede gördüğünüz ''Beni yorma, e-posta gönder'' kutucuğundan e-posta listesine dahil olmanız şart yoksa mükerrer katılımı engelleyemem.

Yorumlarınızı bekliyorum, kazananı 25 Şubat günü bu yazının altında açıklayacağım!

*Eğer Kitap Notları'nı e-posta yoluyla takip ediyorsanız ''anonim'' seçeneğiyle e-posta adresinizi belirterek yorum bırakabilirsiniz.

**E-postanızı sağ üst köşede ''Beni yorma e-posta gönder'' yazan kutucuğa yazıp posta kutunuza gelecek olan aktivasyon linkine tıklayarak e-posta yoluyla Kitap Notları'nı takip edebilirsiniz.




KAZANAN comert44@gmail.com oldu. Ona hemen e-posta atıyorum. Katılanlara da teşekkür ediyorum!

5 Şubat 2015 Perşembe

Ne istediniz Ulan İstanbul'dan!

Bugün internette okuduğum bir habere üzüldüm ki ne üzüldüm...

Ulan İstanbul televizyonda bitiyormuş, ama aynı gün ve saatte internette yayınlanmaya devam edecekmiş. Zaten iyi bir sosyal medya kitlesine sahipmiş ve diziyi artık tabletten, pc'den izleyecekmişiz. Sıkı durun, öyle bedava olmayacakmış, para verecekmişiz izlemek için! Efendim bu uygulama Türk dizi tarihinde bir ilk olacakmış. Sanki çok güzel bir yenilik getiriyorlarmış gibi bir de “ilk olacak!” yorumu yapmışlar.


Hem televiyon izlemek için para ödeyeceğim, hem internete aylık ücret ödeyeceğim, hem o parasını ödediğim internette bir sürü reklam göreceğim, bir de dizi izlemek için üzerine para vereceğim öyle mi!

Elbette bunu yapmayacağım! Bağrıma taş basıp Ulan İstanbul defterini kapatacağım...

Bence bir çok kişi de aynı benim yaptığımı yapacak. Koltukta yayılıp büyük ekran televizyondan dizi izlemek varken niye beni tablete ya da bilgisayara mecbur ediyorlar ki? Hadi diyelim bilgisayarı televizyona bağlayıp bu sorunu bir şekilde çözdüm, ama niye ekstra para vereyim ki dizi izlemek için?

Sevdiğim ve tek tük kalan dizilerin birbiri ardına yayından kaldırılmasına mı kızayım, televizyon zevkimi yok etmelerine mi kızayım, soyguncu kapitalizmin zevk aldığım her şeyden kat kat para almak için türlü türlü saçmalıklar üretmesine mi kızayım bilemiyorum gerçekten de..

Kimse kusura bakmasın, isterse bölüm başına 1 kuruş alsınlar, internetten dizi izlemek için para VER-ME-YE-CE-ĞİM!


Bence kimse vermesin! Zevkine göre bir tane program bulamasan da TRT vergisi ver, ehliyet değişiyor para ver, kaçak kullananlar yüzünden elektrik dağıtım şirketi zarar etmesin (yazık vah vah !) diye para ver, verginin üzerine vergi ver, ona ver, buna ver...  İnsanın dağ başına kaçası geliyor!



Önce Galip Derviş'i yok ettiler, sonra Yalan Dünya'yı,  yetmedi, Ah Neriman vardı eski Türk filmleri tadında, onu bile yok ettiler... Farkında mısınız yüzümüzde gülücük açtıran bütün dizileri birer birer yok ediyorlar. Elimizde bir tek Ulan İstanbul kalmıştı! Emre Kınay da ne güzel yakışmıştı Firuz rolüne!! Galiba AB grubunda olup kitap okuyan, beklentisi yüksek, komedi seven, kaliteli senaryo arayan izleyici kitlesinden nefret eden birileri var oralarda. Sayelerinde böyle de komplo teorileri kuruyoruz işte!

Efendim dizinin süresi 45 dakikaya inecekmiş ve de sansür olmayacakmış...

Açıkçası bu işin altında sanki başka bir iş varmış gibi geliyor bana, sanki emir büyük yerden gelmiş gibi hissediyorum. Değişen reyting sistemine rağmen izlenme oranları da iyi olduğu için diziyi kaldırmaya bahane bulamadılar ve belli ki aralardaki dokundurmalar, özellikle de usta tiyatrocu Zihni Göktay'ın canlandırdığı Servet Abi'nin lafları zülf-i yare dokundu! Altın yumurtlayan tavuğu kesmeye gönlü razı gelmeyen tv patronları böyle bir ara çözüm buldular! Bence böyle... Yoksa niye durduk yerde böyle bir karar alsınlar ki!


Demem odur ki, herkes tiyatroya gidemiyor, herkes sinemaya gidemiyor, insanların akşam eğlencesi günümüzde hala televizyon. Ama işte onun da içi her geçen gün daha da boşalıyor!

Sabah sabah bağırasım geliyor: Gandemiiiir Gandemiiir, yeter artık Gandemiirrr!!



Roma: Gladyatörlerin destansı şehri / 1.bölüm

Roma'yı gördüğüm kadar anlatmaya nereden başlayacağımı gerçekten bilmiyorum. Floransa'yı yazarken de aynısını hissetmiştim, bir şekilde de altından kalktığımı düşünüyorum ama iş Roma'ya gelince dondum kaldım klavyenin başında. Neyse olduğu kadar artık...


Colloseum

Genel bilgiler

Roma İtalya'nın başkenti ve Lazio bölgesinin en büyük şehri. Katolik kilisesinin merkezi olan ve dünyanın en küçük ülkesi sayılan Vatikan da Roma sınırları içinde. Ayrıca Roma da aynen İstanbul gibi 7 tepenin üzerine kurulmuş bir şehir.

O kadar büyüleyici güzellikte bir şehir ki attığınız her adımda karşınıza çıkan tarihi eserlere ve bu kadar iyi korunmalarına hayranlıkla baka kalıyorsunuz. Roma'yı hak ettiği şekilde gezmek için bence en az 4-5 güne ihtiyaç var. Ben sadece 2 gün kaldığım için çoğunlukla gördüğüm yerleri aktarmaya çalışacağım...


Colosseum / Kolezyum

Kolezyum Roma'nın hatta İtalya'nın simgesi haline gelmiş yapılardan biri. Kolezyum halkı eğlendirici gösteriler sergilemek ve gladyatör dövüşleri için yapılmış bir arena. MS 72 yılında Vespasianus tarafından yaptırılmaya başlanan yapı MS 80 yılında Titus döneminde tamamlanmış. Burada gladyatör dövüşlerinin yanı sıra infazlar, hayvan avcılığı, ünlü savaşların yeniden canlandırılması gibi etkinlikler de düzenlenirmiş. Söylenenlere göre 55 bin kişilik yapının açılış gününün şerefine ilk hafta binlerce insan ve hayvan yapılan gösterilerde öldürülmüş burada.


Colosseum ve bendeniz

Kolezyumu ilk gördüğüm anda da aklıma Gladiator filmindeki sahneler ve Maximus'un arenaya ilk giriş sahnesi geldi zaten. Geçmiş zamanlarda yaşanan depremler bu muhteşem yapıyı etkilese de günümüzde çok iyi korunan bir eser. Hatta bir iki ay önce duvarına K harfi kazıyan bir rus turist 25 bin dolar para cezası ve 4 yıl ertelemeli hapis cezası da verildi. (darısı bizim vandallarımızın başına).
Roma Pass alırsanız (daha sonra yazacağım) bilet kuyruğunda sıra beklemeden içeri girebilirsiniz.
Güncellenmiş olacağı için açılış saatleri, bilet fiyatları ve diğer bilgiler için aşağıda bulunan siteyi incelemek faydalı olabilir.

http://archeoroma.beniculturali.it/en/archaeological-site/colosseum


Roma Forumu ve Palatine tepesi

Roma Forumu hemen Colesseum'un yanında yer alıyor. En önemli antik yapılar bu bölgede yapılmış. Binaların bir kısmı idare binası, hapishane vs. olarak kullanılsa da birçok mabet de bu bölgede yer alıyor. Antik romalılar tarafından "Forum Magnum" yada sadece "Forum" olarak adlandırılan bölge döneminde toplumsal olayların tartışıldığı, konuşulduğu önemli bir yapıymış. İçinde yer alan yapılar ise;
Castor ve Pollux Tapınağı
Romulus Tapınağı
Satürn Tapınağı
Vesta Tapınağı
Venus ve Roma Tapınağı
Aemilia Bazilikası
Julia Bazilikası
Septimius Severus Kemeri
Titus Kemeri
Rostra, politikacıların Roma vatandaşlarına konuşma yaptığı yer.
Hostilia Mahkemesi (Curia Hostilia), Roma Senatosu’nun yeri.
Maxentius ve Konstantin Bazilikası
Tabularium
Antoninus ve Faustina Tapınağı
Urbi Göbeği (Umbilicus Urbi)
Sezar Tapınağı

Ayrıntılı bilgi, açılış saatleri ve bilet fiyatları için (Roma Pass'dan burada da yararlanabilirsiniz)

http://archeoroma.beniculturali.it/en/archaeological-site/roman-forum-and-palatine-hill

Trevi Çeşmesi (yada bizde bilinen adıyla Aşk Çeşmesi)

Poli Sarayının bir duvarına barok üslupta Nıcola Salvi tarafından yapılmış olan çeşme, 1735 yılında inşa edilmiş. 



Açıkçası aşk çeşmesinin daha çok yakın çekim daha doğrusu tek açıdan fotoğraflarını gördüğüm için bir binanın yan tarafına inşa edildiğini düşünmemiştim hiç. Başlıbaşına bir yapı zannediyordum. Şansımıza çeşme tadilattaydı ve muhteşem görünüşünü detaylı göremedik ama üst tarafına kurulan küçük bir köprüden geçiş vardı ve ekranlarda normal hali gösteriliyordu. Tadilat olmasına rağmen tıklım tıkıştı yine de. Para atanlarda vardı tabii ki her zamanki gibi. Ben eksik kalır mıyım bende attım parayı. Bakalım tekrar Roma'ya gidebilecek miyim?


(bu arada bir arkadaşımındediğine göre o iki gidişinde de atmış para ve tekrar gitmiş Roma'ya son gidişinde ise atmamış ve uzun zamandır Roma'ya gitmemesini buna bağlıyor. Para atmanın da bir ritüeli var bu arada. Sağ elinizle sol omzunuz üzerinden atmanız gerekiyormuş. Birinci para dilek için ikinci para Roma'ya tekrar gitmek için üçüncü de aşk için...) Çeşme'nin restorasyon sponsoru da Fendi'ymiş ve 1.5 yıl sürecek olan restorasyonun bedeli 2.5 milyon euro'ymuş. 
(Tadilatsız fotoğraf internetten kullanılmıştır)

Roma Pass
Roma'da gezme için en iyi yollardan biri de diğer ülke ve şehirlerin de çoğunda olduğu gibi Pass card'lar. Roma Pass'la da aldığınız kartın türüne göre müze, arkeolojik alanlar yada kiliseler gibi ücretli gezilen yerlerden belirli sayıda yararlanabiliyorsunuz. Ulaşımda kullanabiliyorsunuz ve bazı ayrıcalıklardan faydalanabiliyorsunuz. Ayrıntılı inceleme için

http://www.romapass.it/p.aspx?l=en&tid=2

Roma 2. Bölüm
http://tatilname.blogspot.com.tr/2015/03/roma-2-bolum.html