30 Temmuz 2014 Çarşamba

Kadınlar için gülme kabinleri olsun!

Gündemi takip etmeyeceğim, politikacıların ne söylediğine asla aldırmayacağım demiştim güya. Nasıl olduysa oldu, kulağıma çalındı bir şekilde o demeç:

Kadınlar iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak, yüzüne bakınca yüzü kızaracak..”

demiş bir devlet büyüğümüz. Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacaksa nerede kahkaha atacak sayın büyüğüm diye sormak istiyorum ben de.. Mesela toplum içinde bir kadının çok gülesi geldiyse ne yapacak? Kahkahasını içinde patlatırsa iç organları zarar görmez mi? Ağzını yüzünü kapatıp hemen sessiz sakin bir yere gidip orada gülüp geri mi gelecek? Her sokakta dört tarafı kapalı kadınlar için gülme kabinleriyaparsanız, en azından gülecek yer aramak zorunda kalmayız sayın büyüğüm, bu önerimi bir düşünün isterseniz. Toki açar ihaleyi, yapacak şirket çok nasılsa, ne olacak ki sanki!


İyi de iş biraz karışıyor.. Mesela kadınlar sinemalarda komedi filmlerine gitmeyecek de sadece belgesel ve dram mı izleyecek? Cem Yılmaz'ı ne yapacağız o zaman? Yüzlerce lira sayıp Cem Yılmaz gösterisine gitsek eskaza, orada biz kadınlara ayrıcalık olacak mı, Cem Yılmaz istisnası var mı yani? Yoksa orada da mı gülmek, kahkaha atmak yasak olacak? Belki de kadınlar ve erkekleri ayrı ayrı oturturlar o zaman rahatça gülebiliriz. İyi de büyüğümüz, “kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak” demiş, “kadınlar arasındayken yasak yok” dememiş ki! Şimdi benim kafam iyice karıştı; rica etsem sayın büyüğüm, bir açıklayabilir misiniz kesin kurallar nedir? Nerede gülebiliyorum, nerede kahkaha atabiliyorum? Yani bileyim de yanlış bir şey yapmayayım sonra...

Bir kahkaha bir kilo pirzolaya bedeldir” diye bir atasözümüz vardır bilirsiniz. Yani gülmenin, içten bir kahkahanın ne kadar sağlığa yararlı olduğunu, bağışıklık sistemimizi güçlendirdiğini, stres hormonlarını azalttığını anlatır bu söz. Hal böyleyken sayın büyüğüm, biz kadınların sağlıklarına da müdahalede bulunmuyor musunuz şimdi.. Ama alınıyorum bakın, bizi sevmiyor musunuz yani şimdi siz, hasta mı olalım istiyorsunuz...

Ne yapalım, bütün gün gülmemiz gelince biriktirelim, sonra da eve gelince patlatalım bir kahkaha öyle mi? Aslında çözüm belli.. Kadınlar olarak eğer herkesin içine çıkmazsak bir sorunumuz da kalmaz. Yani çalışmazsak, evde oturursak, sadece konu komşu, eş dost akraba ile görüşürsek, kahkahalarımızı da başkalarının yanında atmamış oluruz. Tabi ya, ben bunu niye düşünemedim ki baştan..! Ne o öyle kadın erkek karışık iş yerlerinde çalışmalar, çay saatlerinde dedikodu yapıp kahkahalar atmalar.. Kadın dediğin oturur evinde çocuk bakar... Sayın büyüğüm sizi şimdi çok daha iyi anlıyorum, ne derin bir insansınız..


Sayın büyüğüm, “kadınlar herkesin içinde kahkaha atmayacak” demekle kalmamış, bir de “kadınlar hareketlerinde cazibedar olmayacak” demiş. “Cazibedar” nedir diye araştırdım, “Alımlı, çekici, albenili”demekmiş. 
 Ya bu kadın milleti de ne yapsa suç arkadaş, kimseye yaranamıyoruz!
Azıcık kendimizi salsak, birileri çıkıyor “Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır. Hemen ürünlerimizi kullan, güzelleş, bak sonra karışmam haa!” deyip bize bir şeyler satmaya çalışıyor. Birileri çıkıyor, “kadın dediğin cazibedar olmayacak, tek kaş dolaşsan daha makbul” anlamına gelen bir şeyler söylüyor. Biz şimdi ne yapalım, nasıl edelim, nerelere gidelim?

Sayın büyüğümü kırmak da istemiyorum, ama kafam da çok karıştı. Rica etsem azıcık detay bilgi verebilir misiniz sayın büyüğüm.. Yani “cazibedar” olmak nedir bir anlatabilir misiniz? Gülümseyebilir miyim mesela, ya gülümserken gamzelerim çıkarsa ne yapayım? İnsanın gamzesi olması da suç mudur? Ayy ben gerçekten stres oldum şimdi...




Sayın büyüğüm ellerinizden hürmetle öpüyorum; bundan sonra kahkaha atmamaya dikkat edeceğim, başka bir arzunuz da var mıydı buyurunuz efendim...



"Kurt Seyt ve Shura" kitabı mı, dizisi mi?

Kurt Seyt ve Shura kitabı ve dizisini harmanlayıp yorumlamak istiyorum. Bakalım altından kalkabilecek miyim..

Diziyi ilk bölümden itibaren izledim. Dönem dizileri ilgimi çeker, bunda da  kostümler şahaneydi bana göre, hikaye de güzeldi. Ama bir şeyler rahatsız ediyordu yine de dizide beni, özellikle ilerleyen bölümlerde iyiden iyiye sıkılmaya başlamıştım. Yok yok bu böyle olmayacak dedim, ille de kitabı okumalıyım diye düşündüm. Ne kadar da haklıymışım; 513 sayfalık kitabı tatilimin ilk 5 gününde bitirdim. Kitap o kadar sürükleyiciydi ki, elimden bırakıp havuza girmek, yemek yemek, dolaşmak bile istemiyordum; o derece yani.. Kitap gerçekten de dramatik bir belgesel olarak nitelendirilebilir; mekanlar, olaylar, dönem detayları mükemmel aktarılmış. Kitabı okumanızı baştan şiddetle tavsiye ederek hikayenin kısaca özetini yapayım:

su gibi akan bir kitap..
Kurt Seyt, geniş toprakları olan Kırımlı köklü aile Eminofların 1892 yılında Aluşta'da doğan oğludur. Babası gibi kendisi de Çarlık Rusyasında subaydır; hatta Çar'ın muhafız alayında görev yapar. Çapkındır ve de çok yakışıklıdır.
1916 yılında Kurt Seyt 24 yaşında iken, sapsarı saçları beline kadar uzanan, masmavi gözleri ilk balosuna çıkacağı için heyecandan pırıl pırıl parlayan, henüz 15 yaşındaki Alexandra Julianovna Verjenskayayani Shura ile tanışır. Hikaye de böyle başlar. Geri planda tarihi gerçeklikler ile bezenmiş romanda, Kırım Aluşta'dan 1924 İstanbuluna kadar uzanan tam 8 senelik bir aşk hikayesini anlatıyor Nermin Bezmen. Öz dedesinin hikayesidir hem de anlattığı.. Sonu acıklı biten gerçek bir aşktır.. Şahane bir kurgu, muhteşem kıvrak bir dil var romanda. Nedense bugüne kadar Nermin Bezmen kitaplarına bir türlü ilgi duymayan beni kıskıvrak yakaladı kitap.. Edebiyat uyarlaması diziler, hele de arka planda tarih varsa ilgimi hep çekmiştir. Her ne kadar hayal kırıklığı da olsa, beni Nermin Bezmen'le tanıştırdığı için dizi yapımcılarına yine de teşekkür etmek istiyorum.


Kitabun tadı bir başka!
Dizide, “Yok artık, gerçek yaşamda böyle bir insan olamaz!”dedirtip beni izlemekten soğutan karakterlerin başında, Birkan Sokullu'nun canlandırdığı Petro Borinsky vardı. Kitabı okuyunca, senaristlerin dizilerde olmazsa olmaz unsur(!) gibi düşündükleri entrikacı karakteri yaratmak için, Petro'yu nasıl da gerçeğin dışında abartarak anlattıklarına tanık oldum. Boşuna rahatsız olmamışım meğerse Petro'dan.. Senariste ve yönetmene kızdım elbette.. Cânım hikayeyi yapay bir hale getirmeyi başardıkları için tabii ki!..


Dizideki kötü adam Petro
Petro Borinsky, Kurt Seyt'in çocukluk arkadaşıdır. Askeri okulda beraber okumuşlar, beraber cepheye gitmişlerdir. Buraya kadar sorun yok. Mesele, dizide Petro'yu hikayenin kötü karakteri yapmak için senarist ve yönetmenin abartılı saçmalamaları..
 Güya cephede savaşırken Petro yanlışlıkla kendi asker arkadaşını bir savaş suçu oluşturacak şekilde vuruyor. Bunu gören Kurt Seyt, askeri disiplini gereği Petro'yu istifaya zorluyor. Petro askerlikten istifa ediyor ama o saatten sonra Kurt Seyt'in baş düşmanı oluyor. O'nu hep kıskanıyor, Seyt'in yüzüne gülüyor ama hep arkasından iş çeviriyor.
 Bakışlarının sinsiliği oyuncu Birkan Sokullu'da o kadar iğreti durmuş ki, Petro sahnelerinin çoğunu seyrederken ne yalan söyleyeyim sıkıntıdan kanal değiştirmişimdir. Senarist ve yönetmen o kadar şişirmiş ki Petro karakterini, Seyt'in başına gelen her kötülüğünün altından O çıkıyor.
 Mesela Seyt cepheden mektup gönderir Shura'ya, ne hikmetse Petro'nun eline geçer mektup, mektubu vermez elbette ve Seyt'in öldüğüne inandırır Shura'yı.  Shura'yı elde etmeye çabalar dizi boyunca Petro, tabii ki sıkıcıdır bütün bu çabaları..  Abartı öyle üst boyuttadır ki, Seyt'in küçük kardeşi Osman'ı da Petro'ya öldürtürler. Edebiyat uyarlaması yaptıklarını unutup Petro'yu İstanbul'a da getirten, kusura bakmasınlar ama “hikaye katili”demek istediğim senarist ve yönetmen ikilisi, Petro'ya Seyt'in parasını da çaldıracak kadar saçmalamışlar. Hızlarını alamayıp Petro'ya İstanbul'u işgal eden İngiliz askerleriyle işbirliği yaptırıp tam Shura ve Seyt'in evlenecekleri düğün gecesi Seyt'i kaçırtıp Rusya'ya giden gemiye hapsettirirler.  Bu kadarla da kalmaz muhteşem ikilinin hikayeden sapması, entrikacı karakter buldular ya, abartır da abartırlar; taa ki biz izleyicilere “Bu ne ya, böyle dizi mi olur?” dedirtene kadar! Seyt bin bir türlü zorlukla, hapsedildiği gemiden kurtulur ve İstanbul'a döner. Bilin bakalım gelir gelmez kiminle karşılaşır? Evet bingo! Tabii ki Petro ile karşılaşır. O sırada Shura da kuzeninin koluna girmiş bir yere gitmektedir. Petro Seyt'e, “Bak işte, Shura başkasını buldu, seni unuttu” der, Seyt de buna inanıp gidip kendisini bir başka kadının kollarına atıverir!.. Bunlar dizide olanlar, kitapla tahmin ettiğiniz gibi alakası bile olmayan zırva bölümler.. Kitapta ne Seyt gemiye hapsedilip geri gönderiliyor, ne de Petro'nun her dediğine bir çocuk saflığı ile inanıyor...

Oysa romanda ailesini İstanbul'da tesadüfen bulan Shura, Seyt ile birlikte yaşadıklarını ailesine söyleyemediği için Şeref Otel'den ayrılmıştır ve eczanede çalışmaktadır. Bir gün eczaneden kuzeninin kolunda çıkarken Seyt O'nu görür ve kıskançlıktan gider çamaşırhanede çalışan kızlardan biri ile beraber geçirir geceyi. Sabah kız tam çıkarken Shura kızı görür ve  Seyt'le aralarına ciddi bir mesafe girer. Yani ortada Petro Borinsky ile ilgili hiçbir şey yoktur. Dizideki bıkkınlık veren, izleyicileri kaçırtan senaryo saçmalıklarından biridir karşımıza çıkan durum. Senaristin abartısıdır, rahatsız edicidir..

Gerçek hikayede Petro, babasının zoruyla subay olmuştur, askerliği sevmediği için kendi isteği ile istifa etmiştir. Kitapta Shura'ya değil, Seyt'in yakın arkadaşı Celil'in sevgilisi Bolşoy'un baş balerini Tatiana Tchoupilkina'ya aşıktır. Evet dizideki gibi Rus bolşevik devrimcilerine katıldığı doğrudur. Ama dizide senarist ve yönetmen akıllarınca entrika izleteceklerdir ya, Seyt'i ve arkadaşı Celil'i tabiri caizse salak yerine koyarlar ve Petro'nun bolşeviklere katılmasını Seyt'in bilmediğini anlatırlar. Aslında Rusya'dan ayrılmadan önce Seyt ve Celil Petro'yu yakalamış, Rusyaya ihanet ettiği gerekçesiyle kendi mezarını kendisine kazdırarak O'nu öldürmüşlerdir.

Shura ne güzel kadınmış!

Yok dizinin çok reklamı yapıldı da ondan tutmadı, yok dizi sezona geç başladı da ondan tutmadı, yok Rus tarihi bize ağır geldi, yok Shura'yı oynayan Farah Zeynep Abdullah ile Seyt'i oynayan Kıvanç Tatlıtuğ'un kimyası tutmadı diyenler, neden yönetmenin ve senaristin bu saçmalıklarına değinmediler anlamış değilim! Evet kitabı okuduktan sonra ben de Shura'yı başka birisi oynamalıydı diye düşündüm, aklıma ilk gelen de Tuba Ünsal oldu. Zira son dönem aktrisleri içinde gerçek sarışın olmadığını fark ettim. Belki de bir Rus aktris Shura için Farah Zeynep'ten çok daha uygun olacaktı, yani en azından gerçek sarışın ve mavi gözlü biri olsaydı.. Ama oyuncu seçimindeki bu hata, bence senaryodaki saçmalıklar yanında çok önemsiz kaldı, hatta lafını bile etmeye gerek yok diye düşünüyorum.


Sizce de Tuğba, güzel bir Shura olmaz mıydı?

Bir yaşam öyküsünün, zaten kurgulanarak yazıldığı şahane bir kitaba bu kadar ihanet ettikten sonra dizi tutmayınca hatayı kendilerinde aramış mıdır senarist ve yönetmen bilemiyorum tabii ki.. Bunu yeni sezonda hep birlikte göreceğiz.

Beni diziden soğutan ikinci karakter ise Ayşe'yi oynamaya çalışan Melisa Aslı Pamuk'tu. Kendisi Türkiye güzeli imiş; oyunculuğu, bakışları, konuşması o kadar yapmacıktı ki.. Çok ama çok sıkıldım kendisini izlerken..

Hain Ayşe!
Kurt Seyt ve Shura'nın İstanbul'da kaldıkları Şeref Oteli'nin sahibi Ali Dayı'nın kızıdır güya Ayşe. Seyt'e sürekli göz süzer, oteldeki bütün kadınlara sivri diliyle laf sokar. Hele çevirdiği entrika akıllara zarardır, senariste söyleyecek laf bulamıyorum gerçekten de!

 Shura'nın olmadığı ve Seyt'in çok içtiği bir gece Seyt'e tabiri caizse asılır Ayşe; Seyt kendisini reddedip dışarı çıkınca da Shura'nın dolaptaki gelinliğini giyip onların yatağına uzanır, sabah da Shura Ayşe'yi kendi yatağında görünce iyice Seyt'ten nefret eder, bu aptal entrikaya inanır. Senarist ve yönetmen böyle saçma abartılarla hikayenin naifliğine, temizliğine, doğallığına darbeler vurdukça, yazar Nermin Bezmen kim bilir ne kadar da üzülmüştür. Zira kitapta Ayşe diye bir karakter de yoktur!!

Çok yazık ettiler güzelim hikayeye! Daha çok reklam almak için, dizide bol entrika olsun dediler muhtemelen ve izleyici bu ucuz numaraları yutmayarak cezayı kesti. Oysa bu hikayeden çok güzel bir film, çok güzel bir dizi gerçekten de çıkardı.
Diziyi izlerken “Ah şimdi bu diziyi Çağan Irmak çekecekti, ne kadar mükemmel olurdu”dediğim çok oldu itiraf edeyim.
Ekşi Sözlük'ten öğrendiğim kadarıyla yönetmen Hilal Saral, Aşk-ı Memnu'yu da çekmiş, ben o kadarını izlemediğim için yorum yapamıyorum. Ekşicilerden biri Hilal Saral için “Ülkemizde herkesin isterse dizi yönetmeni olabileceğinin canlı kanıtıdır” demiş, yorum da size kalmış..

Senaryoyu Ece Yörenç yazmış, bir kitabı bu kadar basitleştirdiği için kendisine de söyleyecek söz bulamıyorum. Saçma uzun diyaloglar ve saçma entrika kurguları yapmak için kitapların ismini lekelemelerine ne gerek var ki, uydursunlar kendi öykülerini, kitaplara dokunmasınlar bence!
Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu, Fatmagül'ün Suçu Ne, Kuzey-Güney gibi çok ses getiren dizileri Melek Gençoğlu ile birlikte yazmış kendisi. Bu dizilerin hiçbirini seyretmedim, Fatmagül'ü ise biraz izlemiş, sonrasında konunun geldiği noktayı yine çok saçma bulmuştum. Ya bende bir sorun var, ya da Ece hanımda! Kitabı terazinin bir gözüne koyuyorum, öbür gözüne de diziyi koyuyorum, “bu ne lahana turşusu, bu ne bahama kuşkusu!”demek istiyorum sadece..

Romanları dizilere kurban etmeyin...

Geçenlerde okuduğuma göre yeni sezonda 13 bölüm daha sürdürmek istiyorlarmış diziyi, çünkü Araplara zaten satmışlar.. Günah keçisi olarak Shura'yı oynayan Farah Zeynep Abdullah'ı seçtikleri için yeni bir başrol oyuncusu kadın ekleyeceklermiş. “Kurt Seyt ve Murka” kitabına da geçiş yaparak Murka karakteri diziye dahil olacak, Shura geri planda kalacakmış. Devam kitabı olan, benim çok severek okuduğum ve hatta burada da anlattığım kitaba ne kadar sadık kalacaklar gerçekten de merak ediyorum.

Son söz olarak diyorum ki, çok güzel bir kitap bu; Nermin Bezmen'in emeklerine sağlık ve umarım dizi senaristleri ve yönetmenler, kitapları katletmekten artık vazgeçerler..

Keyifli okumalar efendim..






29 Temmuz 2014 Salı

Çinli Hackerlar İsrail'in Demir Kubbe Sisteminin Bilgilerini Ele Geçirdi


Maryland'de bulunan bir güvenlik firmasının Brian Krebs aracılığıyla duyurduğu bilgiye göre Çinli bilgisayar korsanları -hackerlar- İsrail'in hava savunma sistemi "Demir Kubbe" dahil bir çok önemli sistemin bilgilerine ulaşmayı başardılar.







İsrail'in savunma sisteminde yer alan ve hava saldırılarına karşı kalkan görevi gördüğü için Demir Kubbe olarak adlandırılan sistemlerin kurulmasında

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Tatilden arta kalan sözcükler..

Herkes bayram iznini değerlendirmek için tatil beldelerine doğru yol almışken ben eve dönüyordum. Şahane oldu böylesi, zira tatilden döner dönmez işe başlamak kadar zor bir şey yoktur bilirsiniz.
Yediğin içtiğin senin olsun, anlat bakalım” diyenleriniz var biliyorum; kısa kısa aktarmak istiyorum bu nedenle tatilin bende bıraktıklarını.

agac
tatilin romantik agaci

Erken rezervasyon hikaye, yaşasın son dakika indirimleri..

Kasım sonundan itibaren erken rezervasyon duyurularını takip ettim. Güya aralık başı gibi %60-70'lere varan indirimler olacak, sonrasında ise tatile yaklaştıkça o oranlar düşecekti, öyle söylüyorlardı ya.. Hikayeydi bence bütün o reklamlar; erken rezervasyon bu yıl sadece kocaman bir kandırmacaydı.. %60 indirim olan oteller elbette vardı, ama mayıs ayında! İyi de mayıs ayında buz gibi havada tatil yapmak için erken rezervasyona ne gerek var ki, zaten bütün oteller o aylarda çok ucuz.. Önümüzdeki sene için yine takipte olacağım, bakalım yabancı turistlere sağlanan erken rezervasyon indirimi bizim için de geçerli olacak mı?
havuzda jakuzi bir başka keyif..

(Dikkatim nasıl da dağıldı, saat sabahın 10'u ve davul zurna ile “Ankara'nın Bağları”nı çalarak para topluyorlar sokakta.. Ankara'nın bağlarına mı yanayım, zurnanın tek perdeden çıkan tiz sesinin kulakları tırmalamasına mı? Üstelik biraz önce başka davulcu geçmemiş miydi, şimdi de “Bas bas paraları Leyla'ya” ya başladı günümüze uyarlı bayram davulcusu.. Ne acayip bir toplumuz, seviyorum bu hallerimizi yine de, para atayım bari âdet yerini bulsun..)

Davulcuya takılırsam hiçbir şey yazamam, devam ediyorum; erken rezervasyon hikaye, yaşasın son dakika indirimleri diyordum ya, bence en doğrusu da bu.. İzin günüm belli değildi, tatilden iki hafta önce yaptım rezervasyonumu.. Bayramdaki fiyatlardan çok daha ucuza kapattım tatil olayını netekim..

Tatilde hayattan koptum..

Son yıllarda böyle yapıyorum; bu sene hele tam koptum hayattan. Elimde 513 sayfalık “Kurt Seyit ve Shura” kitabım- ki en kısa zamanda anlatacağım bu güzel kitabı- 7 gün boyunca hiç televizyon açmadım, hatta üzülüp sinirleneceğim bir haber görürüm diye sosyal medyaya bile bakmadım, iyi ki de öyle yapmışım.. Çünkü tatil, zaten kafayı boşaltıp insanın normal rutininin dışına çıkması değil midir? Medya bombardımanı altında bütün yıl ambale oluyoruz, bari bir hafta zihin detoksu yapalım, haksız mıyım?


tatil kitapsız olmaz!

İmkanı olanlar için herşey dahil sistemler bunun için biçilmiş kaftan.. Giriyorsunuz bambaşka bir dünyaya, ne şehrin gürültüsü, ne satıcıların “buyrun buyrun buyrun” sesleri.. Tatile başlarken cüzdanı kasaya kilitliyorsunuz; “bütçeyi aştım mı acaba, bu da çok pahalıymış yemesem mi, içmesem mi!” gibi dertlerle beyninizi de yormuyorsunuz. Zaten baştan ödemişsiniz paranızı, içiniz rahat oluyor. (Bu arada sigarayı bırakarak biriktireceğiniz parayla kendinize şahane bir tatil ısmarlayabilirsiniz, benden hatırlatması.)
Elbette bütçeye de bağlı olarak iyi bir otel seçmek lazım.. Zira her şey dahil otel diye gidip zeytin peynir domatese talim etmek zorunda da kalabilirsiniz. Ben otelpuan.com, zoover.com gibi sitelerden otelle ilgili yorumları okuyarak yaptım seçimimi, çok da memnun kaldım açıkçası..
Tercih meselesi tabii ki, bazıları tatilde yeni yerler keşfetmeyi sever, bazıları her şey dahil otele kapanıp kalmaktan hoşlanmaz. Benim seçimim aslında biraz tembellikten yanaydı; yemek elimin altında, içmek elimin altında, eğlence ayağımın dibinde, deniz şurada, havuz burada hesabı.. Gittiğim otelin çok geniş de bir bahçesi vardı, ne yalan söyleyeyim hiç sıkılmadım.. Bir kere müthiş akıcı bir tatil kitabım vardı. Okumadığım zamanlarda ise çevreyi izlemek, güneşlenmek, yemek, içmek, havuza girmekle meşguldüm.. Daha ne olsundu ki zaten, bir tatilden daha ne bekler ki insan..



Tatilden insan manzaraları..




Sizi bilmem ama ben ne zaman bir tatile gitsem mutlaka bir kaç insan hikayesi olur dönüşte cebimde.. Geçen sene buradan okuyabileceğiniz Francesca vardı mesela, İngilizler ile ilgili anılarım olmuştu. Bu sene ise başrolde Kazaklar, Ruslar ve bir iki tane de Türk hikayesi ile döndüm..

Yalnız anneler
Cesur Rus bebek..

Gittiğim otelde yalnız anneler çoğunluktaydı. Özellikle Ruslar içinde, yirmili yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim çok genç anneler vardı çocukları ile birlikte.. Çocuklar tek başlarına havuzda iken onlar genelde güneşleniyorlardı, rahatlardı yani.. Doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten de hayran olunası bir genetik yapıları var. Çocuk da doğursalar yine de çok güzeller, doğruya doğru şimdi..

Tatil kahramanım Jack


Kahramanım Jack.

Bu seneki tatil kahramanım ise her ne kadar kendisi ile tanışıp konuşma fırsatı bulamasam da havuzun gözdesi Jack'ti.. Yanında ebeveyn olarak sarışın bir İngiliz kadın vardı. O bütün gün güneşlenirken Jack de havuzun sevgilisi olmuştu. Çikolata rengindeki teni, kıvır kıvır saçları, atletik yapısı ve her şeyden önemlisi kocaman gülümsemesi ve cana yakın davranışlarıyla Jack tatilin kahramanı olmayı bence fazlasıyla hak etmişti.

Kazak kızı
İsimsiz Kazak kizi

İşte bu da adını bilmediğim sevimli Kazak kızı.. Yanında oldukça yaşlı bir çift vardı. Bilemiyorum ya Kazaklar çok geç yaşlarda çocuk sahibi oluyorlar, ya da büyükanneler ve büyükbabalar torunlarını tatile getirmişler. Birkaç yaşlı çift ve küçük çocuk dikkatimi özellikle çekti.

Tatilin en mutsuz kadını

Tatilin en mutsuz insanı ise maalesef bir Türk kadındı. Boylu poslu endamlı hoş bir kadındı kendisi. Neredeyse 2 metre boyunda, yapılı, söylemese üniversiteli diyebileceğim ama sadece 16 yaşında olduğunu öğrendiğim oğluyla birlikte gelmişlerdi. Oğlan babası ile beraber yaşıyormuş, kadın yalnızmış.. Benimle tanışır tanışmaz anlatmaya başladı.. Mutsuzdu.. Tatilden hiç keyif almıyordu. Çünkü oğlu bütün gün odada tv izlemek istiyordu, havuza girmiyordu, denize girmiyordu, birlikte vakit geçiremiyorlardı. Özel okulda okuyup 2 dil bilmesine rağmen kimseyle sosyalleşemiyordu da.. Kadıncağız gitmelerine 2 gün kala oğlunu birkaç Türk genciyle tanıştırdı da rahatladı. Bu sefer de oğlan “tatili uzatalım” diye tutturdu. Kadın mutsuzdu, havuza ayağının kenarında azıcık kumla giren bir çocuğu güvenliğe şikayet edecek kadar, neden otelde çok Kazak var diye yakınacak kadar, yüzünde çıkan küçük bir sivilceyi büyük bir sorun edecek kadar mutsuzdu hem de.. İnsanın kafası rahat olmayınca en lüks tatili de yapsa fark etmiyordunun güzel bir örneğiydi kadın. Yalnızdı ve yapayalnız hayatına geri döndü tatil bitiminde de.. Yani mesele tatile gitmek değil gerçekten de..

Tatilin en arabesk ve en ateşli adamı



Fireman Tahir diye tanıttılar kendisini, son gece bahçede yaptıkları “garden party” de.. Tahir sanki derdinden içiyormuş gibi çekiyordu şişedeki ispirtoya benzeyen renkli sıvıyı ve ateş püskürüyordu sonrasında.. Şişenin dibini görene dek devam etti bu çok tehlikeli gösterisine.. İnsanlar alkışladılar, bense sadece bitsin istedim bu gösteri bir an önce.. Fireman Tahir'in duygularını çok merak ediyordum aslında. Acaba kendisini bir kahraman olarak mı hissediyordu, insanın ağzından göğe doğru ateş fışkırması nasıl bir iz bırakıyordu acaba ruhunda? Fireman Tahir'in ne hissettiğini, neden böyle bir iş yaptığını maalesef öğrenemedim.


Adı bilinmeyen “Karpuz oyma sanatçıları”




Bu şahane sanat eserlerini ortaya çıkardıkları için kendilerine “karpuz oyma sanatçısı” diyebileceğim insanlar kimdir? Kopya mı çekerler, yoksa kendi içlerinden geldiği gibi mi oyarlar karpuzları? Bu işi nasıl öğrenmişlerdir? Acaba karpuzlara böylesi güzel anlamlar yükleyen parmaklar diğer zamanlarda patates kabuğu mu soymaktadır? Ellerine fırça ve boya alsalar aynı başarıyı gösterirler mi? Sahi kimdir karpuzları bunca emek vererek bu kadar güzel hale getiren naif insanlar? Kimse onlar, ellerine emeklerine sağlık diyorum..

Anlatacak çok şey var aslında, devamını da sonraki zamanlara bırakalım ne dersiniz.. Umarım sıkmadım sizi bunca şey anlatarak, biraz uzun oldu sanki yazı ☺

Herkesin yazacağı veya anlatacağı, bir sürü bir sürü bir sürü tatil anısı olsun diliyorum; bu arada iyi bayramlar efendim.. Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden..

Sevgiyle ve huzurla..



27 Temmuz 2014 Pazar

Google'a Ait Sır Bilgiler İstanbul'da Çalındı


Google bünyesinde görev alan ve "insansız otomobil" projesine başkanlık yapan Seval Öz'ün İstanbul seyahati Google'ın çok gizli bilgilerinin hırsızların eline geçmesiyle sonuçlandı.







ABD'nin ve dünyanın önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Mehmet Öz'ün kardeşi olan Seval Öz tatil için geldiği İstanbul'da bir alışveriş mağazasındayken çantasını hırsızlara kaptırdı. Seval Öz 20 Temmuz günü

Türk İmleme Sitesi: Onedio.com Nedir?



Tamamen Türkçe ve "bizden" bir imleme sitesi: Onedio Ne işe yarar?




İmleme sitesinin ne demek olduğuna dair bir fikriniz yoksa kısaca şöyle diyebiliriz. İnternette bilgilendirici, ilginç veya komik ya da tam size göre kısacası paylaşılmaya değer bir içerik var ve bunu diğer İnternet kullanıcılarıyla paylaşmak istiyorsunuz ama etkin alan bulamıyorsunuz. Bir arkadaşınıza "şu sitede şöyle bir

23 Temmuz 2014 Çarşamba

İnternette Anonim Gezmek Tails Linux İle Mümkün


İnsanlık olarak yönetici mekanizma tarafından sürekli olarak takip edildik, izlendik. Eski çağlarda "kuş uçsa haberim olacak" diyen krallardan, hükümdarlardan yakın geçmişte her iki kişiden birinin istihbarat ajanı olduğu dünya ülkelerine kadar bir çok misali bu izlenmeye örnek verebiliriz. İçerisinde bulunduğumuz çağda ise devletler için bu takip eskisinden çok daha kolay ve daha az maliyetli

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Bu Basit Programla Bilgisayarınızı Hızlandırın


Bilgisayar kullanıcılarının zaman içerisinde en çok muzdarip oldukları konuların başında sistemlerinin şişmesi ve hantallaşması gelir. Buna sebep olan etkenleri bir iki tıkla ortadan kaldırmak Bleachbit isimli basit bir programla mümkün.







CCleaner isimli optimizasyon ve bakım programını bilenler için de oldukça etkin çalışan bir alternatif oluşturan Bleachbit sisteminizi fazlasıyla

17 Temmuz 2014 Perşembe

Deliduman


Emrah Serbes'in son romanı Deliduman çıktığından beri Gezi romanı deniyor. Evet içinde Gezi var ama sadece Gezi yok. Gezi bu romanın bir parçası ama konusu değil. Bu başkahramanımız Çağlar İyice elçiliğinde anlatılan bir kasaba romanı, dağılmış aile romanı, sevgisizlik romanı, kalbi kırık bir roman.

Hikaye çok basit; Çağlar'ın kız kardeşi Çiğdem Michael Jackson gibi dans ediyor, onun bu yeteneğini tüm kainata göstermek ve ünün zirvesine taşımak için abisi de elinden geleni yapıyor. Bu sırada sağ bir partiden eski belediye başkanı olan dedenin adını da kullanarak Kıyıdere'nin belediye başkanlığını kapan bir dayı, sonradan ruhu hastalanmış bir kadın olduğunu anladığımız bir anne, ateist-komünist-mimar-sorumsuz bir baba… Bu ailede Çağlar herkesten nefret ediyor, dayısından it ve şerefsiz demeden  bahsedemiyor, annesini sevgisizliğiyle hasta ediyor, babasıyla dünya başına yıkılsa konuşmuyor. Bir tek Çiğdem var. Çiğdem'le ilişkisi kardeş ilişkisinden farklı. Kardeş dediğin arada kavga da eder, kıskançlık da yapar, rekabete girer. Burada yaş farkı fazla olsa da garip bir durum var. Sevdiği hatun tarafından da terk edilmiş olan Çağlar sanki tüm sevgisini, tüm ilgisini, bütün benliğini Çiğdem'e adamış. Ancak 9 yaşında sıradan (Çağlar duymasın arıza çıkarır) bir çocuk sevgiye karşılık verebiliyor demek ki.

Aslında evi kendi hayatını gönlünce yaşamak için terk edip gitmiş olan babadan, boş vaatler ve ümitlerle oyalayıp kandıran bir dayıdan, sebepsiz yere terk edip mesajlara bile cevap vermeyen kız arkadaştan başka çok kalp kıran var. Kalbi kırılanlar da bir İyice kardeşler değil. Ya Mikrop? Ya anne? Ya T.C. Sinem Uzun? Sanki bir girdap var, bir kalp kırıklığı diğerlerini doğuruyor, herkes birbirini kırıyor, kırıklar geometrik oranla artıyor.

Çağlar bir direnişçi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. O milyonların katıldığı bir direnişe aidiyet duyamayacak kadar dirençli. Onun kendi gündemi, kendi alemi var. Bazı anlarda direniş onun gündemiyle kesişiyor ama hiçbir zaman gündeminin parçası olmuyor. Sağ belediyeciliğin içinden gelen, yazlık ilçe insanı Çağlar dışardan bakıyor olaylara. Gezi'yi güzellemiyor, direnişi yermiyor. Direnişin özel nedenlerle bitmesini istiyor ama isyanın nedenini sorgulamıyor. Bireylere bakıyor o. T.C. Sinem Uzun'u eleştiriyor, farklılıkları kucaklamak için parka gelip ona apaçi diyenlere içerliyor, onu dinlemeden suçlu ilan edenlere isyan ediyor, müdahale etmeyeceğiz diye diye vatandaşın ağzını burnunu kıran polisle dalgasını geçiyor. Olayların tüm taraflarının saçmalıklarını ve haklılıklarını görüyor.

Serbes'in tüm bunları anlatırken zaman zaman absurde kaçan mizahi bir dil kullanması diğer romanlarındaki dilden biraz farklı olabilir. Kitapta bol küfür var. Nasıl olmasın 17 yaşında bir lise öğrencisi hiç de hayatından memnun olmadığı günleri anlatıyor. Mamafih mi deseydi? Çağlar karakteri romanın anlatıcısı olarak sadece içerikle değil üslupla da şekilleniyor. Geveze başkahramanımız arada hiç çaktırmadan büyük laflar ediyor, okuyucuyu hiç kasmadan, yormadan hayat dersini veriyor. Benim bu romanda en sevdiğim şey anlatım ile karakterin bütünleşmesi, birbirini şekillendirmesi oldu. Bir yazar kendisini anlatsa dahi bunu başarmasının kolay olmadığını düşünüyorum.

Öykü ise kendini okutan bir tempoda büyük sürprizler sunmadan akıp gidiyor. Çiğdem'in dans etme çabası dışında ortak öğesi bulunmayan olaylar silsilesinin bence başı sonu yok. Bu sevgisizlik, yalnızlık ve kalp kırıklığı dolu neşeli geçit töreninden bir kesit.

Bu romandan geriye bende bir hikaye kalmayacak. Çağlar İyice, trajikomik durumlar, üslup ve hüzün hatrımda yer edecek. Deneyin, bu roman belki sizi sarsmayacak, başucu kitabınız olmayacak ama bence seveceksiniz.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Alternatif Video Platformu Bakseyret


Yerli video platformları arasında olan Bakseyret.com isimli siteyle ilk kez karşılaşınca onu biraz incelemek istedim. Diğer bir çok video paylaşım sitesinin uygunsuz içerikleri barındırdığı gibi bir gerçek mevcut. Şiddet, çıplaklık, terör propagandası gibi envai çeşit zararlı içerik popüler platformlarda tam manasıyla kol geziyor. 







Bu platformlarda bonzai gibi son dönemin belalı sentetik

15 Temmuz 2014 Salı

Tatile üç kala...

Bir telaş bir telaş bende. Söylemesi ayıp mı olur bilemedim şimdi ama söylemesem de olmayacak.. Kimileriniz soracak çünkü, nerelerdesin, niye yazmıyorsun falan diyecekler. Eh söylemek lazım bu durumda, blog yazarınız bu cumartesiden önümüzdeki cumartesiye kadar tatile gidiyor☺

tatile gitmek


"Yeni işe girmiştin, nasıl oldu?" diyenlerinize cevabımsa şu: Hem dürüstüm, hem de sanırım artık şanslıyım. Şanslıyım  derken gayet de kendimden eminim, nazar değmeyeceğini bile biliyorum..
Dürüstüm; çünkü iş görüşmesi sırasında :“ Bir hafta tatile gitmezsem olmaz, verimli çalışamam. Ücretsiz izin almak isterim temmuz ayında” demiştim.

Şanslıyım;çünkü iş görüşmesi sırasında patronum: “Ben ilk işimde ücretsiz izin almıştım, kendimi kötü hissetmiştim, bu nedenle ücretsiz izne karşıyım” demişti. Zaten bu cümleyi duyunca doğru yerde olduğumu hissetmiştim.


Çifte şanslıyım; zira bizim ofis 21-31 tarihleri arasında komple kapanıyor. Ofisin hepten kapalı olması demek, işlerde aklın kalmaması, tatilde zihnin tam anlamıyla boşalması demek, yani bir çalışan için gerçekten de bundan iyisi, Malatya'da kayısı.. Niye mi Şam değil de Malatya? İçimden öyle geldi, öyle dedim. Ben dedim oldu yani, hep birileri deyince oluyor ya, benim isyanım da bu olsun sabah sabah, hem daha masum ve daha sevimli.. 
Tatile gitmeden önceki enerji böyle bir şey demek ki, insan mutluluktan olsa gerek, daldan dala, konudan konuya atladığı yetmezmiş gibi saçma sapan espriler de yapabiliyor; umarım anlayışla karşılıyor ve “EvdeYazar'ın uslubu bozulmuş, bu ne biçim yazı?” demiyorsunuzdur şu anda..



Dedim ya, bir telaş bir telaş bende; bavulum sanal gerçeklikte hazır sayılır, sadece realitede doldurulması kaldı. Yani alınacaklar alındı, yıkanacaklar yıkandı, ütülenecekler her ne kadar son ânı beklese de -ki ütüsüz giyim yaygınlaşsın kampanyası başlatmayı ciddi ciddi düşünüyorum. Herkes ütüsüz giyinse gözümüz alışacak, hem nasıl enerji tasarrufu yapacağız!- evet ütü faslı son âna kalmış olsa da her şey tamam sayılır. İstikamet Belek bu sene, dönünce anlatırım detayları..

Bu arada belki tatile gitmeden önce vakit bulup yeni bir yazı daha yazarım hiç belli olmaz; ama olur da yazamazsam eğer, bir hafta sonra görüşmek üzere diyorum, beni unutmayın, sevgiler..


SORU ve RİCA: Tabletten kullanabileceğim, kolaylıkla kumanda paneline ulaşılan, kolayca resim de ekleyebileceğim, sizin kullandığınız, pratik bir android blogger uygulaması tavsiyeniz var mı? Varsa eğer, tatilden de yazarım size, uzanırım havuz kenarına, yazarım yani, hem de ne keyifli olur☺
..............................................
Tamam tamam anladım ben ne dediğinizi, fazla uzatmadan kaçıyorum:)




13 Temmuz 2014 Pazar

Kurt Seyt ve Murka - tavsiye edeceğim bir kitap..

Kurt Seyt & Shura'yı okumadan direkt Kurt Seyt & Murka'ya geçtim. Gerçi biraz diziyi izlediğim için yabancılık çekmedim karakterlere karşı ama, siz benim gibi yapmayın. Önce Kurt Seyt & Shura'yı okuyun derim. Diziden gördüğüm kadarıyla çok güzel bir hikaye var orada da, mutlaka okuyup paylaşacağım sizinle..

Nermin Bezmen kitabı okumamıştım daha önce, keşke okusaymışım. Zira çok kıvrak bir dili var, hikaye de sağlam olunca tam da “elden bırakılmayacak kitaplar” kategorisinde bir yapıt çıkmış ortaya.. “Edebi değeri var mıdır?"; daha doğrusu “bir kitabın edebi değeri nedir?” sorusunun yanıtını vermek bana düşmez. Bu sorunun yanıtını edebiyat tarihçileri elbet bir şekilde vereceklerdir zaman içinde. Bana sadece bu güzel hikayeyi, akıcı bir dille kurgulayıp bize sunan yazarın emeğine saygı duymak düşer.

Hikaye güzel, aynı yaşamın kendisi gibi.

Murka
Kurt Seyt& Murka


Kurt Seyt, Kırım Aluş'tadan Rus Devrimi sırasında aşık olduğu kadın 
Shura ile İstanbul'a gelmiştir. Bunu zaten diziyi izleyenleriniz veya ilk kitabı okuyanlarınız biliyor. Öyle böyle değil, derin bir aşktır onlarınki.. Sonrasında ne olduysa olmuş, ilk kitabı okuyarak öğrenebileceğimiz nedenler yüzünden Shura ile Seyt ayrılmışlardır. Kurt Seyt & Murka kitabı tam da burada başlıyor işte.. Kendisinden çok küçük olan Mürvet ile evlendiğine tanık oluyoruz Seyt'in, ama nasıl tanıştılar, nasıl evlendiler çok detaylandırılmamış bu kitapta, öncesini okumak lazım. 
Muhtemelen sevilen isimlere Rusça kurallarına göre bir kısaltma yapmış olacak ki “Murka” diyor Seyt O'na, hatta “Benim küçük Murka'm!” diye hitap ediyor. Shura ile olan aşkının şiddetine tanık olduğum için zorlanıyorum Murka'yı kabullenmekte ne yalan söyleyeyim. Hatta kitabın başından sonuna kadar Murka'ya karşı ön yargılı olduğumu bile itiraf edebilirim. Sevemedim ben Murka karakterini, aslında bence Seyt de pek sevemedi. Sevdi sevmesine de hep eksik kalan bir şeyler oldu yüreğinin kıyısında köşesinde, ne bileyim bana kitaptan geçen duygu buydu. Ya da dediğim gibi Mürvet'e karşı ön yargılı yaklaştım. Oysa O'nun ne suçu vardı ki, suçlu olan hiç kimse yoktu aslında ortada. Onların hikayesi de böyle yazılmış, elden ne gelir.! Düşünsenize dünyada 7.2 milyar kişi yaşıyor ve 7.2 milyar tane yaşam öyküsü var! Kimilerinin hikayesi hiç bilinmiyor, kimilerinin hikayesi ise yeniden yazılıp çizildiği için yüreklere dokunuyor.. Kurt Seyt de öyle, bu anlamda çok da şanslı hatta..

Murka tipik bir ev kadını.. Kocası 9-6 düzgün bir işte çalışsın, akşamları gelsin dizinin dibinde otursun, çocukları ile vakit geçirsin, tasarruf yapsın, ille de kendine ait bir evi olsun, ailesi ile yakın otursun, ailesi ve eşi arasında dengeli ilişkileri olsun, mümkünse oturduğu evden hiç uzaklaşmasın, maceraya atılmak da ne demek, ömrünün sonuna kadar oturduğu yerde kök salsın, torunları bile aynı yerde büyüsün istiyor. Kurt Seyt'in Pera'da restoran çalıştırdığı en zengin dönemlerinde O'nun bütün ısrarlarına rağmen giyinip süslenip restoranda kocası ile vakit geçirmekten hoşlanmıyor mesela.. Kurt Seyt ise tam zıt bir karakter.. Güzel giyinsin, şık muhitlerde otursun, şık restoranlarda kolunda şık bir kadınla eğlensin, kazandığı paranın tamamını yesin, gününü gün etsin, kirada ama en lüks evlerde otursun istiyor. Yerleşik hayat hiç de O'na göre değil. Belki gençliği savaşlarda geçtiği için, belki de topraklarını korumak uğruna bütün sevdiklerini kaybettiği için böyle bir savunma duvarı örmüş bilinçaltı kendisine.. Dedim ya kimse suçlu değil, bu sadece onların kendi hikayeleri, böyle yazılmış..

İnişli çıkışlı bir hayat onlarınki. Bir dönem çok zengin oluyorlar, Pera'nın en pahalı apartmanlarında oturuyorlar, kapıda özel şoför onları bekliyor canları belki gezmeye gitmek ister diye! Yazları yazlık gazinolarda vakit geçiriyorlar. Hatta bir dönem Florya'da yazlık gazino işletirken Mustafa Kemal Atatürk'ü bile ağırlıyorlar.. Ama öyle dönemler geliyor ki, ceplerinde hiç para kalmıyor. Seyt madende de çalışıyor, kibrit fabrikasında da.. Seyt çalışmaktan hiç gocunmuyor, ama zaman geçtikçe içindeki yaşam enerjisinin solmasına tanık oluyoruz, en sonunda ölüyor her insan gibi Seyt de.. Nasıl öldüğünü ben anlatmayayım, kitap çok güzel anlatıyor zaten..
Benim kitapta gördüğüm şeyse Seyt her ne kadar zaman zaman Murka'yı çok sevdiğini dile getirse de bence Shura'yı hiç unutamamış. O aşka nasıl kıymışlar, nasıl olmuş da Mürvet ile evlenmiş dedim ya bunu ilk kitabı okuyunca öğreneceğim.

Kitaptan resimler
Kurt Seyt ve ailesi

Zıt karakterler bir araya gelince, zıt hayaller de çarpışıyor. Zor bir hayat olmuş onlarınki .. Hem Seyt, hem de Murka kendi bakış açılarına göre gerçekten de çok fedakarlık yapmışlar çekirdek ailelerini bir arada tutmak için. Seyt ailesinden uzakta, aşık olduğu kadını terk ettiği bir ortamda, karısının kendisinden tamamen farklı olan bakış açısıyla kurgulamaya çalıştığı hayatın içinde zaman zaman isyan edip aylarca evine gitmemiş mesela. Öte yandan Murka, sürekli içen, süslü kadınlar ile sürekli görüşüp kendisine kıskançlık krizleri yaşatan, bir işte dikiş tutturamayıp sürekli iş değiştiren, daha doğrusu iş batıran, kendi ailesini bir türlü benimseyemeyen, kafasının bir köşesinde Amerika'ya gitme hayali olan bir adama katlanmış, O'nu çok sevmiş hem de..

Dedim ya hikaye çok güzel, bakmayın ben özet geçiyorum, mesele Nermin Bezmen'in kaleminden bu güzel hikayenin keyfine varmakta.. Kitabın arkasında belgesel tadındaki gerçek resimlere baktıkça “böyle de bir insan gelmiş geçmiş bu dünyadan” deyip benim gibi gözlerinizde iki damla yaş ile kitabın kapağını kapatabilirsiniz belki de.. Yine altını çiziyorum, edebi açıdan nasıl bir kitaptır yorum yapamam, ama kıvrak bir anlatıcıdan müthiş bir hikaye okumak istiyorsanız kitabı şiddetle tavsiye ederim..



Girne Amerikan Üniversitesi ile Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de oku!


Girne Amerikan Üniversitesi, "Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de Oku" sloganı ile bütünleşen ve yurtdışı kampüsleriyle de öğrencilerine üç farklı kıtada eğitim fırsatı sunan öncü bir üniversite.

Eğitimde mobiliteye verdiği önem ve uluslararasılaşma sürecinin bir göstergesi olarak Girne Amerikan Üniversitesi; İngiltere, ABD ve Hong Kong’dan sonra küresel kampüslerine bir yenisini ekleyerek

10 Temmuz 2014 Perşembe

Açlık Oyunları Üçülemesi



Son dönemim yükselen trendi genç yetişkin (young adult) türüyse onun da parlayan yıldızı Suzanne Collins'in kaleme aldığı Açlık Oyunları serisi olabilir. Son dönemde popüler olan fantezi türünün öğelerini bilimkurguyla karıştırarak sunması da cabası. Çok sürükleyici, yetişkinler için bile etkileyici gibi yorumları okudukça ben de bir şans vereyim dedim. Özellikle macera olsun, kendimi kaptırayım, kafamı boşaltayım istediğim bir dönemde seriye başladım ve uzun süreye yayarak Scholastic Press'ten çıkan baskısından okudum.

1. The Hunger Games (Açlık Oyunları)

Serilerin giriş kitapları hep en güzelidir. Özellikle de ilk kitap piyasaya sunulduğunda diğer kitaplar henüz yazılmamışsa, ilk kitap çok sevildiği için devamının geldiğini anlayabiliriz bence. Bu kitap da kurgusuyla, temposuyla karakterleriyle iyi bir kitap. Kolay bir dili var ve çok çabuk okunuyor. Kendinizi gerçekten kaptırabiliyorsunuz.

Kitap iç savaş sonrası 12 eyaletin üstünde tam tahakkümünü kurmuş olan Capitol'ün düzenlediği Açlık Oyunu'nu anlatıyor. Oyun başkenttekileri eğlendirmek ve eyaletlere 'akıllı olun ciğerinizi sökeriz' mesajı vermek için tasarlanmış. Her sene her eyaletten bir kız bir erkek iki çocuk seçiliyor. O sene özel olarak dizayn edilen arenada hayatta kalmaya ve birbirlerini öldürmeye zorlanıyorlar, sona kalan muzaffer olup eyaletine zengin olarak dönüyor, diğer 23 çocuğun aileleri de dahil herkes bu zalimliği bir festival havasında kutluyor, kutlamak zorunda kalıyor.

Kitapla ilgili en çok sevdiğim şey bu oyunun kurgulanışı oldu. Oyun hem kuralları hem icrasıyla enteresandı hem de Capitol'ün vermek istediği mesajı ve zihniyetini çok güzel özetliyordu. Diğer taraftan kitapla ilgili kaçmış bir fırsat hissi de yaşadım. Böyle yoksulluk, kötülük ve zalimlikle dolu post-apokaliptik bir dünyada ne güzel distopyalar veya ütopyalar yazılabilirdi. Kitap genç okuyucuya hitap ettiği için bu unsurlar teyet geçilmiş, baş kahraman Katniss Everdeen'in ergenlik duygusallıklarına ve Açlık Oyunları'nın adrenalinine daha çok yer verilmiş. Tercihtir, saygı duyarım.

Genç kızlar kendilerini Katniss ile özdeşleştirip çok seviyorlar mı bilmiyorum ama tahmin ediyorum öyledir. Katniss hem isyankar, hem de bunu bilinçli olarak yapmıyor. Hem Gale'e çok güçlü duygular besliyor ama "ona açılmasını" gerektirecek bir aşk duymuyor. Hem Peeta gibi yakışıklı, yetenekli, akıllı ve iyi huylu bir gençle öpüşüp koklaşabiliyor hem de yakın çevresine ve kendisine bunu istemeden yaptığını, yapmaya mecbur olduğunu söyleyebiliyor. Kelimelere dökemiyorum ama henüz kendini hem sosyal hem de cinsel açıdan tam tanıyamamış olan ergenin fanatzilerini süsleyecek bir şey. Hem her ergenin istediği şeyleri yapıyor hem de şartlar gereği bunlardan meshul değil. 

Bu kitap okunur, iyi zaman geçirilir, hatta Açlık Oyunlar hakkında düşünülür.


2. Catching Fire (Ateşi Yakalamak)

Önce şuradan başlayayım bence kitabın adı Türkçe'ye yanlış çevrilmiş. Ateşi yakalamak ne demek yahu? Catching fire alev almak, tutuşmak demek. İlk kitapta Katniss'in bir kıvılcım çaktığı defalarca söyleniyor. İkinci kitap isyanın geliştiği ve su yüzüne çıktığı kitap. Yani Panem'i isyan ateşi sarıyor, Katniss'in çaktığı kıvılcım yangına dönüyor. Kitaba bu adı veren kitabı okumamış mı?

Bu tepkimi gösterdikten sonra kitaba dönebilirim. Her ortanca kitap gibi bu kitabın da başı sonu yok, o yüzden diğerleriyle yarışamaz. Bu kitap [spoiler] zoraki çiftimizin zafer turuyla başlıyor. Zaten ilk bölümler Katniss'in gözünün korkması ve kendilerini bekleyen sonu umutsuzca değiştirmeye çalışmasıyla geçiyor. Ben Katniss'in Peeta'yı gerçekten sevmesi veya sevdiğine halkı inandırması neyi değiştirecek, neden bir kitap boyunca herkesin hayatı buna bağlıymış gibi davranılıyor anlamadım. Hala bunun fazla zorlama olduğunu düşünsem de üçüncü kitapta en azından bir cevap verilmiş.

İkinci diyeceğim de bu kitabın içinizi şişirme ihtimaliyle ilgili. Birincisi Katniss arenaya geri dönüyor. Sanki ilk kitabı tekrar okuyoruz.[spoiler] İkincisi de 400 küsür sayfalık kitabın dörtte biri Katniss'in iç sesiyle, endişeleri, üzüntüleri ve geçmişe dönüşleriyle geçiyor. Ufak bir olay için sayfalarca duygu-durum tahlili okumak pek bana göre değil. İki kitap arasına biraz zaman koymuştum, size de tavsiye ederim.

Kitabın sonunu okuduğumdaysa haksızlığa uğradığımı, büyük fırsat kaçırdığımı hissettim. İsyan beklerken bir baktım ben Katniss'in ergenlik duygusallıklarını, okurken olan olmuş.


3. Mockingjay (Alaycı Kuş)

Son kitap isyanın kitabı. Sonunda 75 yıldır Capitol'ün zulmü altında açlıkla, yoklukla, ölümle mücadele eden eyaletler Capitol ile savaşmaya başlıyor. [spoiler] Katniss evsiz ve yaralı halde 13. eyalette gözlerini açıyor. Hiç istemeden kıvılcımını çaktığı, istemeden sembolü haline geldiği ayaklanmanın maskotu olmaya zor da olsa ikna oluyor. Yine kitabın ilk yarısı yavaş ve hareketsiz. Beni daha çok hayal kırıklığına uğratan tarafı Katniss isyanın alaycı kuşu olmayı kabul edince yaptığı şey makyaj yaptırıp, karizmatik kostümler giyip 'biz yanarsak siz de bizle yanarsınız' gibi büyük laflar etmek olması. Kızımız isyancı ve savaşçı değil de bir televizyon yıldızı. Tek derdimiz 'propo'. Tüm teknolojisini savaş, sağlık ve eğlence alanlarına yoğunlaştırmış olan Panem'de bilgisayarda hazırlayacağı gerçekçi bir animasyonla da Alaycı Kuş'a istediğini söyletemez miydi? Coin'in bakış açısından küçük bir ergen kızı şımartmaya ve liderliği onunla paylaşmaya gerek var mıydı?[spoiler]

Neyse ki kitabın ikinci yarısında hep istediğim aksiyona kavuştum. Aslında aksiyon biraz anlamsızdı, [spoiler] Katniss zaten kendisine söz verilmiş olan Snow'u öldürme işini halletmek için cehennemin içine daldı. [spoiler] Olsun, isyanın reklam yüzü olmaktan bir adım öteye gitmesi benim için yeterliydi. Kitabın finaliyle ilgili aklıma yatmayan çok nokta var. [spoiler] Coin, Katniss'i ortadan kaldırması için gerçekten Peeta'ya mı güvendi? Paralı bir askere kargaşada kafasına sıkıver diyemedi mi? Prim'in ölmesini istediyse bile nasıl oldu da sağlık ekiplerinin askerlerden önce savaş hattına girmesine izin verildi? Katniss nasıl oldu da ölümle cezalandırılmadı? Hatta nasıl oldu da ödül gibi sürgüne gönderilmekle kurtuldu? Bir psikiyatristin 'zaten kafası gidik ben onu tedavi ederim' demesi nasıl yeterli oldu? Snow'la Katniss'i aynı binanın iki farklı kanadına yerleştirip araya iki nöbetçi koymak nasıl bir saçmalıktı? Bin sayfa boyunca ölmesini beklediğimiz Snow nasıl eceliyle öldü? [spoiler]

Final ne kadar acelece yazılmış gibi dursa da, ne kadar sonu tatlı bağlanmaya çalışılsa da bana hüzün verdi. [spoiler] Katniss önceki iki kitapta okuyla öyle atışlar yapmıştı ki olayın gidişatı değişmişti. Bu kitapta da Coin'e fırlattığı ok bir dönüm noktası olabilirdi. Onu vurduğu an kitap bitseydi benim için çok daha etkileyici olurdu.[spoiler]


Genel olarak: Okuduğuma pişman değilim ama övüldüğü kadar da olmadığını düşünüyorum. Açlık Oyunları fikri çok iyi, kurgulanan dünya çok etkileyici olaylara gebeydi ama bence devam kitapları beklediğimi veremedi, o derinlikten uzaktı. 

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Böylesini ilk kez gördüm!

Geçenlerde yeni bir insanla tanıştım, aslında isteyerek de olmadı. Mecburiyetten diyelim, ortam gereği.. Çok çirkef gördüm, çok tembel gördüm, çok tuhaf gördüm, çok bencil gördüm, çok geveze gördüm; ama gerçekten böylesini hiç görmemiştim!

Başlangıçta ortamın gerektirdiği kadar samimi davrandı, ama konuşmalarından belliydi tuhaf biri olduğu. Sevmedim ilk gördüğümde kendisini. Ben öyleyimdir, ilk gördüğümde bir insanı ya severim ya da sevmem. Ön yargılı demeyin bana, inanın bugüne kadar hiç yanılmadım desem yeridir, sezgilerim gerçekten de güçlüdür.

Öyle yeni tanıştığım insana uzun uzun kendimi anlatmam ben. Aslında kendimi anlatmayı çok da sevmem, dolayısıyla da insanlarla arkadaş olmam pek kolay da değildir, iyi ki de öyledir.
Bu arkadaş akıllara zarar bir samimiyet içindeydi. Daha tanıştığımızın üzerinden saatler geçmiş olmasına rağmen hayat hikayesinin neredeyse bütün detaylarını öğrenmiştim. Eşiyle nasıl tanışmış, nasıl evlenmiş, evlenirken eşyaları kim nasıl seçmiş, çocuğuna hamile iken nasıl sıkıntılar yaşamış, eşinin ailesindekiler nasıl insanlarmış, kendi ailesi nasıl da aristokratmış... (!)

Mış miş muş müş...

Bana neydi ki bütün bunlardan, ama işte öyle bir atlıyordu ki konudan konuya, sanki konuşmaya susamış gibiydi; araya girip susturmayı beceremedim. İyi bir dinleyici olduğumun, sır da tuttuğumun farkına vardı hemencecik; zeki bir tipti zira, kaldi ki zeki olmasa o kadar entrikayı, o kadar yalanı dolanı bünyesinde nasıl barındırabilirdi ki!

Dedim ya ortam gereği uzunca bir süre görmek zorunda kaldım kendisini. Yalanlarını yakaladıkça da korkmaya başladım gördüklerimden. Nasıl bir insandı ki, ayak üstünde hemen bir yalan kıvırabiliyordu öyle.. Hem yüzü de hiç kızarmıyordu.

Para harcarken çok rahat davranıyordu ama borç içinde yüzdüğü de belliydi, zira kaç tane kredi gecikme konuşmasına kulaklarımla şahit olmuştum. Mesela gereksiz bir tatile gidiyor, dönünce bir bakıyorum ki telefonunu değiştirmiş. Eskisini satmış.. Dışarıdan yemek yeme konusunda limitsiz davranıyor ama aslında krediden yiyor belli ki.. Bir gün aynı ortamdaydık yine mecburen, yemek yiyecektik. Bu arandı tarandı kartını bulamadı, ”ben öderim sorun değil” dedim ve başıma ne geleceğini bile bile ödedim. Samimi de değildik ve merak ettim açıkçası “borç olarak kabul ediyorum” dediği için “belki de öder” dedim. Parasından değil gerçekten de ne yapacağını merak ettiğim için.. Tahmin edeceğiniz üzere o kadar entrikayı yalanı dolanı kafasında taşıyan arkadaş, bana ödemesi gereken borcu unutmuştu bile.. Hatırlatmayacağımı çok da iyi biliyordu, zira dedim ya beni iyi çözmüştü, zekiydi.. Zeki demeyelim aslında, zekasını çıkarları doğrultusunda iyi kullanıyordu diyelim..

Ne zaman kendisiyle karşılaşsak – ki karşılaşıyorduk- yeni bir aksiyon oluyordu hayatında. Ya eşiyle tartışmış, ye en sevdiği kız arkadaşı boşanmak üzereymiş, ya çocuğu okulda bi şey bi şey olmuş...

insanlar gorundukleri gibi degil!

Dedim ya çok insan tanıdım ama böylesini ilk kez gördüm.. O kadar güvensizlik hissettim ki O'na karşı, ortamda O varken çantamı ortalarda bırakmamaya gayret ediyordum ne yalan söyleyeyim. Çünkü öyle geliyordu içimden ve bunları yazarken bile utanıyorum.. Bir insan, hem de dışarıdan “hanımefendi” gibi görünen bir insan nasıl böyle olabilirdi?

Şimdi düşünün bu arkadaşın eğitimli, düzgün bir ailesi var. Ellerinden geldiğince okutmaya çalışmışlar kendisini- ki becerememiş okumayı, kıytırık bir yeri zar zor bitirmiş- bir sürü kurslara göndermişler. Velhasıl ellerinden geleni yapmışlar iyi yetişsin diye. Ortaya bu arkadaş çıkmış!

Ailesi belki de kötü yanlarını görmüyordur, ya da görseler de yakıştıramıyorlar ve görmemezlikten geliyorlardır. En kötüsü ise evlatlarının ne kadar kötü bir insan olduğunun farkındalardır. Bu açıdan bakıldığında çocuk sahibi olmak cidden ürkütücü geliyor insana... İçi kötü bence, nasıl düzelir ki böyle biri?

Dedim ya çok insan tanıdım, böylesini sadece filmlerde kötü karakter olarak gördüm, yakından tanıyınca ağır geldi açıkçası, insanlığımdan utandım.. Nasıl anlatılır ki böyle biri, hayal edin gerisini kendiniz..

Sonuçta ne mi oldu, neyse ki ortamdan ayrıldı. Bir yerlerden çıkıp gelmesin diye dua ediyorum ne yalan söyleyeyim. Ama öyle bir iz bıraktı ki içimde, unutamıyorum bütün o yalanlarını, bütün o entrikalarını, bütün o çirkefini, bütün o tepeden bakan hallerini, bütün o sevgisizliğini, bütün o ağzından çıkanı kulağının duymadığı saygısız hallerini..

Dünya ne garip bir yer, insanın neyle sınandığı hiç belli olmuyor. Bu arkadaş da benim için önemli bir sınavdı. Belki yalanlarına entrikalarına beni de alet etmeye kalkacaktı, neyse ki atlattım kazasız belasız.. “Hayatı biliyorum, insanları tanıyorum” dememek lazımmış bunu bir kez daha anladım. Nereden neyin, kimin çıkacağı hiç beli değil. Ama ben şahsen hiç kimsenin böyle bir insanla karşılaşıp hayatını zehirlemesini istemem, düşman başına bile diyemem, o derece yani..

Sözün özü: İnsanlar çeşit çeşit, aldanmamak gerekir..

Kendinizi kötülerden koruyun diyor ve gidiyorum, sevgiler..