31 Ağustos 2014 Pazar

George Orwell 1984 kitabı ile mide krampları!

1984

Bazı kitaplar vardır, ismi aklınızın bir köşesine kazınmıştır, okuma listenizin ilk başlarında yıllarca durur da nedense bir türlü okuyamazsınız ya! George Orwell'ın 1984 kitabı da öyleydi benim için. 1944 yılında yazdığı Hayvan Çiftliği kitabını soluksuz okumuştum, hem okumuş hem de iktidar denilen kavramdan nefret etmiştim.
Bu kitap da öyle, okurken iktidar denilen kavramdan, içinde bu hırsı taşıyanların hepsinden yine nefret ettim...
 Çünkü yazar, 1948 yılının penceresinden bakarak 1984 yılındaki baskıcı rejimi kurgularken, değindiği ayrıntılarla gerçekten de o baskıyı içinizde hissetmenizi sağlıyor. Düşünce Polisi var, Big Brother denilen partinin tepesindeki adamın her yerde broşürleri var, “Büyük biraderin gözü üzerinde” yazıyor nereye baksanız!

İzleniyorsunuz, telefonlarınız dinleniyor, sürekli propaganda altındasınız, düşünmeniz yasaklanmış, sorgulamanız söz konusu bile olamaz. Her evde mecburen var olan televizyonlarda hem propaganda yapılıyor, hem de ne yaptığınız, ne konuştuğunuz o televizyonlar aracılığı ile bir yerlerden izleniyor. Yazarın kurguladıklarının günümüzde gerçekleştiğini düşündüğümde, daha bir ürperdim kitabı okurken.

Parti propagandası eşitlikten bahsetse de halk ile yöneticilerin standartları arasında uçurumların olduğunu söylememe bile gerek yok, ve ne yazık ki halk bunun farkında değil , tam da tahmin ettiğiniz üzere!
Aşk, bağlılık, arkadaşlık, akrabalık duyguları köreltilmiş, aşk evliliği yapmak zaten yasak! Evlilik sadece partiye yeni çocuklar doğurmak anlamını taşıyor. Zaten çocuklar kendi anne babalarını partiye çok rahatlıkla ispiyonlayabilecek şekilde eğitiliyorlar. Kulaklarıma “en az 3 çocuk yapıınnn!”söylemi geliyor bu noktada, inanın kusacak gibi oluyorum kitabı okurken!
Parti “çiftdüşün” diye bir teknik geliştirmiş, bu sayede akla mantığa aykırı ne varsa “parti bağlılığı adına” rahatça sorgulamadan kabul edilebiliyor. Toplumsal hafıza tamamen yok edilmiş, hani “balık hafızalıyız” diyoruz ya, bu durum çok çok güzel parti menfaati için kurgulanıyor.
Partinin sloganı şöyle:
       
                                          
Ne kadar tanıdık geliyor değil mi, tanıdık geldikçe ne kadar da ürkütüyor insanı! Yeni söylem diye bir dil geliştirmişler, bu dilde kendi fikirlerine uymayan ne kadar kelime varsa hepsini atmışlar. Amaç çok masum görünüyor, “Düşünce suçunu ortadan kaldırmak!” Çünkü düşüncelerini ifade edecek sözcükleri bulamayan insanlar, bir süre sonra düşünmekten de vaz geçecekler!

Kurgunun en çarpıcı taraflarından biri de resmi tarihin parti tarafından sürekli güncellenmesi! Evet, işlerine geldiği gibi eski gazeteleri, kitapları, belgeleri değiştiriyor, hepsini yeniden basıyor ve böylece geçmişteki suçları yok ediyorlar, hatta insanlar hiç yaşamamış gibi tarihten siliniveriyor.
 Demem o ki, kitabı okurken iktidar hırsının nerelere varacağını düşünmekten mide krampları yaşadım! Belki de bu kadar negatif bir ortam anlatıldığı için 15 gün sürüklendi elimde kitap, okurken geriliyor çünkü insan ister istemez, reddedesi geliyor zaman zaman , atıyorsunuz kitabı elinizden "yok artık!" diye söylenerek hem de!

Kitaptaki kahramanımız Winston, orta halli bir memur ve bütün bu propaganda ve baskıya rağmen partinin söylediklerinin yalan olduğunu düşünüyor, yasak olduğu halde aşık oluyor hatta, bu ne cüret!
Elbette düşünce polisi yakalıyor kendisini ve yıllarca süren işkencelere tanık oluyoruz sonrasında..
Yani ne diyeyim, herkesin okuması, ders alması, üzerinde düşünmesi gereken bir kitap bu. Evet keyifli değil içinde anlatılanlar; ama çarpıcı, sarsıcı, herkesin yüzleşmesi gereken gerçeklerle dolu bir kurgu var içinde..
Okuyun, okutun diyorum...
Yorumlarınızı merakla bekliyorum kitap hakkında!









Hangisini Seçerdiniz? (Mim)

Kitaplarım ve Ben bir mim yazısı yazmış. Kavrama yabancı olanlar için özet: Bir grup soruyu cevaplayıp aynı soruların başka hangi bloglar tarafından cevaplanmasını istiyorsanız onları 'mimlediğiniz' bir blog eğlencesi. İşte o mimlenenlerden biri de benim. Teşekkür ederim. Mim yazılarını pek okumasam da, mim yazısı yazmasam da bu sefer soruları beğendim, neden olmasın dedim.

Hamburg'daki Wunderland isimli devasa maket aleminden
 hayallerimizin dünyası isimli çalışmadan bir detay

Bu mimde iki durumdan birini seçmemiz isteniyor. Seçtiğimiz bundan sonra tek yol oluyor, diğerine tamamen veda ediyormuşuz. Ciddi kararlar yani. İşte cevaplar ve açıklamalar:

1- Çok kitaptan oluşan seriler mi ya da tek kitaplar mı?
Önce hiç seri okudun mu diye sormanız lazım. Gönül rahatlığıyla tek kitaplar diyorum. Bu seçimimle Asimov'un Vakıf serisine elveda demiş olmak üzücü ama ne yapalım.

2- Sadece kadın yazarları mı yoksa erkek yazarları mı okumak? 
Ben ki en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu diye iki kategori olmasını bile anlamıyorum, yazarları cinsiyetlerine göre ayırmak aklımın almayacağı bir şey. Beni çok zorlarsanız her şeyi bırakır Ursula Le Guin'i seçer cinsiyetsiz bir dünyaya yelken açarım.

3- Kitapçıya gidip kitap almak mı, internet üzerinden kitap almak mı?
Kitapçı gezmenin tadı başka ama bir kitabın etiket fiyatının %50'sinin perakendecinin (kitapçı) karı olduğunu düşünürsek bence internet. Ucuz, zahmetsiz, çeşit bol…

4- Film olan kitapları mı dizi olan kitapları mı okumak? 
Bir kitabın film veya dizi uyarlaması olması benim için bir kriter değil. Bu yüzden (c) hiçbiri veya hepsi.

5- Günde 5 sayfa okumak mı yoksa haftada 5 kitap mı? 
Önce bu sorunun çok kolay olduğunu düşündüm. Hangi kitap sever haftada 5 kitap okuyup raflarında bekleyen o kitapları eritmeyi, listelerini tamamlamayı istemez ki. Yalnız haftada 5 kitap okumak için herhalde o hafta başka hiçbir şey yapmamak gerek. Haftada 5 kitap okursam ne zaman işe gideceğim, uyuyacağım, ailemle görüşeceğim, film izleyeceğim, Kitap Notları için yazı hazırlayacağım, ne zaman temizlik yapıp en zaman alışverişe gideceğim ve hatta yemek yiyeceğim? Sanırım en iyisi günde 5 sayfa ve normal bir hayat. Çok mu gerçekçi oldu?

6- Profesyonel bir yazar olmak ya da profesyonel bir yorumcu olmak?  
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, ben çok istesem de kurgu yazarı olamam. Öyle bir yaratıcılığım olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden yorumculuğa daha yakınım. Zaten Kitap Notları'nda da bunu yapmıyor muyum? Esas isteğim ise çeviri yapmak. Çeviri işini profesyonel olarak kıvırabileceğimi düşünüyorum. Özellikle de siyaset, uluslararası ilişkiler ve iktisat konulu kitaplara talibim.

7- En sevdiğiniz 20 kitabı tekrar tekrar okumak mı yoksa her gün daha önce okumadığınız yeni bir kitabı okumak mı? 
20 kitap kime yeter? Bu ancak bir kabu senaryosu olabilir. Bugüne kadar bir okuduğum kitabı ikinci kez okumadım, okumamayı da tercih ederim.

8- Kütüphanede çalışmak mı kitap satıcısı olmak mı?
Kütüphane ama dağılan kitapları yerine koymak ve katalog tutmak dışında işlerin olduğu bir kütüphane hayal ediyorum. Söyleşilerin, imza günlerinin olduğu, yeni çıkan kitapları takip eden ve dönemlere veya temalara özel stantların yapıldığı canlı bir kütüphane hayal ediyorum. En çok üye kazandıran üyeye hediyeler, özel günlerde çekilişler, ikinci el kitap satış günleri, bağış etkinlikleri… Projelerimle geliyorum! Oylar BA'ya!

9- En sevdiğiniz türde kitaplar okumak mı yoksa en sevdiğiniz tür hariç diğer tüm türlerden kitaplar okumak mı?
Distopyalar olmasa nasıl yaşanır, anlaşılır bilmiyorum. Sadece onlarla da olmaz, insan bunalıma girip paralel evrenler hayal etmeye başlar. Bir hafta izin verin 3-4 distopya daha okuyayım sonra ağlaya ağlaya vedalaşayım.

10- Sadece fiziksel kitap kopyalarını okumak mı yoksa sadece e-kitap okumak mı?
Kağıt kitaplara romantik bir bağlılık duymuyorum. Yarın kağıt kitaplar yok olsa şaşırıp biraz hüzünlenirim sonra da en iyi e-okuyucu hangisi diye araştırmaya başlarım. E-kitaplar ise hiç hayatımda olmadığı için yok olmalarını fark etmem bile. Önemli olan kitapların zihin açması, yazarların herhangi bir baskıya boyun eğmemesi ve özgün olması, okuyucunun emek vermesi, emeğe saygı duyması.

Ne çok konuştum… Biraz da genç yetenekler Okuma Bahçesi, Rafına Sığmayanlar ve Kitaptan Kaleler konuşsun.

29 Ağustos 2014 Cuma

Türk Gençten Mobil Oyun Legacia




Üniversite son sınıf öğrencisi Erdem Köşk arcade türünde Legacia isimli bir mobil oyunu akıllı cihaz kullanıcılara ücretsiz olarak indirmeye sundu.









Uzayın derinliklerine doğru yol alırken üzerinize gelen düşman uzay gemilerinden süratle kaçmalı ve hayatta kalmalısınız.





Arkadaşlarınızla en çok skoru elde etmek için yarışabileceğiniz bir oyun olarak da değerlendirilebileceğiniz

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir düşbazın evi ve kahvaltı sofrası...

Sabah erkenden kalkmışım yine.. Bahçeye bakan salon kapısını sonuna kadar açıyorum, içeriye mis gibi çiçek kokuları doluyor. Çayın altını yakıyorum, koyuyorum hafiften bir müzik. Seçmiyorum müziği, akşamdan kalan Pera Klasikleri var cd-çalar'da, biliyorum...



Bahçeye bakan mutfak balkonundaki bambu masayı hazırlamaya başlıyorum. Topladığım vişnelerden yaptığım vişne reçelini, kızılcıklardan yaptığım kızılcık marmelatını, kayısılardan yaptığım kayısı reçelini koyuyorum süslü seramik tabaklarıma.
Ege köylülerinin kendi çizdikleri kalamata zeytinleri diziyorum sonra cam bir tabağa.. Bahçemden ellerimle topladığım taze domateslerin üzerine yine kendi topladığım taze kekiklerden ilave ediyorum ve elbette ki sızma zeytinyağı ile şenlendiriyorum bu cezbedici tabağı..


Körpecik çıtır biberleri de koyuyorum minik camdan bir tabağa.. Kaynamakta olan çaydan yayılan nefis bargamot kokusu geliyor burnuma, gidip demliyorum çayımı.. Artık ekmekleri kızartabilirim diye düşünüyorum. Gerçek köy ekmeğinin kızarmaya başladığında etrafa yaydığı koku resmen iştahımı daha da artırıyor.




Masaya şöyle bir bakıyorum ve Cemal Süreya geliyor yine aklıma:

Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem, ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı

diyor, her zaman der zaten.. Sonra gülümsüyorum kendi kendime, Edip Cansever'den de bir dize aşırıyorum çünkü:

“...Masa da masaymış ha, bana mısın demedi bu kadar yüke...”


Sevdiklerimi uyandırıp neşeli bir kahvaltıya başlayacağım az sonra. Kahvaltı bitince kaldığım yerden devam edeceğim kitabımı yazmaya. İşe gitme derdim yok nasıl olsa, ohh keyif işte böyle bir şey..

Bir düşbazım ben; huzurlu ve mutlu imgelerin peşinden giden, aynı görüntüleri senelerce hiç bıkmadan ve hiç yorulmadan hayalinde canlandıran iflah olmaz bir düşbazım..
Seviyorum bu hallerimi, beynimin içinde ikinci bir dünya olmasını, “paralel dünyalar”da uçarak dolanmayı çok ama çok seviyorum.





Bahçeden bir erik aşırıp kaldığım yerden devam ediyorum hayata..

Herkese kahvaltı mutluluğunda kocaman bir “Günayyyydınnn!” diyesim geliyor bu sabah..


Marilyn, Sahaf Mendel, Ankara İstasyonu...

Mor Kitaplık'ta atıp tuttuklarımı görmediyseniz işte burada:

Selma Fındıklı

Ankara'da geçen, hem Ankara'yı hem de yeni bir devletin kuruluşunu, tarihini anlatan sekiz hikayeden oluşan bir kitap. Renkli karakterler ve canlı bir anlatım… >>>



Stefan Zweig

Zweig'ın iki değil üç öyküsünü içeren minik ama tadı büyük bir kitap. Baskısı çok özenli ve okuma keyfine keyif katıyor. Elbette esas keyif Zweig'ın ustalığı, anlatımdaki detaylar, psikolojik betimlemeler.  En çok hangi hikayeyi sevdim onu bile seçemiyorum. >>>

Nazlı Eray

Çok ilginç bir hikaye; dünyanın en güçlü adamıyla evlilik dışı ilişkisi olan bir süperstar bir gece şüpheli şekilde ölüyor Marilyn Monroe'nun bu satıra sığmayacak hikayesi Eray'ı da çok etkilemiş, onu okuyup araştırmaya itmiş ve en sonunda kendi üslubu ve tekniğiyle Marilyn'i Meryem adında Ankara'nın İvedik Caddesi'nde bir evde karşımıza çıkaran bir roman yazdırmış. Roman nasıl mı olmuş? Onu da yazıda bulacaksınız. >>>


Daha önce yayınlanmış yazılara ulaşmak isterseniz o da düşünüldü:

22 Ağustos 2014 Cuma

Bankanın Teklifini Duyunca Şaşkınlığını Gizleyemedi

Dün sabah sularında günlük işlemleri için bankaya gelen vatandaş, yılda ortalama 1.200 TL kazanç sağlayacağını öğrenince şaşkınlığını gizleyemedi.
Emre A., yaşadıklarını şu sözlerle anlattı:
“Sıradan bir gündü ve her zamanki işlemlerim için şubeye gittim. Tam sıra bana gelmişken bankada çalışan arkadaş bana reddedemeyeceğim bir teklif sundu. Daha önce böylesini ne duymuş ne de görmüştüm. Bana yılda ortalama 1200 TL kazanç sağlayacağımı söyledikleri anda Büyük Adım’lı olmaya karar verdim.
Masraflar masraflar...
Emre A., “Bu zamana kadar hesap işletim ücretiydi, EFT, havale komisyonuydu derken gönderdiğim para kadar masraf çıkıyordu. Masraflar masraflar derken Büyük Adım’da havale, EFT, döviz transferi gibi işlemlerimin artık ücretsiz olduğunu söylediler. Büyüksün Büyük Adım diyesim geldi” sözleriyle memnuniyetini dile getirdi.
Böylesini ne gördüm ne de duydum
Emre A., HSBC Büyük Adım’da Modern Hesap’la mevduatına sürekli Hoş Geldin faizi alacağını duyunca “Bana sürekli hoş geldin faizi verecek bir teklifle ilk defa karşılaşıyorum . Böylesini ne gördüm ne de duydum...” sözleriyle şaşkınlığını ifade etti.
Artık parasız kaldım gibi bir derdim de yok
Emre A. daha geçtiğimiz ay başına gelen bir durumdan şöyle bahsetti:
“Geçen ay başında bir ödemem vardı, parayı denkleştiremedim. Eşi dostu aradım haliyle. Tam da bunun üzerine Büyük Adım’ı tanımam, her ayın ilk 7 günü Büyük Adım’ın Bedava Kredili Mevduat Hesabı’ndan 5.000 TL’ye kadar ihtiyacım olan miktarı çekebileceğimi ve bir hafta içinde sıfır faizle geri ödeyebileceğimi öğrenmem benim için bir çok iyi bir haber oldu. Artık parasız kaldım gibi bir derdim yok. Gerçekten bu kadarını beklemiyordum. Çok şaşkınım...”
Her ay zaten düzenli ödemelerimi yapıyorum
Emre A., şu sözlerle yaşadığı sürprizi anlatmaya devam etti: “Her ay elektrik, su, kira gibi zaruri giderler epey bir miktar tutuyor. Bana aylık tutarı en az 500 TL olan 3 tane ödeme talimatı vermemin Büyük Adımlı olmak için yeterli olduğunu anlattıklarında resmen içime su serpildi. Her ay yaptığım fatura, çocuğun okulu gibi ödemelerinin bana bu kadar fayda sağlayabileceğini üstelik ücretsiz olacağını hiç düşünmemiştim.”
Bir daha geri dönemem
Herhangi bir müşteriyken Büyük Adım’a geçen ve kararından son derece memnun olduğunu dile getiren Emre A., “Yine olsa hiç çekinmeden yine yaparım. Kendi kendime bir daha geri dönemem dedim. Bir daha Büyük Adım’dan öncesine geri dönemem...” sözleriyle Büyük Adım’ın hayatında yarattığı büyük değişimi dile getirdi.
Son olarak, “Hayatta her şey matematik ama bazı şeyler kesinlikle öyledir. Büyük Adımlı olmak herkesin hakkı” diyen Emre A. herkesi butonu tıklamaya davet etti.
KAMPANYA DETAYLARI VE BÜYÜK ADIMLI OLMAK İÇİN TIKLA
Bir boomads advertorial içeriğidir.

19 Ağustos 2014 Salı

Şirin'le beni Şirin Payzın!

Hiç kenardan dolaşıp ima ederek kapalı kapalı yazmayacağım. Konu belli, dün akşam Şirin Payzın'ın Muharrem İnce'yi konuk etmesidir bugün beni böyle dellendirip yazdıran şey..
Baştan söyleyeyim, Muharrem İnce'nin fan grubundan falan değilim. Sadece muhalif seslerin daha çok konuşmasını isteyen sıradan bir televizyon izleyicisiyim.

Dün akşam beni ve de Twitter camiasını dellendiren olay şöyleydi, izleyenler biliyor:
Şirin Hanım her zaman olduğu gibi provokasyona oldukça müsait bir konu ve konuk seçmişti. CHP'de kaynayan kazan olur da üzerine hangi gazeteci atlamaz ki, o kazanı azıcık da kendileri karıştırabilirlerse eğer, değmeyin bu gazetecilerin keyfine! Şirin Hanım'ın da gayesi zaten belliydi, ortada bir kaynayan kazan var, azıcık da O karıştıracak, kazanın ne rezil bir şey olduğunu cümle aleme gösterecek, zaten bunlardan bir cacık olmaz hesabı ile sallayacaktı bol keseden. Tuzak soru sormaya kalıyordu iş, ki bu işte de ustaydı nasılsa hanımefendi.. 

“Kurultayı 15 günde toplayalım ki muhalif sesler kendilerini anlatamasınlar” temelinde bir entrika döndüğü için ortada, ne yapsın İnce, Şirin Hanım'ın sivri yaklaşımlarını da göze alıp programa katılmak zorunda kalmış bence.

Konuyu dağıtmayalım, Şirin Payzın hanımefendi her zaman olduğu gibi gayet heyecanlı, yerinde duramaz hallerde, eli kolu sürekli hareketli ve yine her zaman olduğu gibi “Şimdi bu konuğu öyle bir ters köşeye yatıracağım ki, nasıl yürekli ve de zeki bir gazeteci olduğumu dünya alem görecek”ana fikri neredeyse okunabilir açıklıkta göz parlamalarıyla açtı programını. Bakışlarından “ben” akıyordu hiç kusura bakmasın. Küstah bir samimiyet bu, hem gülüyor, hem dişlerini gösteriyor, rakibini alt etmeye yemin etmiş bir gladyatör edasıyla sanki arenaya çıkmış gibi.. Bu nasıl bir yenme içgüdüsü, bu nasıl bir tavan yapmış ego ki, başımızı kaldırıyoruz kaldırıyoruz bir türlü yetişemiyoruz kendisine..

Şirin Hanım lütfen kusura bakmayınız, ama bana böyle hissettiriyorsunuz. Zaman içinde siz ve sizin gibi ekran karşısında olma sorumluluğunu, daha doğrusu “tarafsızlık” kurallarını yerine getiremeyen gazetecilerin tavırları bende nefret uyandırıyor. Mesela aynı duyguları Enver Aysever'e karşı da hissediyorum. Artık O'nun değil programını izlemek, yüzünü görmeye bile tahammülüm yok. Nasıl bir ukalalık, karşısındaki konuğu ezme çabaları.. Siz gerçi O'nun kadar değilsiniz; zira O kimi çağırırsa çağırsın konuşturtmuyor, siz en azından fikirlerini beğendiğiniz- muhalif olmayan- konuklarınız karşısında süt dökmüş kedi gibi oturabiliyorsunuz. İktidardan bir konuk çağırınca olanca hanımefendiliğinizi takınıp konuğunuza saygı gösteriyorsunuz. Sizin derdiniz muhalefetle, onlardan birini çağırınca siz artık dişi bir savaşçıya dönüşüyorsunuz. Sizi de görünce kanal değiştirmek istiyorum evet, ama maalesef muhalefeti o kadar az yerde görebiliyoruz ki bazen mecburiyetten size katlanmak zorunda kalıyorum, dün akşam da öyleydi. Size rağmen izledim programı.. Ama yakında sizi de görür görmez zap yapacağımdan hiç kuşkunuz olmasın. Çünkü ukalalığa ve saygısızlığa tahammül edemiyorum kusura bakmayınız.



Bir gazeteci kendini neden bu kadar sever, kafası uyuşmuyorsa karşısındaki konuğuna yaklaşımında saygı sınırlarını zorlar, neden konuğunu ters köşeye yatırma hırsı ile dolup taşar, konuğunun moralini bozmak için elinden geleni neden yapar ve bütün bunlar nasıl bir tatmin sağlar o kişiye hiç bilmem. Doğrusu böylesi bir ego patlaması yaşamayı bilmek de istemem, kendilerine sadece acıyorum. Zira binlerce insanın nefretini kazanıyorlar, binlerce insan onlar adına evrene negatif enerji fırlatıyor. Dün akşam Twitter'da #inceyesorumvar hashtag'i TT olmuştu, açın bakın göreceksiniz ki sorudan çok herkes Şirin Hanım'a eleştiri yapmakla meşguldü. Ben kendisinin yerine olsam o yazılanlardan sonra gerçekten uyku uyuyamazdım, mesleğimi sorgulardım. Nasıl bunca eleştiriyi yok sayıyorlar onu da gerçekten anlamıyorum.

Neresini anlatsam ki, Şirin Hanım “arkanızda Baykal mı var?”diyor mesela, bunu sorarken “Evet Baykal var” cevabı almak istiyor belli ki.. İnce böyle olmadığını söylese de aradan 5 dakika geçince Şirin Hanım benzer bir soruyu yine soruyor. 
“Arkanızda Baykal mı var?”
 İnce gerçekten de sabırlı insanmış, bu çapraz ateş karşısında sükunetini iyi korudu, kendisini gerçekten de bu anlamda tebrik etmek lazım.

Bir ara İnce, “Siz beni benden daha mı iyi biliyorsunuz?” dedi. Şirin Hanım konuğu adına yorum yapmaya ve  ısrarlarına devam etti yine de! İnce'yi sinirlendirecek soruları birbiri ardına sordukça kadının gözlerindeki vahşi pırıltılar öyle belirgin hale geliyordu ki! Avını parçalamaya hazır vahşi bir kuş gibiydi Şirin Hanım. Dediğim gibi İnce fanı değilim, beğenirim beğenmem o ayrı. Ama işte üzerine ölü toprağı serpilmiş bir muhalefet partisinde bir enerji açığa çıkıyor, bu en azından umut verici bir şey öyle değil mi?  Bırakın da kendilerini ifade etsinler, bırakın da partideki ölü toprağı dağılsın.. Ama Şirin Hanım, “CHP oyunu %10'dan 26'ya çıkardı, niye başarısız diyorsunuz ki?” gibi bu enerjiyi yok edecek öyle saçma sorular sordu ki, ben gerçekten izlerken yoruldum ve inanın o saçma sorular yüzünden Şirin Hanım benim gözümde değil şirin bir hanımefendi, korkunç bir büyücü kılığındaydı.. Muhalefet hep muhalefette kalsın, onları ezelim, köşeye sıkıştıralım mantığı ile hareket eden bu gazeteciler acaba yastığa başlarını koyduklarında hiç vicdan muhasebesi yapmazlar mı, susturdukları o insanlar kabus olup geceleri uykularını kaçırmaz mı?

Bir de herkesin merak ettiği şu soru var:
Şirin Hanım ve O'nun familyasından olanlar, atak gazeteci geçinenler, acaba iktidardan bırakın genel başkanı, herhangi sıradan bir vekile de aynı soruları aynı tavırla, aynı bakışlarla sorabilirler mi? Cevapları "Evet" se yazdığım her sözcük "yok" hükmündedir!

Yok cevap veremeyip kem de küm edeceklerse eğer,  böyle programlarla gazetecilik yapmaya devam etme niyetindeyseler;  ben her akşam belgesel izlemeye razıyım, penguenler çok daha Şirin değil mi zaten!





17 Ağustos 2014 Pazar

Validebağ Korusu da neymiş!

Dün Facebook'da gördüm bir resim:

Validebağ Korusu betona gömülüyor” yazıyordu. Hababam Sınıfı'nın çekildiği meşhur koruya beton dökmüşler..

Validebağ Korusu da mı?
“Amma da abartıyor bu provokatörler de” dedim kendi kendime. Çamurlu tozlu topraklı pislik yerine mis gibi beton dökülmüş işte fena mı! Bir iki ağaç kesildi diye bu yaygara da ne şimdi böyle. Arabalarına otopark yeri yapılıyor yine de yaranılamıyor bu insanlara! Tutturmuşlar yeşil de yeşil, ağaç da ağaç diye. Halbuki medeniyet denilen şey yapılaşmadır, meydana getirilen eser(!)lerdir. Ne kadar devasa eser yaparsak o kadar şanımız yürür! Halk denilen cahil tabaka anlamıyor tabii ki. Hâlâeski kafadalar, hâlâüç beş ağacın peşindeler! Neyse şehrin silueti değişmeye başladı Allah'tan. Gökdelenleri gördükçe o ağaç sevdalısı cahiller de anlayacak elbette ortaya çıkan eserlerin değerini. Vizyon meselesi işte bu, kiminde var, kiminde yok afedersiniz...

Ağaç dediğin nedir ki? Ağaç isteyen köye yerleşsin zaten. Büyük şehirde hiç ağaç mı olurmuş! Büyük şehir demek iş hayatı demek, iş hayatı demek para demek. Para konuşulan bir yerde ciddiyet olmalı, mücadele olmalı, savaş olmalı. Yeşil meşil söylemleri ile romantik nostaljik takılmalar büyük şehrin iş hayatına külliyen ters! Dediğim gibi gidersin köye, alırsın bir iki inek, otlatırsın çayırda çimende, yeşile de doyarsın. Şimdi binalara yatırım yapmak varken, ne gerek var ki şehrin ortasına park yapmaya! İşte bunları isteyenler hep dış mihraklar, yükselen gökdelenlerimizi kıskanan, bizi yok etmeye çalışan düşmanlar bunlar...

Doğa katledildiği için iklim değişiyor!” yaygarası koparıyorlar bir de. Neymiş efendim doğanın intikamı ağır olurmuş! Deli saçması sözler işte.. Doğa canlı mı ki intikam alsın? İntikam denen şey, soğuk yenen bir yemektir ve o yemeği yemeği de en iyi biz biliriz!

Doğa dediğin senin kölendir; ister ağacını kesersin, ister suyunu kurutursun, istersen dağlarını delip madenlerini işletirsin. Ne karışır ki o bütün bunlara, sanki canı var, sanki ağzı dili var. Bu entel dantelleri anlamak mümkün değil zaten. “İhtiyacımızdan fazlasını tüketmeyelim” diyorlar, cahiller işte.. Kardeşim sen tüketmezsen, o tüketmezse, ben tüketmezsem bu ürettiklerimizi kim satın alacak? Kimse satın almazsa ticaret nasıl dönecek, ticaret olmazsa paranın değeri nasıl olacak, paranın değeri kalmazsa savaşlar nasıl sürecek, savaşlar sürmezse sistem nasıl devam edecek? Sistem göçerse nasıl yaşarız ki hiç düşünmüyor işte bu saçı uzun aklı kısa enteller.

Yeşil de yeşil diye tutturmuşlar. Aslında alacaksın yeşil boya, bütün kenti bir gecede yeşile boyayacaksın, bakalım ne yapacaklar o zaman!!







Ne menem şeymiş bu nem!

Bu seneki gibi bir yaz yanlış anımsamıyorsam bir de 2010'da olmuştu. Mahalledeki bir çok evin dışında klima kirliliği oluşmuştu oradan hatırlıyorum. Bense hep “Oo bizim ev püfür püfür eser, arkalı önlü camları açtım mı doğal serinlik yeter!”diye övünürdüm, ta ki bu seneye kadar!
Yıllarca 18 dereceye getirdikleri klima yüzünden yaz günü hırka giyme ihtiyacı hissettiren ateşli(!) iş arkadaşlarımı hatırlattığı için midir, yoksa abartıp 14 derecede sabitlenen otobüslerde soğuktan büzülerek yaptığım onlarca işkenceli yolculuklardan mıdır nedir klima konusuna bir türlü sıcak bakamıyorum. Bir de geçenlerde bir yazı gözüme çarptı, klima hastalığı diye bir şey varmış. Klimalara özgü mikrop olayı yani, filtrelerinin düzenli temizlenmesi, klimaların düzenli bakımlarının yapılması...
 İşte burada duralım, çünkü  düzenli bakım meselesi benim bünyeye ters anlayacağınız. Misal kombiler, ne kadar da yaşamsal şeyler ama bu sene sağ olsun bozuldu da 4 senedir ilk kez bakım gördü benimkisi. Dolayısıyla kavuran boğucu sıcaklarda dahi klimasız yaşama ısrarla devam diyorum, bakalım nereye kadar vantilatörlerle idare edebileceğim göreceğiz.

Aslında sıcak değil mesele, nem. Kendi yükseldiği yetmezmiş gibi bir de sıcaklığı da sanal olarak yükseltiyor. Yani aslında 30°olan sıcaklığı nem hazretleri yüzünden 40°hissediyoruz. İnsanın elini kolunu kaldırası gelmiyor, bir yere gidesi gelmiyor, iş yapası gelmiyor, hele ki konsantre olup yazı yazmak için insan üstü efor gerekiyor gerçekten de bu boğucu havalarda. İş yerinde var güya klima, benden 3-4 metre uzakta ve ancak yanına gidersem etkisi oluyor. Yani evde yazar, işte yazar birisi için evde nemli, işte nemli ortamda çalışmak nasıl bir işkenceye dönüşüyor artık gerisini siz düşünün.



Araştırmacı kişiliğim devreye girdi ve "ne menem şeymiş bu nem oranı, nedir bize kastı?" şeklindeki anonim sorularımızın yanıtını aradım geçen gün.

Efendim benim anladığım şey şudur: 24 derecelik bir sıcaklık için ideal nem oranı %45-55 arası olmalıymış. Nem oranı yükseldikçe buharlaşma azalırmış, bu oran %100 olunca ise tahmin edeceğiniz gibi buharlaşma dururmuş. Çünkü o sıcaklıkta havanın taşıyabileceği maksimum su buharı seviyesine erişilmiş oluyormuş. Ee İstanbul'da nem oranı %95'e dayandı diyorlar. Bu ne demek şimdi? Vücumuzdaki ter buharlaşmıyor, yapış yapış oluyoruz, nefes alamıyoruz. Vücut doğal yollardan terleyemiyor, gitgide vücut ısısı artıyor, ateş yükseldikçe çarpıntı artıyor, boğulacak gibi oluyoruz.

Mesela balkondaki çamaşırlarımız kurumuyor, yaz vakti bu sıcakta niye kurumuyor ki diyoruz. Her sabah duş aldıktan sonra aman şimdi bu sıcakta saçımı mı kurutacağım deyip ıslak saçla çıkıyorum ve saçlarım öğlene kadar ıslak kalıyor. Öğrendim şimdi, gıcık nem oranının şakasıymış bütün bunlar!

Ne diyor uzmanlar; fiziksel aktiviteden uzak durun diyorlar, saat 10.00-16.00 arasında sokağa çıkmayın diyorlar, serin ve klimalı ortamları tercih edin diyorlar, ağır spor yapmayın, yağlı yemeyin, bol bol su için diyorlar. Ben bunlara ilave olarak bir de televizyon izlememeye çalışıyorum, olabildiğince haberlerden uzak olmaya da gayret ediyorum. Çünkü artık medya yüksek nem içeriyor ve insana çarpıntı yapıyor biliyorsunuz.

Küresel ısınma konusuna doğru gidiyor bu yazı farkındayım, "İstanbul'da orman kalmadığı için iklim tropikale kaydı!" gerçeğine dalarsam hiç çıkamam içinden. En iyisi pazar gününde ne kendi canımı, ne de sizinkini fazla sıkmayayım şimdi. Zaten bu yaz nemden sıcaktan siyasi çalkantılardan BUNALETTİN olmuşuz, gerisini boş verelim bakalım nereye kadar!

Mutlu ve nemsiz bir pazar günü diliyorum hepinize..









14 Ağustos 2014 Perşembe

Yerli Linux Dağıtımı Pisi Linux 1.0 Çıktı


Uzun yıllar boyunca Pardus isimli yerli işletim sistemimizde taban olarak kullanılan PiSi paket yöneticisi radikal bir karar ile TÜBİTAK tarafından gözden çıkarılmıştı. Oldukça seri işleyen ve de kolay kullanıma sahip olan PiSi'nin yok olmasına izin vermek istemeyen gönüllüler bir araya gelerek PiSi Linux isimli bir dağıtımı geliştirmeye başlamışlardı. Nihayet bu geliştirme süreci mutlu sona

12 Ağustos 2014 Salı

Ayşe Kulin'in Füreya'sı bana dokunamadı...

Bir kadın var; çocukluğunun kışları İstanbul'da, yazları adadaki konakta geçen, hizmetçilerle büyümüş, Osmanlı paşası soyundan olmalarına rağmen Atatürk'lü zamanlara hızla adapte olmuş bir aileden geliyor. Ailenin bütün kadınları Fransızca biliyor, bir müzik aletini çok iyi çalıyorlar, ayrıca resimle de ilgileniyorlar. Bu kadın Füreya Koral, kitabın son sözüne kadar pek de anlaşılmayan bir özelliği var: Türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısı.

Kitabın başında bir aile ağacı çizilmiş, eyvah dedim ben o ağacı görünce. Zira aile ilişkileri, kim kimin nesi oluyor meselesi hep kafamı karıştırmıştır. Yanılmamışım da, nitekim ilk bölümü okurken o sayfaya sık sık dönmek zorunda kaldım; zira birbirine benzeyen bir sürü isim geçiyordu ve bu nedenle hafiften sıkıcı başladı kitap benim için. Neyse ki bu isim karmaşası fazla uzun sürmedi.

Ayşe Kulin'in Umut, Veda ve Hayal kitaplarını okumuştum daha önce, dilini gerçekten de akıcı bulmuş, bahsettiğim kitapları sevmiştim. Anlattığı hikayeler de güzeldi. Ama nedendir bilmiyorum, her ne kadar kendisi bu kitap için “bir noktasını bile değiştirmeyi düşünmezdim, en sevdiğim kitaplardan” dese de ben kitabın içine giremedim. Nasıl derler, karakterle hemhâl olamadım, Füreya'nın duygusunu hissedemedim. Bunun neden olduğunu düşünürken bu sabah aklıma geldi, açtım Vikipedi'den Füreya Koral'ın hayat hikayesini okudum. Tam da romandan aklımda kalanları anlatıyordu yazılanlar. İyi de 348 sayfalık kitap okuduktan sonra aklımda, ansiklopedik bir özet hariç değişik bir anekdot, çarpıcı bir duygusallık, ne bileyim enteresan bir öykü parçası kalması gerekmiyor muydu? Evet hikaye akıcı anlatılmıştı ama yazardan özür dileyerek belirtmeliyim ki kitabın lezzeti eksikti. Evet elimden bırakmadım, daha doğrusu bir hafta içinde bitirdim kitabı ama...

Kitaptaki kurguda, geçmişte Füreya'nın hayat hikayesi anlatılırken ara ara son anlarını yaşadığı hastahane odasına dönülüyor, yazar bu bölümlere “Pentimento” (Bir yağlıboya tablo kazındığında kimi kez altından çıkabilen, ikinci hatta üçüncü kat resim) adını vermiş. Ben açıkçası o bölümleri pek sevmedim. Hani ölmeden önce insanın bütün hayat hikayesi gözünün önünden geçermiş lafı vardır ya, yazar sanırım öyle bir kurgu düşünmüş. Ama ben kitaptaki “pentimento” bölümlerini zorlama buldum; dedim ya duyguya giremedim.

Roman'da belki de en ilgimi çeken kısım, Füreya'nın dayısı olduğunu öğrendiğim Cevat Şakir Kabaağaçlı, nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı ile ilgili küçük bölümlerdi. Ama o bölümler de havada asılı kalmıştı.


Hikayenin kahramanları sıradan insanlar değillerdi. Dediğim gibi konaklarda büyümüş, özel okullarda okumuş, Atatürk'ün sofralarına davet edilmiş insanlardı. Füreya verem olunca bir sene İsviçre'de bir hastanede tedavi görüyor mesela, oradan Londra'ya, Fransa'ya geçiyor. Fransa'daki sanat camiası ile arası son derece iyi. İstanbul'a dönünce de dönemin bir çok sanatçısı ile, yazarı ile, şairi ile diyalog halinde. Kendini seramik sanatına veriyor ve durmadan çalışıyor. Bütün bunları öğrenirken ben yine hemhâl olamıyorum bu hikayenin kahramanıyla... Sanki duygusu yok gibi, kitabı okuyup bitirince Füreya'nın insan olma hali hakkında olumlu ya da olumsuz hiç bir izlenim edinmediğimi fark ediyorum. Hani çok sevdiğiniz bir kitabı okurken, ya da bir filmi izlerken hikayeye öyle girersiniz ki bazı kahramanları çok sever, bazılarından ise nefret edersiniz ya. İşte sanırım bu, kitapta eksikti, yani karakter analizi yoktu. Dediğim gibi bir sürü insan adı geçti kitapta; hangisi iyi hangisi kötü bilemedim. Her ne kadar diyaloglar çok olsa da kuru, duygusuz bir hayat hikayesi olmuş kitap. Sonlara doğru ise seramik anlatıcılığı var ve de itiraf etmeliyim ki seramiğe ilgi duymayan benim için sıkıcı bilgiler..

"Kitabın arka planında Osmanlı'nın sonu ve yeni Türkiye'nin başı" anlatılıyor diye yorumlar okumuştum. Ne yazık ki ben geri planda öyle tarihi bir resim pek göremedim, bir iki Atatürk sofrası anlatılmış o kadar.

Edebiyat eleştirmeni değilim, ne haddime bir kitabı eleştirmek. Sadece bir okuyucu olarak aldığım lezzeti anlatabilirim. Nasıl ki bir önce okuduğum Kurt Seyit ve Shura kitabını çok beğendiğimi anlatmışsam, ( ki buradan bakabilirsiniz yoruma) bu kitabı da yazardan özür dileyerek sevmediğimi söylemek istiyorum..

Belki de zorlu hayat hikayelerini seviyorum. Füreya benden çok farklı bir sosyal sınıfta zenginlik içinde yaşamış bir kadın, yurt dışı ikinci vatanı olmuş neredeyse. En ünlü keman sanatçılarından dersler falan alıyor. Nedenini pek anlayamıyoruz kitaptan gerçi, aslında fakir hastalığı olarak bilinen verem hastalığına yakalanıyor, İsviçre'de tedavi görüyor, tedavi başarısız olunca gidip Fransa'da ciğerinin birini aldırıyor, ama bütün bunlar olup biterken sanki hiç para gerekmiyor gibi bir anlatım var kitapta. Ben ki hayatını emeğiyle kazanan biri olarak bu hikayeden kopmaz mıyım? Ayşe Kulin kusura bakmasın ama beni o hayatın içine sokamadı. Evet ilk seramik sanatçısı olması anlamında Füreya Koral'ı takdir ederim elbette, ama o kadar! "Vay be, nasıl bir hayatmış!" diyemiyorum üzgünüm.

 Aslında belki de Füreya'nın çok sevdiği yeğeni Sara'nın ricası üzerine, ısmarlama yazdığı için Ayşe Kulin  okuyucuya/bana duyguyu geçirememiş olabilir mi acaba? Ismarlama yazılan romanlar hep böyle midir merak ettim şimdi.
................
Benim kitap hakkında diyeceklerim bunlar. Alın okuyun, bakalım siz nasıl bulacaksınız. İçinizde Füreya'yı okuyanlarınız varsa  eğer, yorumlarını çok merak ediyorum. Bakalım benim gibi düşünenler olmuş mu?


Kimse kitapsız kalmasın diyorum, sevgiyle...

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Robbin Williams öldü dediler...


Sabah haberlere bakarken “Robbin Williams” evinde ölü bulunmuş” dedi spiker. “Bir süredir depresyondaymış”diye ilave etti, “Polis intihardan şüpheleniyor.” dedi...
 Çok üzüldüm gerçekten de.. Bir yıldızın daha kayıp gitmesinden, hem de çok ama çok sevdiğim bir yıldızın kaymasından dolayı çok üzüldüm..

Türk filmlerinde Hulusi Kentmen'in oynadığı iyi yürekli tonton baba, sevimli komiser amca, zengin ama yufka yürekli patron gibi insanın içini ısıtan, oldukça pozitif karakterler vardır ya, filmi izlerken arındığınızı hissedersiniz hani, işte Robbin Williams filmleri benim için böyle bir şeydi.

Oynadığı bütün rollerde iyilik aşılamıştır içime, "insan isteyince her şeyi yapabilir"i göstermiştir, ne yapıyorsak yapalım farklılığımızı ortaya koyalım, "yaptığımız şeye ruhumuzu katalım"ı benimsetmiştir, pozitif yaklaşımla sorunların nasıl da kolayca üstesinden gelindiğini göstermiştir, esprinin gücünü kanıtlamıştır. Gülerken ağlatmış, söyledikleri ve sıcacık bakışıyla ruhuma işlemiş, en kötü zamanlarımda filmleri bana terapi olmuştur.

Bizden biri olmuştur hep, içimizden biridir... O'nun filmlerini bir Amerikan filmi gibi değil, dedim ya ailemizden biri gibi gördüğümüz, babamız, dedemiz gibi sevdiğimiz Hulusi Kentmen filmleri gibi izlemişimdir. Defalarca izlesem bıkmam cinsinden..

Hangi birini anlatsam ki,Günaydın Vietnam'da, savaşın ortasında pozitif bakış açısını korumayı başaran, savaşan askerlere umut aşılayan müthiş bir radyocudur.
Mrs. Doubtfire'da çocuklarından ayrı kalmamak için boşandığı eşinin evinde kadın kılığına giren bir dadıdır.
Ölü Ozanlar Derneği'nde canlandırdığı John Keating karakteriyle idealist bir öğretmenin nasıl özgün ve özgür bireyler yetiştirebileceğini göstererek yine kendisine hayran olmamızı sağlamıştır.
Imsomnia'da sıradışı uyumayan bir adamdır.
Patch Adamsfilminde hayata renk katarak mizah yoluyla hastaları iyileştirmeye çalışan ve bu nedenle hocalarından tepki gören sıra dışı bir tıp öğrencisini canlandırır.



İk etapta aklıma gelenler bunlar, yani demem o ki özenle seçtiği senaryolarda hep sıradışı ve mükemmel insan karakterlerini oynayarak kendisini özel kılmış özel bir insandır Robin Williams.

Ölümü de özel oldu işte! Bir sabah aniden, daha 63 yaşındayken öldü dediler, öldü gitti..

Ah be Robin, bizlere pozitif enerji veren tüm o filmler sana yetmedi demek ki! Hani "Carpe Di em" di?
 Neydi seni depresyonlara iten şey, terzi sökük misali, nasıl kıydın kendine! Daha ne filmler vardı çekeceğin ya, neyse olan olmuş artık, kader diyelim, fazla da zorlamayalım..

Işıklar içinde uyu..

Seni seven ve filmlerini defalarca izleyerek seni ölümsüzleştirecek olan milyonlarca insan, seni hep güzelliklerle anacak...







10 Ağustos 2014 Pazar

Yalaka Selim mi yoksa Pısırık Niyazi mi!

İlkokuldaki sınıf başkanı seçimlerini hatırladım şimdi. İki aday olurdu genelde, ikisi de birbirinden kıl! Biri olur olmaz her şeyi öğretmene gammazlayan yalaka Selim; diğeri de sınıfın uzun boylu yaramazları tarafından ezik muamelesine layık görülen, çalışkan ama pısırık Niyazi..
Bu gibi durumlarda ne yapardım hiç anımsamıyorum, çoğunlukla seçimi protesto edip boş oy mu verirdim, olabilir.. Çünkü benim için Selim ya da Niyazi fark etmezdi, ikisini de sevmezdim. Yıl bitince en çok da pısırık Niyazi'nin ya da yalaka Selim'in saçma başkanlığından kurtulduğuma sevinirdim. Sonra yeni bir yıl başlardı ve yine büyük olasılıkla sevmediğim biri başkan olurdu. 
“Madem başkan adaylarını sevmiyordun, sen niye aday olmazdın ki?” diyenleriniz var biliyorum. Benim hiç başkan olmak gibi bir arzum olmazdı ki, kültür ve edebiyat koluna seçilir paşa paşa kitaplarımı okurdum, hem sonra başkan olmak bence saçma bir şeydi. Sahte bir güçtü, sınıf başkanının saltanatı “örtmen” gelinceye kadardı zira.. Başkanların, öğretmen sınıfa girmeden önceki “Susun bak fena olur, susun yoksa örtmene söylerim, tahtaya adını yazarım!” şeklindeki efelikleri kapı açılınca pıs diye sönerdi. Sınıf başkanı denilen şahsiyet, öğretmene kendini şirin göstermek için sınıf arkadaşlarını ayak üstü satan kötü karakter değil miydi? Yetki sarhoşluğu ile egosunu kısa süreliğine tatmin eden sınıf başkanı, kendini aynada dev gören bir cüceden başka neydi ki? Zira hepimiz cüceydik, küçüktük, ne farkı vardı ki O'nun bizden?

Düşünürken aklıma geldi şimdi, öğrencilik hayatım boyunca sınıf başkanlarını ve başkan adaylarını hiç sevmeyişimin acaba bu insanların ortak kişilik özellikleri ile alakası olabilir miydi? Tabi ya, güce tapan, pozisyonu gereği insanlara rahatça eziyet edebilen, şantaj yapabilen, kendi başarısızlığını ört bas etmek için herkesi gözünü kırpmadan harcayabilme potansiyeli olan, sanki kendisi de diğer arkadaşlarıyla aynı yaşta ve hormon seviyesinde değilmiş gibi yüzüne sahte bir ciddiyet maskesi takan, çıkarcı, bencil, üstüne üstlük sınıfın ajanı değil miydi onlar? Düşünün, öğretmen sınıfa gelmeden önce, yani daha ders başlamadan önce, insanın  yanındaki arkadaşıyla konuşmasının suç sayılması kadar saçma bir şey olabilir miydi? Saçmaydı ama otorite bunu istiyordu, zira bir saçma kural olmalıydı ki başkan da bu saçma kurala karşı çıkanlara başkanlığını yapabilsin, gücünü gösterebilsindi..

Hayat da aynı bu ilkokul sınıfları gibi işte. Birileri gösterişle, büyük ihtişamla başkan oluyor, otoritelerini göstermek için de koydukları saçma kurallara koşulsuz şartsız riayet etmemizi istiyorlar..



Açıkçası ben sıkılıyorum bu otoriter şaklabanlıklardan.. Benim için A kişisi, B kişisi gelse de hiç fark etmiyor kafası aynı veya benzer zihniyette olduktan sonra.. İlkokulda ya da lisede sevmediğim Selim ya da Niyazi başkan olduğunda onları yok sayıp nasıl ki kitaplarıma gömülürdüm, yani onların eline koz vermezdim, yine öyleyim.. Kaale almıyorum saraylarını da soytarılarını da.. Sadece çok sıkıldım bu yaşanan tiyatrodan. Artık senaryo ve kahramanlar değişsin istiyorum, taze hikayelere ihtiyacım var, daha doğrusu merak etmeyi bile özledim.. Çünkü yıllardır olan biteni ezberledim artık..

Aslında düşünüyorum da okul yıllarında sınıf başkanı diye bir şey olmamalı. Öyle bir eğitim verilmeli ki çocuklara, elinde sopa sallayan biri olmadan da efendi efendi durmayı, başkalarını rahatsız etmeden yaşamayı bilebilsinler..
Bu seçim saçmalığı ve de zulmü çekilir dert değil zira.. Çoğunluğun oyunu aldı diye yalaka Selim veya pısırık Niyazi'ye katlanmak zorunda olmak cidden insanı çok ama çok yoruyor..


İstemiyorum başkan maşkan kardeşim, yöneticiler olmadan hayat daha güzel...
Onların ayrıcalıklı yaşamları, zenginlikleri, entrikaları, sadece güce tapan içi boş yaşam felsefeleri, kendilerini üstün insan gibi görme gafletinde bulunmaları, çevrelerine yağdırdıkları emirler talimatlar, etrafındaki şemsiye tutucuları, kapı açıcıları; çoğunluğun oyları ile bütün bunları elde etmelerine rağmen çoğunluğu hiçe sayan yaklaşımları, çoğunlukla muhatap olmayan ukala tavırları, dayatmaya çalıştıkları saçma kuralları ile  yani sistemlerinin bütün yozlukları ile birlikte benden uzak olsunlar...

Ömür dediğiniz hızlı geçer; 5 sene Selim'le, 5 sene Niyazi ile ömrümü çalmaya ne hakları var??


Renkli Masallar


Şu sıcak, veya manasızca soğuk, yaz günlerinde tatile gidemediyseniz, en azından rutininizi kırıp kendinizi tazeleyemediyseniz gezi kitaplarını deneyin. Ben öyle yapıyorum ve iyi bir gezi kitabının bir roman veya hikaye kadar sürükleyici olduğunu düşünüyorum. Ayhan Sicimoğlu'nun Renkli Masallar adlı gezi/anı kitabını da bu günler için saklamıştım ve sonunda okuyup bitirdim.

Sicimoğlu bir müzisyen, latin müzikleri ve vurmalı çalgılar onun uzmanlık alanı. Birçok insan onu Renkler adlı gezi programından tanıyor. Renkli Masallar ise Sicimoğlu'nun sadece gezi ve anı yazılarından oluşmuyor, içinde denemeler ve kısa öyküler de var. Yani aslında Sicimoğlu'nun kaleminden çıkanların bir derlemesi.

Kitapla ilgili ilk söyleyebileceğim şey müthiş bir malzeme barındırdığı. Hindistan'dan Küba'ya İtalya'dan Fas'a birçok kültür ve ülkeden bahsediliyor. Üstelik Sicimoğlu kitabi bilgilerle gözlemlerini, anılarını harmanlayarak anlatılıyor. Gezip gördüğü yerlere bir turist gözüyle baksa da yerlilerin arasına karışmak, Roma'da Romalılar gibi yapmak Sicimoğlu'nun zevklerinden biri.

Bir gezi kitabında olmazsa olmazlar renkli fotoğraflar. Bu kitapta da bol bol fotoğraf var. Fotoğrafların renkli olması, kitabın arkasında veya ortasında bir bölümde sıkışıp kalmak herine ilgili bölümlere dağıtılmış olması harika. Kitabın boyutu standarttan farklı, kareye yakın bu yüzden fotoğrafları keyifle inceleyebiliyorsunuz. Kısaca baskıya ve düzene tam puan veriyorum.



Maalesef kitapla ilgili söyleyeceğim olumlu şeyler bitiyor. Kitaba konu malzemeye ve baskıyı beğensem de kitaptaki yazarlığın aynı ölçüde güçlü olduğunu düşünmüyorum. Bir kere Sicimoğlu programındakine benzer şekilde konudan konuya atlıyor. Yazmak insanın dikkatini toplayan bir şey olduğu için en azından cümleler yarım kalmıyor. Yine de yazar bir tema etrafında söylemek yerine bir konudan diğerine geçiyor. Daireler çizmek yerine kestiremediğiniz bir yöne doğru lineer şekilde ilerliyor. Anlatabildim mi?

Beni bir okuyucu olarak daha çok sıkıntıya sokan ise kullanılan yabancı kelimeler oldu. Bazen yabancı bir kültürü anlatırken kelimeleri zorlama şekilde çevirmek yerine olduğu gibi kullanabilirsiniz, bunu anlıyor hatta destekliyorum ama zaten Türkçeye geçmiş jenerik bir kelimeyi nedensizce İngilizce yazarsanız karşı çıkarım. 'Tasarlamak' yerine 'design etmek' gerçekten çok iddialı. Sanki yazım hatası gibi. Bunun gibi de bir sürü örnek var. Bir de Türkçe kelimelerin yanına gereksiz yere İngilizcesini yazma hastalığı var. Yani 'araştırma (survey)' yazmanın okuyucuya vocabulary (!?) dışında ne faydası var? Okuma zevkini bozan bu kirliliği kimse fark etmedi mi gerçekten?

MFÖ'ye 'Sen neymişsin be abi' dedirtenin Sicimoğlu olduğunu biliyor muydunuz? Renkli Masallar'ı okuyunca neden böyle dendiğini anlıyorsunuz. Sicimoğlu'nun elini atıp da yapamadığı şey, girip de adapte olamadığı ortam yok. Karayip adalarında da, Fas'ta da yerlilerden daha yerli. Dalgıçlıktan davulculuğa radyoculuktan kültür elçiliğine kaptanlıktan televizyonculuğa el atmadığı ve başarmadığı iş yok. Aslında bu tip iddialı kişileri itici bulsam da Sicimoğlu'ndaki bir şeyin bunu engellediğini söylemeliyim. Belki hayat enerjisi belki de yaptıklarından zevk alması. Yalnız öykü denemeleri bence başarısız olmuş ve yazı işinde ortalamanın üstünde değil, bu konuda torpil geçemeyeceğim.

5 Ağustos 2014 Salı

Gerçek hayatta camdan ayakkabılar yok ki!

Bir zamanlar ülkenin birinde bir kurucu lider varmış. Savaşın yıkıntıları arasında yoktan var ederek kurduğu ülkesinde her türlü imkansızlığa rağmen başarılı öğrencileri yurt dışına gönderir, iyi eğitim alıp dil öğrenmelerini sağlar, sonra ülkelerine dönüp hizmet etmelerini şart koşarmış. Beyin göçü dediğimiz şey o zamanlar tersine işliyormuş; o imkansızlıklar içinde değerli bilim adamlarını ülkesine davet edermiş o öngörülü büyük lider.. O lider ki resmi kayıtlara göre 3997 tane kitabı varmış. Hasta yatağında yatarken bile üçüncü yabancı dili öğrenmek için çalıştığı söylenir bu liderin. Başarılı bir asker, dünyanın saygı duyduğu büyük bir komutan, büyük devrimci, çağının çok ilerisinde düşünen, kitaplar da yazan bu insanı siz zaten biliyorsunuz. Yakın arkadaşlarından birine “Çocukluğumda elime geçen 3-5 kuruşu kitaplara vermeseydim bütün bunları gerçekleştiremezdim” dediği de söylenir kendisinin.. Zaten görünen köy de ortada, söze ne gerek..


Ülkesindeki küçük adamların cehaletleriyle övündüklerini, küçük küçük laflar ederek popülist olmaya çalıştıklarını duydukça, göçtüğü boyuttan, belki de bulutların arasından kıs kıs gülüyordur zannımca bütün bu olan bitenlere.. Bence hiç sinirlenmiyordur bile, bu insan(cık)ların, kendi yarattıkları, altından gümüşten bile olsa neticede cehaletle dolu çukurlarında boğulmalarına tanık oldukça mutlu bile oluyordur.

Ben de sinirlenmiyorum artık, en azından sinirlenmemeye gayret ediyorum!
Absürt bir komedi izliyor gibiyim.




Bir zamanlar yerlere göklere sığdırılamayan bir türkücü şahsiyet vardı aklıma geldi şimdi, kazandığı paraları nereye koyacağını bilemezken, bol bol lahmacun dükkanları açmış, çocukluğunun kentine hayrına bir okul yaptırmak aklına bile gelmemişti. Üstüne üstlük “Urfa'da Oxfort vardı da ben mi gitmedim?” demiş ve cehaletine kendince methiye düzen bu sözleri, yandaşları, daha doğrusu kendinden çıkarı olanlar tarafından büyük alkış toplamıştı. Gel zaman git zaman, kendi küçük dünyasında, kendi gibi küçük dünyalı adamlar tarafından silahlı saldırıya uğradı, parası yetmedi hayatının düzenini kurtarmaya.. Artık eskisi gibi değildir muhtemelen yaşantısı, en azından öyle büyük büyük laflar edemez haldedir, sahi öyle midir?

Bir de iktidarın sarhoş ettiği tipler var. Aynı bu türkücü gibi onlar da “tercüman varken dil bilmeye ne gerek var” falan diyorlar.. Çıkar ilişkisi temelinde milyonlarca da alkış alıyor bu sözleri.. Ama işte dünyası küçük olunca, insanın etrafı her ne kadar kalabalık olsa da  alanı küçük olur, r² meselesi yani.. Çap küçükse karesini de alsan sonuç belli, matematik ortada.. Çıkar ilişkisi bir sekteye uğramaya görsün, şaşaa denilen şey fısss diye sönüverir aniden balon gibi..
Bu işler böyle, yani yarıçapın neyse, çevren de 2r'dir, ötesi yoktur.. Ne kadar değer verirsen o kadar değer görürsün ve sonunda saatler gece yarısını vurduğunda bütün atlar kabak olur, arabacı da bir fareye dönüşür.. Kalakalırsın külkedisi halinle.. Gerçek hayatta camdan ayakkabılar yoktur ki zaten, çook beklersin prens gelse de, camdan ayakkabı ayağıma uysa da, kurtulsam diye..


Biter elbet, biter bir gün..


Ne diyorduk; sahne 13, tekrar 666!
Bu film de bitecek elbet.

Sabırla bekleyelim ve görelim..