12 Ağustos 2014 Salı

Ayşe Kulin'in Füreya'sı bana dokunamadı...

Bir kadın var; çocukluğunun kışları İstanbul'da, yazları adadaki konakta geçen, hizmetçilerle büyümüş, Osmanlı paşası soyundan olmalarına rağmen Atatürk'lü zamanlara hızla adapte olmuş bir aileden geliyor. Ailenin bütün kadınları Fransızca biliyor, bir müzik aletini çok iyi çalıyorlar, ayrıca resimle de ilgileniyorlar. Bu kadın Füreya Koral, kitabın son sözüne kadar pek de anlaşılmayan bir özelliği var: Türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısı.

Kitabın başında bir aile ağacı çizilmiş, eyvah dedim ben o ağacı görünce. Zira aile ilişkileri, kim kimin nesi oluyor meselesi hep kafamı karıştırmıştır. Yanılmamışım da, nitekim ilk bölümü okurken o sayfaya sık sık dönmek zorunda kaldım; zira birbirine benzeyen bir sürü isim geçiyordu ve bu nedenle hafiften sıkıcı başladı kitap benim için. Neyse ki bu isim karmaşası fazla uzun sürmedi.

Ayşe Kulin'in Umut, Veda ve Hayal kitaplarını okumuştum daha önce, dilini gerçekten de akıcı bulmuş, bahsettiğim kitapları sevmiştim. Anlattığı hikayeler de güzeldi. Ama nedendir bilmiyorum, her ne kadar kendisi bu kitap için “bir noktasını bile değiştirmeyi düşünmezdim, en sevdiğim kitaplardan” dese de ben kitabın içine giremedim. Nasıl derler, karakterle hemhâl olamadım, Füreya'nın duygusunu hissedemedim. Bunun neden olduğunu düşünürken bu sabah aklıma geldi, açtım Vikipedi'den Füreya Koral'ın hayat hikayesini okudum. Tam da romandan aklımda kalanları anlatıyordu yazılanlar. İyi de 348 sayfalık kitap okuduktan sonra aklımda, ansiklopedik bir özet hariç değişik bir anekdot, çarpıcı bir duygusallık, ne bileyim enteresan bir öykü parçası kalması gerekmiyor muydu? Evet hikaye akıcı anlatılmıştı ama yazardan özür dileyerek belirtmeliyim ki kitabın lezzeti eksikti. Evet elimden bırakmadım, daha doğrusu bir hafta içinde bitirdim kitabı ama...

Kitaptaki kurguda, geçmişte Füreya'nın hayat hikayesi anlatılırken ara ara son anlarını yaşadığı hastahane odasına dönülüyor, yazar bu bölümlere “Pentimento” (Bir yağlıboya tablo kazındığında kimi kez altından çıkabilen, ikinci hatta üçüncü kat resim) adını vermiş. Ben açıkçası o bölümleri pek sevmedim. Hani ölmeden önce insanın bütün hayat hikayesi gözünün önünden geçermiş lafı vardır ya, yazar sanırım öyle bir kurgu düşünmüş. Ama ben kitaptaki “pentimento” bölümlerini zorlama buldum; dedim ya duyguya giremedim.

Roman'da belki de en ilgimi çeken kısım, Füreya'nın dayısı olduğunu öğrendiğim Cevat Şakir Kabaağaçlı, nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı ile ilgili küçük bölümlerdi. Ama o bölümler de havada asılı kalmıştı.


Hikayenin kahramanları sıradan insanlar değillerdi. Dediğim gibi konaklarda büyümüş, özel okullarda okumuş, Atatürk'ün sofralarına davet edilmiş insanlardı. Füreya verem olunca bir sene İsviçre'de bir hastanede tedavi görüyor mesela, oradan Londra'ya, Fransa'ya geçiyor. Fransa'daki sanat camiası ile arası son derece iyi. İstanbul'a dönünce de dönemin bir çok sanatçısı ile, yazarı ile, şairi ile diyalog halinde. Kendini seramik sanatına veriyor ve durmadan çalışıyor. Bütün bunları öğrenirken ben yine hemhâl olamıyorum bu hikayenin kahramanıyla... Sanki duygusu yok gibi, kitabı okuyup bitirince Füreya'nın insan olma hali hakkında olumlu ya da olumsuz hiç bir izlenim edinmediğimi fark ediyorum. Hani çok sevdiğiniz bir kitabı okurken, ya da bir filmi izlerken hikayeye öyle girersiniz ki bazı kahramanları çok sever, bazılarından ise nefret edersiniz ya. İşte sanırım bu, kitapta eksikti, yani karakter analizi yoktu. Dediğim gibi bir sürü insan adı geçti kitapta; hangisi iyi hangisi kötü bilemedim. Her ne kadar diyaloglar çok olsa da kuru, duygusuz bir hayat hikayesi olmuş kitap. Sonlara doğru ise seramik anlatıcılığı var ve de itiraf etmeliyim ki seramiğe ilgi duymayan benim için sıkıcı bilgiler..

"Kitabın arka planında Osmanlı'nın sonu ve yeni Türkiye'nin başı" anlatılıyor diye yorumlar okumuştum. Ne yazık ki ben geri planda öyle tarihi bir resim pek göremedim, bir iki Atatürk sofrası anlatılmış o kadar.

Edebiyat eleştirmeni değilim, ne haddime bir kitabı eleştirmek. Sadece bir okuyucu olarak aldığım lezzeti anlatabilirim. Nasıl ki bir önce okuduğum Kurt Seyit ve Shura kitabını çok beğendiğimi anlatmışsam, ( ki buradan bakabilirsiniz yoruma) bu kitabı da yazardan özür dileyerek sevmediğimi söylemek istiyorum..

Belki de zorlu hayat hikayelerini seviyorum. Füreya benden çok farklı bir sosyal sınıfta zenginlik içinde yaşamış bir kadın, yurt dışı ikinci vatanı olmuş neredeyse. En ünlü keman sanatçılarından dersler falan alıyor. Nedenini pek anlayamıyoruz kitaptan gerçi, aslında fakir hastalığı olarak bilinen verem hastalığına yakalanıyor, İsviçre'de tedavi görüyor, tedavi başarısız olunca gidip Fransa'da ciğerinin birini aldırıyor, ama bütün bunlar olup biterken sanki hiç para gerekmiyor gibi bir anlatım var kitapta. Ben ki hayatını emeğiyle kazanan biri olarak bu hikayeden kopmaz mıyım? Ayşe Kulin kusura bakmasın ama beni o hayatın içine sokamadı. Evet ilk seramik sanatçısı olması anlamında Füreya Koral'ı takdir ederim elbette, ama o kadar! "Vay be, nasıl bir hayatmış!" diyemiyorum üzgünüm.

 Aslında belki de Füreya'nın çok sevdiği yeğeni Sara'nın ricası üzerine, ısmarlama yazdığı için Ayşe Kulin  okuyucuya/bana duyguyu geçirememiş olabilir mi acaba? Ismarlama yazılan romanlar hep böyle midir merak ettim şimdi.
................
Benim kitap hakkında diyeceklerim bunlar. Alın okuyun, bakalım siz nasıl bulacaksınız. İçinizde Füreya'yı okuyanlarınız varsa  eğer, yorumlarını çok merak ediyorum. Bakalım benim gibi düşünenler olmuş mu?


Kimse kitapsız kalmasın diyorum, sevgiyle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder