30 Mayıs 2014 Cuma

Hürriyet Bumerang Nedir?


Hürriyet Bumerang bir tür dijital reklam ağıdır. Hem site/blog sahiplerinin hem de reklam verenlerin kazançlı çıktıları harikulade bir servistir. Bumerang için "blogosfer" yani bloglar ve siteler kümesinden oluşan bir dünya diyebiliriz.



Hürriyet Bumerang'ın Avantajları Nelerdir? 


*Bumerang'ın yararlarına geçmeden önce küçük bir hatırlatma, eğer yazı kapsamında Bumerang'a üye olmayı

29 Mayıs 2014 Perşembe

Türk Mucit 3 Boyutlu Yazıcıdan Kırık Alçısı Üretti


3D print yani 3 boyutlu yazdırma teknolojisi her yeni gün gelişirken bizleri sürekli şaşırtan adımları da beraberinde getiriyor. Daha önce silahtan, organlara kadar bir çok nesnenin orijinal halinin bire bir aynısını üretmeyi başaran bu olağanüstü teknolojiyi artık bir Türk mucit tıpta yeni bir noktaya taşımış oldu.







İzmir Ekonomi Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan

Twitter Rumuzu Yüzünden 15 Ay Hapis Cezası Aldı


Sosyal medyayı hakaret ve tehdit amacı ile kullanmayı görev gibi addedenlere ceza kapsamında mahkemeden emsal niteliğinde bir karar çıktı.



Twitter üzerinde Allah CC rumuzlu kullanıcı hesabı açan Ertan P. isimli bir öğretmene 15 ay hapis cezası verildi. Muş Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2012 yılında gelen bir şikayet üzerine başlatılan soruşturma kapsamında ceza alan şahsın "halkın bir

Battlefield 3 PC Bedava Oldu


Electronic Arts ve oyun platformu Origin'den oyunculara süper bir haber geldi. Oyun dünyasının en sevilen yapımlarından birisi olan Battlefield 3 kısa süreliğine ücretsiz olarak oyunseverlerin kullanımına sunuldu.






3 Haziran gününe kadar ücretsiz sunulacak Battlefield 3 yalnızca PC oyuncularını sevindirecek diğer oyun platformları maalesef bu kampanyadan yararlanamayacaklar. 



Battlefield

27 Mayıs 2014 Salı

28 Mayıs, Edip Cansever'i anıyorum..

Bugün benim için ne cumhurbaşkanlığı tartışmaları, ne o, ne de bu; bugün Edip Cansever hissiyatındayım. 28 Mayıs 1986 yılında kaybetmişiz kendisini; yani tam 28 yıl önce bugün. Işıklar içinde uyusun..

Edip Cansever'i anlatmak bana düşmez, haddimi bilirim. Ben sadece şiirlerini çok severim, birkaçını da ezberden söylerim laf aramızda. Söylerim dedim, çünkü bana göre şiir okunmaz, içten gelerek söylenir..


Söz O'nundur...










Anısına Saygıyla...

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Kış Uykusu – Nuri Bilge Ceylan'la gerçekten gurur duyduk mu?

Sivil kuruluşlar, zaman zaman ulusların çeşitli konulardaki karnelerini yayınlarlar bilirsiniz, mutlaka bir tanesine gözünüz çarpmıştır. Peki hiç hatırlıyor musunuz iyi bir şey?

Mesela basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke arasında 154. sıradaymışız. Son 10 yılda tam 56 sıra birden gerilemişiz.**

Yine başka bir araştırmada dünyanın en iyi ülkeleri sıralaması yapılmış. 100 ülke arasında Finlandiya birinci iken biz 52. sırada yer almışız.. ***

Hadi bunları geçtim, başka bir araştırmaya göre ülkemiz kitap okuma alışkanlığında sınıfta öyle bir kalmış ki! Mesela yurdumuzda kitap, genel ihtiyaçlar içinde 235. sırada yer alıyormuş.. Kitap okumaya yılda sadece 6 saat ayırıyormuşuz! ****


İstatistiklerden içimiz kararıyor değil mi?
Peki o halde, haydi son yıllarda dünyaya verdiğimiz fotoğrafları bir düşünelim..

tuhafliklar

  • Uludere'de bombardıman, 34 kişi öldü!
  • Soma maden faciası, 301 kişi yaşamını daha geçen hafta yitirdi!
  • Geçen sene yaz boyu biber gazlı İstanbul görüntüleri sergiledik tüm dünyaya, hâlâ da devam ediyor biber gazı festivallerimiz(!)
  • Yolsuzluk ve rüşvet skandalları..
  • Hapse atılan gazeteciler, ordu mensupları..
  • İsşizlik rakamları..
  • Orman yangınları..
  • Trafik kazaları..
  • Çocuk tacizleri..
  • Aile içi şiddet, kadına şiddet..
........................
Daha da saymak istemiyorum, sinirlerim bozuluyor çünkü.. Güzel haberlerle anmak istiyorum oysa ülkemi; dünyaya güzel fotoğraflar verelim istiyorum. İnsanın nasıl bireysel başarı ile kendini motive etmeye ihtiyacı varsa, ükelerin de vatandaşlarının başarıları ile gurur duymaya ihtiyacı var.. Aksi takdirde başımız eğik olur, Yalan Dünya'daki pavyon şarkıcısı Tülay gibi “ezik miyim ben ya, ezik miyim ben?” diye söylenip dövünmekten başka bir şey gelmez elimizden..


kader nedir?
Başarı deyince akıllara futbol geliyor!

Uluslararasında göğsümüzü kabartan hangi olayı hatırlıyorsunuz?” diye sorsak mesela nasıl cevaplar alırız bir düşünün. Kimileri Galatasaray'ın aldığı UEFA kupasını söyler, 2002'de Türk Milli Futbol Takımının aldığı üçüncülüğü de söyleyen olacaktır. Böyle bir futbol yarışında yer alınca zaten yer yerinden oynadığı için futbolla hiç alakası olmayanlar bile bunları -maalesef- bilir. Her yerde canlı yayınlar olur, herkes bunu konuşur! Hadi belki küçük bir azınlık Eurovision şarkı yarışmasında Sertap Erener'in birinciliğini hatırlayacaktır diyerek futbolun dışına çıkalım...
Oysa Orhan Pamuk Nobel almıştır, Nuri Bilge Ceylan kaç kere Cannes Film festivalinde ödül almıştır, bu başarılar; çoğunluğun pek de aklına gelmez.

cannes


Cannes ödül törenini canlı yayınlamayan medya!

Avrupa'daki en önemli 3 film festivalinden biri olan, 1946 yılından bu yana düzenlenen Cannes Film Festivali'nin büyük ödülü Altın Palmiye'ye aday filmimiz var ve töreni hiçbir Türk televizyonu canlı yayınlamıyor!
En kıytırık futbol maçlarını bile anı anına takip eden medya, böylesi dev bir ödül törenini yok sayıyor.. Çünkü aynı anlarda başbakan, Almanya'da -açıklamadığı- cumhurbaşkanlığı adaylığı için örtülü propaganda konuşması yapmaktadır. Bütün haber kanalları oradan canlı yayın yaparlar, konuşma bitince de hararetli hararetli stüdyoda başbakanın ne dediğini yorumlarlar.. Oysa en prestijli sinema ödüllerinden birini yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan tam da o anda kazanmıştır, Tarantino'nın kıskanan bakışlarını yakalayan başka ülkelerin medyası iş başındadır.. Haber kanallarının en bilineni CNN'de Şirin Payzın, politika programında lütfedip bir parantez açar ve artık ayıp olmasın diye midir nedir iki saniye tebrik eder yönetmeni.. Oysa yayını kesip tam da o anda Cannes'e bağlanabilirlerdi 3-5 dakika!
 Bu da, medyamızın değişik bir penguen olma sendromudur. Ertesi gün ayılıp da bu konu hakkında 24 saat yayın yapsalar bile artık hükmü yoktur. O heyecanı canlı veremedikten sonra CNN, NTV, Habertürk .. vs kendilerine haber kanalı demeye bence utanmalıdırlar..

Bu konuyla ilgili çok güzel bir tweet vardı dün:

Nuri Bilge Ceylan, Cannes Ligi Altın Palmiye Kupası'nı kazanmış. (Böyle yayalım da belki spor haberlerinde gösterirler)

diyordu orantısız zeka uygulayan arkadaşlardan biri.. Ne acıklı bir durumdayız görüyorsunuz, ödül kazanmışız, yayınlayan yok!!

Medyanın bu yaklaşımı bile ülkemizin sanata ne kadar önem(!) verdiğinin bir göstergesidir. Ben, bu durumdan kendi adıma büyük bir utanç duyuyorum.

Farkındaysanız konumuz aslında Kış Uykusu filminin Altın Palmiye almasıydı, ama bir türlü konuya gelemedik bile.. Çünkü hayatımız o kadar film olmuş ki! Azınlık pembe dizi senaryosu yaşarken, büyük çoğunluğun ömrü traji-komedi filmlerinin ortasında geçiyor ne yazık ki..

Elitist” diye aşağılanır oldu bu ülkede okur-yazar-düşünür kesim..

Daha fazla sürdürürsem bu yazıyı, içinden çıkamayacağım biliyorum..

Ben naçizane diyorum ki “Teşekkür ederim sayın Nuri Bilge Ceylan. Sizin gibi sanatçılarımızla, bütün engellemelere rağmen gurur duyuyorum kendi adıma, iyi ki varsınız, sizlerle nefes alıyor ruhumuz..”



------------------------
İstatistik bilgi kaynakları:
**  http://www.gazeteciler.com/gundem/turkiye-basin-ozgurlugunde-kacinci-sirada-74116h.html

***http://www.haberortak.com/Haber/Aktuel/17082010/Turkiye-dunyanin-en-iyi-ulkeleri-listesinde-kacinci-sirada.php

****http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19860680.asp



24 Mayıs 2014 Cumartesi

Ücretsiz internet için LINE yükle!

Dünyanın önde gelen mobil platformu LINE, 50MB ücretsiz internet olanağı sağlayarak kullanıcılarının iletişim olanaklarını artırmalarına ve birbirleriyle dayanışmalarına katkıda bulunuyor.  Mesajlaşma, yüksek kalitede sesli ve görüntülü arama, sesli mesaj, fotoğraf ve lokasyon göndermeyi bir arada ve ücretsiz sunan LINE, kullanıcılarına 50 MB’lık interneti ücretsiz sunmakla kalmıyor, aynı zamanda  internet paketi kazananlara isterlerse bunu başkalarına hediye etme olanağı da yaratıyor.
Yalnızca LINE kullanıcılarına sunulan kampanyaya katılmak için çok basit ve eğlenceli bir yol bulunmuş:
Öncelikle telefonunuza LINE’ı indirmeniz gerekiyor: http://line.me/tr/download
1) Etkinlik haftası olan 26 Mayıs - 1 Haziran tarihleri arasında LINE arkadaşlarınıza en az 3 farklı günde mesaj, sticker ya da fotoğraf gönderin.
2) Mesaj gönderdiğiniz her gün için 1 puan kazanacaksınız.
3) 3 puanı topladığınızda, ücretsiz 50 MB internet sizin olacak!
Gerekli puana ulaştıktan sonra LINE Türkiye resmi hesabı tarafından iki hafta içerisinde bilgi mesajı alacaksınız. Mesajda belirtilen alana internet paketinin yüklenmesini istediğiniz telefon numarasını girmeniz yeterli. İnternet paketi giriş yaptığınız anda geçerli olacak ve 24 saat boyunca kullanılabilecek. Bilgi mesajının size ulaşabilmesi için LINE Türkiye resmi hesabını arkadaşınız olarak eklediğinize emin olun. Bunun için; LINE’ın ana menüsünde yer alan Diğer/Daha Fazlası > Resmi Hesaplar bölümünü kullanabilirsiniz.
50 MB’lık internet paketi, Turkcell abonesi numaralar tarafından kullanılabiliyor.  “Ama benim hattım Turkcell değil” diyorsanız üzülmeyin, bilgi mesajıyla birlikte gelen formu doldururken arkadaşlarınız ya da sevdiklerinizin numarasını girerek kazandığınız internet paketini onlara hediye edebilirsiniz.
Ücretsiz internet paketinize hemen sahip olmak için LINE yükleyin! http://line.me/tr/download
Bir boomads advertorial içeriğidir.

23 Mayıs 2014 Cuma

LINE ile sevdiklerinize ücretsiz internet hediye edin!


Dünyanın önde gelen mobil platformu LINE, 50MB ücretsiz internet olanağı sağlayarak kullanıcılarının iletişim olanaklarını artırmalarına ve birbirleriyle dayanışmalarına katkıda bulunuyor.  Mesajlaşma, yüksek kalitede sesli ve görüntülü arama, sesli mesaj, fotoğraf ve lokasyon göndermeyi bir arada ve ücretsiz sunan LINE, kullanıcılarına 50 MB’lık interneti ücretsiz sunmakla kalmıyor, aynı

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Acil "Dayıbaşı" aranıyor!

Sizi bilmem ama ben bu “dayıbaşı” kelimesini ilk kez duydum. Nasıl da feodal bir algı yaratıyor insanda duyunca:

                                   D A Y I B A Ş I !

İlk duyduğumda “kabadayıların başı, mahallenin bıçkın delikanlısı, asar keser abi, korkulan sahte yiğit” gibi eş sözcükler geçti beynimdeki konuşma balonundan.

İş hayatında böyle acayip bir kelime kullanılırsa kesin altından pis şeyler çıkar diye düşündüm..

Hele ki günümüz “business” dünyasında neredeyse her iş teriminin İngilizcesi kullanılırken “dayıbaşı” gibi “underground” tınılı bir kelime insanı şaşırtıyor ister istemez.

Hiç de yanılmamışım.

 Meğer gizli taşeron sistemiymiş bu dayıbaşılık!
dayibasi

Dayıbaşı bir çeşit işçi simsarı; aslında bu sistemde çalışana işçi denemeyeceği için bu dayıbaşılarına da“marababaşı” dersek daha anlamlı olacak.

Nedenini birazdan anlayacaksınız..

Bizim dayıbaşı, madene “ustabaşı” kadrosuyla giriyor. Düz işçiler 1200 lira alırken O'nun maaşı 1800 lira.  Asıl geliri bu değil elbette.. 
Kendisinden istenen mesela 30 kişilik kadroyu buluyor. Bu 30 kişinin sigortasını yapıyor maden işletmesi, hatta sendikaya da üye oluyorlar. Herşey yasal, herşey mükemmel görünüyor değil mi? Güya dayıbaşı sadece aracı..

Değil işte..

Dayıbaşı artık o işçilerin tek sorumlusu. İstediğinin yevmiyesini kestiriyor, istediği işçiyi işten attırıyor, sorumlu olduğu işçilere hakaret edebiliyor, hatta işçilere tokat bile attığı oluyor. Çünkü maden işletmesi işçiyle muhatap değil, bütün yetkiyi dayıbaşına vermiş..

Eğer sorumlu olduğu işçiler üretimi arttırırsa dayıbaşı prim alıyor! Aylık geliri 25000 lirayı bulan dayıbaşıları varmış, ben de basında okuduklarımın yalancısıyım. Dayıbaşı ne kadar kazanır konusu muğlak çünkü, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor..

Şimdi anladınız mı bu sistemde çalışan kişiye neden işçi değil de “maraba” dediğimi?

İşçiye yemek, su verilir; işçi insan muamelesi görür bazı işyerlerinde asgari düzeyde de olsa. Bu marabalara ne yemeği, ne suyu!
İşçi çalışırken tuvalet ihtiyacını kısıtlı da olsa giderebilir. Madende dayıbaşının emrinde çalışan marabalara 8 saat boyunca tuvalet bile yasak! Bir işçi kendi ağzıyla söyledi bunu...
Marabadan istenen şey daha fazla, daha daha fazla, en bi öz bi fazla kömür çıkarması..

 Ne kadar çok kömür çıkarsa o kadar çok prim var,
 Kime?
 Dayıbaşına..
 Başka kime, patrona!
Patron nerede?
Adresinde bulunamamış!
 İşçi nerede?
Madene gitti..
Maden nerede?
 Göçtü, yandı, kül oldu!!!

Huyumuz kurusun, kötülüklere kolayca adapte oluruz biz insanlar. Hele ki acılı, tevekkül bilinciyle yetişmiş, biraz da kaderci doğu coğrafyasında yaşıyorsak..

Mesela gazetelerde şöyle ilanlar görmeye de alışırız biz bu kafayla:

            ACELE DAYIBAŞLARI ARANIYOR!

Maden işletmemize dolgun maaş ve primle çalışmak üzere dayıbaşları aranıyor. İstediğimiz niteliklere uygunsanız hemen başvurun:
ñEn fazla ilkokul mezunu olmak. Diplomanız yoksa şansınız artacaktır.
ñÇevresinde sözünü dinleten, kendisinden korkulan bir kişilik olmak. (Referans olarak sıkça gittiğiniz kahvehanenin adresini mutlaka başvurunuzda belirtiniz)
ñCüsseli bir yapı, erkeksi bir görünüm tercih sebebidir. ( Gerekirse emrindeki işçileri fiziğiyle de korkutabilecek yapıda olanlara öncelik tanınacaktır)
ñPara hırsı ve yüksek ego sahibi değilseniz boşuna başvurmayınız.
ñGözükara, merhametsiz ve bencil kişilikler tercihimizdir.



Yorumu size bırakıyorum, kalın sağlıcakla..



 

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir Öneri: Germinal

Şu günlerde televizyona anlamaz şekilde bakıp 'neler oluyor ya' diyorsanız size bir önerim var. Çok sayın başbakanımızın şöyle biraz geçmişe giderek verdiği kıymetli örneklerle aynı dönemde geçen gerçekçi bir roman: Emile Zola'dan Germinal.

Germinal 1860'larda kuzey Fransa'da bir maden hasabasında geçer. Başkahramanları kasabaya yeni gelen genç Etienne ve kıdemli maden işçisi Mahue'dir. İşçiler fakirliği de aşan bir yokluk, zulüm ve çaresizlik içinde yaşamaktadır. Sosyalist düşüncenin de yayımasıyla bir grev patlak verir. Gerisini heyecanı kaçmasın diye anlatmıyorum ama birkaç ipucu verebilirim: Jandarma kurşunu, ölüm, cesaret, sabotaj. 13 Mayıs'ta Soma'da can vermiş işçilerin neler yaşadığını hayal dahi edemiyorsanız bu eserdeki maden faciası ve mahsur kalanların yavaş ve acılı sonları size bir fikir verebilir.

Zola'nın en iyi romanı olarak gösterilen bu kitabı önermemin en önemli nedeni gerçekçi olması. Hatta geçrek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış olması. Maden işçisinin hayatına tercüman olmasa Zola'nın 1902 yılındaki cenazesine maden işçileri de katılıp 'Germinal! Germinal!' diye bağırmazdı herhalde. Önerimin ikinci nedeniyse aslında ilkiyle yakın ilişkili. Biraz günümüze geliyorum; bence burada anlatılanlar hala geçerli. O yokluk, çaresizlik, kölelik, ezilmişlik hala aynı. Arada farklar da yok değil, artık kadınlar madene inemiyor, artık protestolar gerçek kurşunla değil, biber gazı ve tazyikli suyla dağıtılıyor. İsyan etmekse artık ayıp, tek yapılması gereken şey milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde provakatörlerin oyununa gelmemek ve bol bol dua etmek.


Kitabı okurken gerçeklerin acılığından içiniz daralıp bırakmak isteyebilirsiniz. Birileri bunu bir ömür yaşıyorsa ben de okuyabilmeliyim diye düşünün ve bırakmayın lütfen. Yok ben katiyen 600 sayfa okuyamam diyorsanız, 1993 yapımı Claude Berri yönetmenliğindeki filmi de izleyebilirsiniz. Uzun ve iyi filmdir. Sonra televizyonu tekrar açıp fıtrattan bahsedenleri tekrar izlersiniz, izleyebilirseniz.

Bu arada Germinal Fransızca filizlenme, filizlenme zamanı demekmiş. Kitabı okuyanlar veya filmi izleyenlerde kitabın adını ve sonunu ayrıca yorumlarda tartışalım.



Kitabı İngilizce okumak için BURADAN.

16 Mayıs 2014 Cuma

Türkiye'de işçi olmak ve #Soma

Soma'da yaşanan dramlara, olayın duygusal boyutuna hiç girmek istemiyorum. Hem yüreğim dayanmıyor, hem de zaten televizyonlarda yeterince gördük insanın içini yakan manzaraları. Ben bu yazımda mühendis kimliğimle iş güvenliği, işçilerin çalışma koşulları konusuna değinmek, azıcık bu konuda içimi dökmek istiyorum. 

 Burası örnek olarak gösterilen bir işletmedir. İşçi güvenliği için yatırım yapıldıkça işçilerin verimliliklerinin de arttığına şahit oluyoruz” demiş enerji bakanı olaydan birkaç ay önce. Utanmasa işverene madalya takacak neredeyse, o kadar övmüş yani.. Yahu sen denetleme mekanizmasını temsil ediyorsun, senin için para karşılığı çalışan bir işletmeyi niye övüyorsun ki, koysana arana mesafe.. Yook olur mu, işverene şirin gözükmek devletin bir numaralı amacı haline geldi çünkü.. Ülkede devket malı neredeyse kalmadığı için devlet de onlara muhtaç.. Vay ki ne vay!

Yapılan denetlemelerden geçer not almış bu maden, eksik tespit edilmemiş” diyor çalışma ve sosyal güvenlik bakanı.. Çok güzel “bakan” insanlar bunlar, bakma koltuğunu da bu nedenle işgal ediyorlar.
Diğer taraftan işini kaybetme riskini göze alan işçi dayanamayıp konuşuyor, arkadaşları gözünün önünde yaşamını yitirmiş çünkü..
Müfettiş gelmeden on gün önce haberi gelir madene. Her yer boyanır, temizlenir, işçilerin yemek yiyeceği yerler düzenlenir. Sonra müfettişler gelir, işverenle mangala giderler. Bir kadın müfettiş vardı, o çok iyi denetlemişti ama bir daha o kadını göndermediler”

Şimdi birbirinden taban tabana zıt olan bu iki ifadeden hangisine inanacaksınız? Tam da bu noktada yıllarca fabrikalarda çalışmış mühendis kimliğimle işçilere inandığımı söylemek istiyorum. Neden mi anlatayım..

Tekstil sektörünün konfeksiyon ayağında çalıştım yıllarca. İki çeşit denetleme olurdu fabrikalarda, birincisi müşteri denetlemesi, ikincisi de SGK görevlilerinin denetlemesi. Her zaman için SGK denetlemesi çok daha kolay geçerdi. Çünkü nasıl oluyorsa artık, aynen o maden işçisinin söylediği gibi denetleme olacağı bilgisi bazen günler öncesinden, bazen aynı gün ama saatler öncesinden mutlaka gelirdi fabrikaya. Gerekli düzenlemeler yapılır, sigortasız işçiler karşıdaki pastahaneye gönderilir, yani yok sayılırdı. Hani bakan diyor ya, “kayıtlara baktırdım, 15 yaşında işçi yok bu madende” diye. Olmaz tabii ki sayın bakan, çünkü onlar zaten kayıt dışı, yani bir yerde yazılı çizili adları geçmiyor ki! Bunu iş dünyasındaki herkes biliyor da bir siz mi bilmiyorsunuz? Siz sadece asgari ücretliden keseceğiniz vergiye bakarsınız, işletmelerdeki kayıt dışı olayını adam gibi denetleyebilseniz zaten SGK'nın kasası dolacak..

Müşteri denetlemesi dediğim şey ise, yurt dışı müşterisinin denetlemesi. Adamlar ani baskın yaparlardı. Bir tane çocuk işçi çalıştığını tespit ederlerse binlerce dolarlık sipariş o anda iptal olurdu. Kesimhanede hızar kullanan işçilerin çelik eldiven takmadığını görürlerse
çok ciddi uyarı yapıp siparişleri geri çekmekle tehdit ederlerdi. Oysa ki kesimhane işçisi çoğunlukla “bu eldiven yüzünden rahat kesim yapamıyorum” der ve denetleme bitince eldiveni atardı bir köşeye.. İşveren de hızı kesen bir eldivende ısrar etmezdi elbette, aslolan verimlilikti çünkü..  Müşteri gidince eldivenler de rafa kalkardı.. Bu yüzden kiminin parmağı kopar, kimi ise parmağındaki dikişleri sanki kahramanlık yapmışçasına gösteririrdi. Cem Yılmaz'a hayranım ben, iki kelimeyle o kadar güzel özetledi ki yurdumun hallerini, evet ne demişti: EĞİTİM ŞART!

Müşteri denetlemesi yapılacağı zamanlarda sıkı disipline gelemeyen okumuş etmiş sözüm ona yöneticiler “Allah'ın gavuru gelmiş bizi denetliyor, aşağılıyorlar bunlar bizi. Yok fabrikada doktor var mı, yok yemeğin kalorisi kaç, yok tuvalet kağıdı var mı? Onlara ne ki?” şeklinde söylenirken nedense milli duyguları kabarıp gurur yapıyorlardı. Kardeşim adam sana güvenmiyor işte, markasının üretildiği fabrikada işçilere insan gibi muamele yapılmasını istiyor, hem haksız mı? İşçinin tuvaletine pahalı diye tuvalet kağıdı koydurtmayan işletme müdürü değil mi? İşçileri gece yarılarına kadar mesaiye bırakıp masraf olmasın diye ekmek arası domates hazırlatan imalat müdürü değil mi? Doktor her gün değil haftada birgün gelsin diyen personel müdürü değil mi? Bazen işverenleri suçlamıyorum, yanlarında çalışanlar kraldan çok kralcı geçinirler çünkü!


Benim bahsettiğim, risk puanı oldukça düşük olan konfeksiyon sektörü, siz bir de maden ortamını düşünün. İşçi anlatıyor, madene girdikten sonra 45 dakika yürüyüp öyle ulaşıyorlarmış kazdıkları yere. Düşünün, bir kaza anında 45 dakika zaten yürüme mesafesi var, kendilerine verilen koruyucu hava maskesinin süresi de 45 dakika! El insaf, el merhamet; çıkışa yakın değilsen zaten maskenin süresi yetmeyecek, sonra da buna “kader” diyecek birileri..
Bir başka işçi anlatıyor, yer altında kepçe çalıştırmak normalde yasak diyor, ama bu madende kepçe de çalıştırılıyormuş. Zehirli gazlar yetmiyormuş gibi bir de kepçenin egzoz dumanını soluyoruz diyor işçi... Pardon işveren elbette biran önce daha çok kömür çıksın isteyecek, egzoz dumanını mı takacak!

Devletin maden işletmelerini birer birer özelleştirdiler, neymiş efendim verimlilik düşükmüş, devlet zarar ediyormuş. Pardon denetleme mekanizmasını çalıştırmaktan aciz mi bu devlet? Bakanın kolundaki yediyüzbin liralık saatin hesabı sorulmazsa elbette ki rüşvet yiyen müfettişin de hesabı sorulmaz. Balık baştan kokar hesabı.. Öyle iğrenç bir hale gelmiş ki devlet mekanızması, söyleyecek laf yok.. “Devletin malı deniz, yemeyen domuz”lafı ne zamandan beri söyleniyor bileniniz var mı? Böyle bir atasözü olan ülkeden ne beklenir ki zaten?

Devlet çökmüş, biz hala maden niye çöktü diye soruşturmaya çalışıyoruz..

Eğitim şart” demiştik ya, soruyor gazeteci bir madenciye, “işe girdikten sonra ne kadar süre eğitim alıyor bir işçi?” İşçi cevap veriyor : “İki saat!
Bir araştırma yaptım, yasa Ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, işe alınmadan önce, mesleki eğitime tabi tutulmaları zorunludur.diyor. Madenci eğitimi ise haftada 3 saatten en az 20 gün verilmek zorundaymış. Elbette eğitim süresince işçinin yevmiyesi verilecek.. Pardon, işvereni “RÖDÖVANS” denilen sistemle çalıştırıyor devlet. Kulağa hoş geldiğine bakmayın bu sözcüğün; özetle şu demek rödövans.

Diyor ki maden işvereni devlete “Senin 140 dolara yaptığın işi ben 20 dolara yaparım, sana da 30 dolara satarım, ama sen işime karışma!” Devlet de diyor ki, “Peki, ben de senin çıkardığın bütün kömürü aynı sabit fiyattan satın alırım, tek müşterin benim”
İşte budur rödövans, yani alan razı veren razı olayı, arada olan işçiye oluyor elbette.. “Soma'da maliyetleri 7'de 1'e indirdim, bütün dünya bana hayran” demiş geçenlerde patron.. Yahu bir madende maliyet nasıl bu kadar düşer? Madendeki gider kalemleri ne olabilir ki? En büyük gider işçilik! Sen işçinin güvenlik malzemesinden kısarsan, eğitim giderlerinden kısarsan, işçiyi 45 dakika yürütürsen karanlık dehlizlerde, asgari ücrete çalıştırırsan, maliyetin elbette düşer!

Bir de şu imzalamadığımız meşhur ILO (Uluslar arası çalışma örgütü) sözleşmesi var. Dünyada 28 ülke imzalamış, biz imzalamamakta direniyoruz nedense! İşimize gelince Avrupalıyız, işimize gelmeyince üçüncü dünya ülkesi olmaya hiçbir itirazımız olmuyor. Dünyada işçi  ölümlerinde ikinci sıradaymışız, kimin umurunda?

Bu sözleşmeye göre yerin altındaki işçilerin isimleri ve konumları yer üstünde anlık olarak bilinecek ve bunun için sistem kurulacak, maden ortamı güvenli ve sağlıklı olacak, yer üstüne iki farklı çıkış noktası olacak, çalışma ortamı sürekli denetlenecek, yeterli havalandırma yapılacak, yangın önlemleri alınacak, tehdit olduğunda operasyonun durdurulup işçilerin güvenli bir noktaya tahliyesi garantiye alınacak, işverenin acil müdahale planı olacak, işçi eğitimleri sürekli kılınacak, kaza sonrasındaki sağlık ve kurtarma etkinliklerinden işveren sorumlu olacak, hükümetler etkin denetimlerden ve kazaların detaylı soruşturulmasından sorumlu olacak, “Rescue Chamber” yani kaçış odaları olacak. Bu odalar sadece Pakistan, Afganistan ve Türkiye'deki madenlerde zorunlu değil şu anda!

Deveye sormuşlar neren eğri, nerem doğru ki demiş.. "Bu yasayı niye imzalamıyorsun ey devlet, çekincen niye?" diye  sorası geliyor insanın cevabı her ne kadar bilse de! 

Neresinden tutsak elimizde kalıyor. Şu İş Güvenliği uzmanı meselesi var bir de.. Hani diyorlar ya kanun çıktı, artık işletmelerde iş güvenliği uzmanı olmak zorunda..
Maaşını patrondan alan iş güvenliği uzmanı olsa ne olur, olmasa ne olur? Kargalar gülüyor yapılanlara.. Bir mühendis iş güvenliğinden sorumlu diye işe alınacak, güya patronu adam edecek öyle mi? Hem de yeni yasayla oluşan kazalarda birinci derecede sorumluluk bu mühendisin olacak, gerektiğinde patronun reddettiği önlemler alınmadığı için hapse de o girecek!
Son zamanlarda o kadar çok işsiz mühendis iş güvenliği uzmanı olmak için kursa gidiyor ki! Çünkü iş yok.. Patron onlara “Bak bu işlere fazla burnunu sokma, her şey normal diye at imzanı otur, yoksa seni işten atarım” diyecek, onlar da kelle koltukta denetleme yapacaklar öyle mi? Yine bir Türkiye klasiği bu, yani dostlar alışverişte görsün mantığı..



Sendikalar var bir de sahi.. İşveren, maden sendikasının yönetiminde zaten söz sahibi olmuş, hangi sendikadan bahsedelim? Türkiye'de işçi haklarını düşünen sendika kaldı mı ki? Zam zamanı görev yapmış olmak için ortaya çıkarlar, patronla anlaşırlar, görevleri tamamlanır. Bir de her sene Taksim'de yürüyüş yapmak için sesleri çıkar.. İşçi hayatıymış, güvenliğiymiş, işçilerin insanca yaşaması mıymış? Hangi sendikanın sesini duyuyorsunuz bu konularda, ben şahsen hiç duymuyorum. Sendikalar da bu ülkedeki kokuşmuş diğer kurumlardan farksız benim gözümde, hiçbirini samimi bulmuyorum kusura bakmasınlar, 1 mayısta da "temaşa" için ortaya çıkmasınlar bence! 

Fıtrat lafı geçiyor son zamanlarda basında. Doğuştan gelen özellik, yaradılış özelliği demekmiş kelime anlamı, ben de yeni öğrendim.
Diyorum ki bu ülkenin işçilerinin fıtratında yok bu muameleler, birileri öyle uygun görüyor diye dayatılıyor..
İyi de nereye kadar???




14 Mayıs 2014 Çarşamba

Yukarıda - Aşağıda

kaynak: t24.com

Yukarıda



Madenin girişinde bir merdiven var. Ara ara sedyeler çıkıyor yukarı. Üstleri örtülü. Bir adam orada bekliyor. Açıp sedyedekinin yüzüne bakıyor. Sonra örtüyor, taşıyanlar devam ediyor. Adam bir sonraki sedyeyi bekliyor. Madenciliğin doğasından bahsedenler 30 saat değil 1 saat beklesin o merdivenin başında. Sonra fıtrattan bahsetsin.


Aşağıda



Bir an karanlık, toz duman bir yerde hapsolduğumu hayal ediyorum. Yanımdaki 4-5 arkadaşımın yavaş yavaş öldüğünü, maskelerin tükendiği yerde oksijen için yere yattığımı, oksijeni tüketmemek için konuşmadığımı, dokunarak yokladığım arkadaşımın artık bana tepki vermediğini, yerin derinliklerinin sesinden başka ses duymadığımı, maskeme ekmeğime sarılıp saatlerce ölümümü beklediğimi görüyorum. Dışardakiler benim nerede olduğumu, içerde olup olmadığımı bile bilmiyor. İşte kaç kişini can çekiştiğini bile bilmeyen maden işletmesini öve öve bitiremeyenler on beş yıl değil on beş gün bu korkuyla yaşayıp öyle son moda iş güvenliği kanunundan bahsetsin.



Çok üzgünüm, çok kızgınım.




5 Mayıs 2014 Pazartesi

Richard House'un Favori Beş Kitabı


Richard House'un adını büyük ihtimalle duymamışsınızdır. Oysa House yazar, sanatçı, film yapımcısı, akademisyen… Dört karanlık macera romanın yazarı olan House bu sene The Kills romanıyla İngilizce yazının en saygın ödüllerinden Man Booker Ödülü'nünün uzun listesine de girdi. Halen hocalık yaptığı Birmigham Üniversitesi'nin Old Joe dergisine göre House'un en sevdiği romanlar listesi ise aşağıdaki gibi: 

"En Sevdiğim Kitaplar

“Bu beş yazarın büyük hayranıyım. Üslupları özgün, baştan çıkarıcı, ve üstün; dünya hakkında yazarken ise mizah, dehşet ve hepsinden iyisi insanlık sergiliyorlar. 

Libra, Don DeLilo 

Birinci sırada ve en önde Don DeLillo gelmeli. Bu kitap bal gibi (eğer daha ağır bir şey isterseniz, Underworld'ü seçin). Kennedy süikastinden bu yana 50 yıl geçti ve işte paranoya ve acıyla zekice oynayan roman işte burada.

We Tell Ourselves Stories in Order to Live, Joan Didion

Joan Didion herkes için zorunlu okuma listesinde olmalı. Burada korkutucu bir açık yüreklilik ve dürüstlük var, başlık bile tek başına eserin havasını ortaya kokuyor. Bu usta işi: Dil nasıl böyle söylevsel özlülükle kullanılabilir ve yine de kalbinizde bir delik açma gücüne sahip olabilir?

No Lease on Life, Lynne Tillman

Lynne Tillman dünyanın en iyi saklanmış yazın sırlarından biri. No Lease on Life Joyce'un Ulysses (bir adam, bir gün, bir şehir) için duyduğu kibirli gururla oynuyor ve bir sonraki takvim günü başlıyor. Karakteri Elizabeth, New York'ta bir tam gün boyunca aşk ve hüsran ile pazarlık ediyor. Şehre gelen her ziyaretçiye girişinda bu kitap verilmeli. Aslında pek bir şey olmuyor yine de bunu fark etmeyeceksiniz.

2666, Roberto Bolano

Bolano, bir grup akademisyenin yaramaz davranışları, birbirlerine aşık olup birbirlerinden ve konularından soğumalarıyla başlayan kaybetmenin öz bir tarihini sunuyor. Roman ustalıklı, iç karartıcı ve şiddetle delik deşik (dikkat edin).

The Danzşg Triology*, Gunter Grass (Danzig Üçlemesi)

Gunter Grass'ın Teneke Trampet'ini de içeren Danzig Üçlemesindeki bu romanlar, Bolano gibi, kişisel ve siyasi tarihi haritalandıran tekil projeler. "


*Danzig Üçlemesi Teneke Trampet (1959), Kedi ve Fare (1961) ve Köpek Yılları (1963) adlı kitaplardan oluşur. Yazarın doğduğu şehir olan Danzig'in Polonya'ya katılmasıyla sonuçlanan savaş dönemini konu alır.


Sunum & Çeviri: BA
Kaynak: Old Joe The University of Birmingham's Alumni Magazine, Bahar 2014, sy. 11.


4 Mayıs 2014 Pazar

Google Glass Türkiye'de Satışa Çıktı


Giyilebilir teknolojinin öncülerinden olan Google Glass Amerika'dan sonra şimdi de Türkiye'de satışa sunuldu.





Sahibinden.com aracılığıyla satışa sunulan Glass'ın fiyatı ise dudak uçuklatan cinsten. En düşük satış rakamı olarak 4 bin 400 TL fiyat biçilen teknoloji harikası Glass bu rakamla ne kadar talep görür merak konusu olmuş durumda.






Dağıtıcı firma ile satışı gerçekleştiğinde daha