30 Eylül 2015 Çarşamba

Öylece bakakalıyorum...


Mesela Seul'de sudaki bakterileri bile koklayabilen biyoelektronik burun geliştirmiş bilim insanları.

NASA, Mars'ta sıvı halde su bulunduğunu açıkladı geçenlerde. Herkes – biz hariç - “Mars'ta bitki yetiştirilebilir mi, bundan sonra ne olacak?” gibi konuları tartışıyor heyecanla!

3D yazıcılarla yedek organ üretme aşamasına çoktan geldi - dünyanın bizim dışımızda kalan tarafında- kimi mucitler!

Sadece ben değil, hepimiz bakaklıyoruz bence bu gidişata...

Mesela bir soru size; bizim ülkemizde en son ne icat edilmişti, anımsayan var mı?

Tabii ki anımsamazsınız, çünkü bizde yeni birşey deneyen insanın gözünün içine bakılarak parmak sallanır ve “Yeni yeni icatlar yaratma başımıza!” diye kızılır değil mi!

Politikacılar seçim vaadi olarak hâlâ“yerli otomobilimizi üreteceğiz!” şeklinde vaatlerde bulunuyorlar, ben cidden bakakalıyorum...

Öylece bakakalıyorum işte, ne yapabilirim ki başka...




Cahil cühela bir hayatın içinde oradan oraya sürükleniyoruz. Genç kızlarımızın favori ilgi alanları arasında “benim stilim seninkini döver, ben senden daha fitim, kim kiminle nerede nasıl”gibi konular ön plandayken, genç erkeklerimizin çoğunun ilgi alanı ise maaesef aynı babalarının tercihleri gibi “meşin yuvarlak” tan pek de öteye geçemiyor.

E-kitap çıktı çıkmasına ama bizim ülkemizde pek işe yaramadı. Kağıttan kitabı okumayan bir toplum E-kitaba nasıl geçsin, yani daha bu işin A'sı var, B'si var, değil mi ama!

Öylece bakakalıyorum, cidden beynim hata mesajı yayınlıyor bolca...

Diyorum ki kendi kendime, bütün suçlu yaşadığımız coğrafya mı? Mesela İsveç'te doğsaydık, Norveç'te ya da İsviçre'de, Hollanda'da, İngiltere'de... Yani daha batıda doğsaydık nasıl bir hayatımız olurdu? Üç tarafı denizlerle çevrili bu şahane toprakların güzelliği yetmiyor demek ki güzel bir hayat sürmemize, birşeyler eksik, hem de öyle eksik ki...

Bakıp duruyorum, öyle boş boş, öyle anlamsız...

Birileri düğmeye basıyor, savaş çıkıyor; o düğmeye basanlar bu arada ceplerini doldurup yerlerini sağlamlaştırıyor. Sonra düğmeye basmayı bırakıyorlar, azıcık barış yeşeriyor. Bu durum işlerine gelmiyor, tekrar düğmeye basıyorlar, yine savaş çıkıyor! Kimi zaman Afganistan'da, kimi zaman İran'da, kimi zaman Suriye'de, kimi zaman Lübnan'da, kimi zaman da Türkiye'de... Siz hiç İsviçre'de, Hollanda'da, İngiltere'de, Norveç'te, Kanada'da savaş çıktığını duydunuz mu? Yakın tarihte böyle bir örnek var mı? Onların terör dediği şey, kırk yılda bir cinnet geçiren bir adamın sağa sola ateş etmesi! Onlarda yaşanan gerçek anlamda terör olayı olmuşsa da, çoğunda olayın faili dünyanın doğusundan gelmiştir zaten, yalan mı!

Bakakalmakta haksız mıyım?

Dün akşam, Ahmet Hakan'ı programdan çıkınca dövmüşler!

Şimdi bu olay İngiltere'de olsaydı, İsviçre'de olsaydı, İsveç'te olsaydı, Danimarka'da olsaydı diye düşünemiyorum bile. Olmazdı ki, adamlar kendisi gibi düşünmeyenlere tahammül gösterebiliyor çünkü, demokrasinin anlamı da bu değil mi?

Girmeyeceğim o derin mevzulara; zaten son yıllarda siyasi zehirlenmeye uğradık hepimiz; herkes birşeyler söylüyor, yorulduk, şiştik!

Ben sadece bakıp duruyorum, duygusuzca bakıyorum, öylesine...

Bu gidiş değişecek elbette, itiraf edeyim içimdeki umutlar bitmedi!


Sadece bakıyorum ve bekliyorum...

23 Eylül 2015 Çarşamba

GERÇEĞİN YÜZÜ - 1

Gerçekten çok büyük bir sahneydi. Perde neredeydi, açıkçası ben göremedim. Oysa bordo veya mor renkte kadifeden perdenin yavaş yavaş açılmasını bile hayal etmiştim. Hatta üste doğru mu açılmalı, yoksa yanlara doğru mu açılmalıyı test de etmiştim düşümün güçlü dünyasında..  Ama, sanırım biraz hayal kırıklığı olacaktı benim için. Zira perde merde yoktu bu sahnede...

Neyse, oyuncular teker teker sahneye gelmeye başladılar. Önce bir adam girdi. Simsiyah takım elbisesi tam da üzerine uygundu, belli ki özel olarak dikilmişti. Beyaz gömleği ve yeşil kravatı vardı. Kravatı ipekliydi, anlarım ben; aynı renkten mendille süslemişlerdi ceketinin üst cebini. Herşey normal gibiydi ama bir tuhaflık vardı yine de. Önce algılayamadım, sonra birden farkına vardım; adamın yüzü yoktu ki!

Hayır maske falan takmamıştı, adam bildiğiniz yüzsüzdü! Nasıl anlatabilirim ki size bu durumu, daha önce hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım! Binbir türlü maske gördüm; ne bileyim hırsız maskesi, balo maskesi, gülen surat maskesi, süper kahraman maskesi, palyaço maskesi... Ama hiç böyle bir maske görmemiştim. Hem nasıl bu kadar gerçekçi olabilirdi ki! Zira ikinci sırada oturuyordum, sahneye çok yakındım, ve gerçekten de şok geçiriyordum sanırım. Çünkü adam sahiden de yüzsüzdü!


Seyircilerin bir kısmı durumu anladı benim gibi. Önce büyük bir sessizlik oldu salonda, sonra ufak ufak fısıldaşmalar başladı. Yanımdakileri duydum:

       - Metin, gördün mü, adamın yüzü yok!
       - Of saçmalama Birgül ya, hiç öyle şey olur mu!
       - İyi de sen hiç böyle maske gördün mü?
       - Makyajdır o, plastik makyaj; sus da oyunu izleyelim!
       - Bir kere de bana inansan ya Metin!

Arkadan da benzer konuşmalar geliyordu. Birisi “adamın gerçekten yüzü yok!” diyordu, öbürü de “saçmalama, amma hayalcisin!”gibi bir azarla karşısındakini susturuyordu. Derken derken salonda acayip bir uğultu oldu. Bu arada sahnedeki adam çok yüksek bir sesle aniden bağırdı:

      - KESİN SESİNİZİ!!!

Biz, yani seyirciler birden afalladık! İçimizden bazıları “ne kadar da interaktif oyun, iyi ki gelmişiz!” memnuniyetini yaşıyordu muhtemelen; ama ne yalan söyleyeyim, ben onlardan değildim. İçim ürperdi, neye uğradığımı şaşırdım. “Bu bir oyun, evet bu sadece bir oyun!” diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Buz gibi bir rüzgar esmişti salonda, bütün gözler yüzsüz adamın üzerindeydi. Elleri göğsünde çapraz bağlanmış, yüksek sahneden bize bakıyordu. Birden konuşmaya devam etti:

    - Siz kendinizi ne sanıyorsunuz, buraya sadece beni izlemeye ve talimatlarımı yerine getirmeye geldiniz! Oyun boyunca salonda çıt çıkarsa, gerisini siz düşünün! Daha doğrusu olacakları hayal bile edemezsiniz!

Yine afalladık bütün izleyiciler olarak, gerilimin dozu iyice artıyordu. Arkalardan davudi bir ses yükseldi:

     -Ben para verip bilet aldım, geldim oyun izleyip hoşça vakit geçireyim diye. Sen ne diyorsun orada yüzsüz adam! Verin paramı geriye, izlemiyorum sizin oyununuzu!

Yüzsüz adam sahnenin sağına doğru bir el işareti yaptı, oradan iki tane koruma görevlisi çıktı. Gözlerinde siyah gözlükler, ellerinde telsiz, ceplerinde silahlarla koşarak  adamın yanına gittiler, koluna girdiler. Davudi sesli adamı yaka paça salondan çıkarmaya çalıştılar. Adam direniyordu:

     - Bırakın ulan beni, siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Zindan ederim size dünyayı, ne yapıyorsunuz, bırakın ulan kolumu!



Biz seyirciler neye uğradığımızı şaşırmıştık. Zira içimizden bazıları muhtemelen hâlâ “Ne kadar interaktif bir oyun, aksiyon da var, iyi ki gelmişim!”diye düşünüyor olabilirdi, ama dedim ya ben öyle düşünmüyordum. Çünkü adamın yüzü gerçekten de yoktu! Davudi sesli adamı yaka paça dışarıya çıkardılar. 100 kişilik salonda sadece 1 sandalye boşalmıştı. Ne önemi vardı ki bunun, belki o davudi sesli adam da oyuncuydu, kesin öyleydi...

Sahnedeki yüzsüz adam ayakta dikilmeye devam ediyordu. Derken sahneye başka bir adam daha geldi. Bu adam, ilk yüzsüz adam gibi siyah değil lacivert bir takım elbise giymişti, kravatı kırmızıydı, ceket cebinde mendil de yoktu. Bu adamın da hemen suratına baktım. Yüzü olmadığı gibi, kafasında da bir delik vardı. Bu deliğin içinden bağırsak gibi bir şey sarkıyordu. Gözlerimi ovuşturup bir daha baktım, evet bildiğimiz bağırsaktı sarkan!  Özür dilerim durumu idrak edebilmeniz için söylemek zorundayım, midenizi bulandırmak istemem ama o bağırsakların içi olması gereken dolgu malzemesiyle doluydu. Gördüm çünkü, akan damlaları da gördüm... Adamın yüzü olmadığı gibi bence beyni de maalesef (.)ok doluydu! 

 Off nasıl bir oyuna gelmiştim böyle! Aksiyonu severim bir yere kadar ama gerilimi asla! Çıksam gitsem mi diye düşündüm. Açıkçası cesaret edemedim. Zira ya o davudi sesli adam oyuncu değilse!

Yapılacak en iyi şey,  yüzsüz kafasının içinden bağırsaklar sarkan adamla  sadece yüzsüz adamın neler yapacağını biraz daha bekleyip görmekti. Zaten başka çarem mi vardı?

Tam bu sırada bir ses geldi yan taraftan. Evet davudi sesli adamın sesiydi bu, adam bağırıyordu, işkence edilen bir adam sesiyle bağırıyordu hem de! Bu arada sahnedeki birinci yüzsüz adamla ikinci yüzsüz ve kafatasından bağırsak sarkan adam pis pis, hani derler ya bıyık altından gülüyorlardı. Yanımdakine baktım, öbür yanımdakine baktım, arkama döndüm hafifçe, kimsede bir tepki yoktu. Adeta hipnotize olmuş gibi herkes sahneye kilitlenmiş öylece bakıyordu. Tam da ne yapacağımı şaşırmışken arkadan tiz bir kadın sesi yükseldi:

         -  Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz, yan taraftan adamın çığlıkları yükseliyor, bu ne biçim bir oyun!

Yüzsüz adam sırıtarak alaylı bir sesle kadına yanıt verdi:

     - Ne o beğenemedin mi? Sen ne bekliyordun, müzikli bir kumpanya mı?

Kadın yanıtladı:

       -Ne biçim konuşuyorsun sen be, azıcık saygılı olsana yüzsüz adam!

Yüzsüz adam tahmin edeceğiniz gibi yine korumalarına bir el kol hareketi yaptı, sağdan koşuşturan gözlüklü, siyah takım elbiseli, ellerinde telsizler ve ceplerinden sarkan silahlarıyla korumalar aynı davudi sesli adama yaptıkları gibi bu kez de tiz sesli kadını yaka paça dışarıya çıkardılar. Salondaki boş sandalye sayısı sadece ikiydi, bundan ne çıkardı ki!


.......




14 Eylül 2015 Pazartesi

DOĞA VE ÇOCUKLAR İÇİN KOŞUYORUZ. HAYDİ, KOŞARAK AĞAÇ KARDEŞLİĞİ'NE DESTEK OLMAYA!


Bu günlerde "Adım Adım Oluşumu" adını çok sık duyuyoruz ama duymayanlar için bu anlamlı oluşumu anlatalım. Adım Adım, Mart 2008’de, yardımseverlik koşusunu Türkiye’de tanıtmak ve yaygınlaştırmak için kurulan ilk sivil toplum oluşumu. 6 bin gönüllü koşucusu ve 66 bin bağışçısı aracılığıyla bünyesinde yer alan Sivil Toplum Kuruşları'na maddi kaynak ve tanıtım desteği sağlıyor.

Tema için #agackardesligi

Peki nasıl oluyor? Çok kolay. 15 Kasım’da İstanbul Maratonu yapılacak ya, eğer siz de koşmaya karar verdiyseniz, yalnızca koşmak yerine Adım Adım Oluşumu içinde yer alarak koşunuzu bir STK’nın yararına yapabilirsiniz. Örneğin, TEMA Vakfı bu yıl Adım Adım Oluşumu içinde "Ağaç Kardeşliği" projesine destek sağlamak amacı ile yer alacak.
Siz koştukça ve sizin adınıza yapılacak bağışlarla neler oluyor neler:
#agackardesligi
• Türkiye’nin 7 bölgesinden çocuklar, yıl boyunca bu özel doğa eğitim programına katılacak
• Boynuna asabileceği şekilde tasarlanmış bir gözlem kutusunun merceğinden doğal varlıkları yakından inceleyecek.
• Kendi saksısına, kendi tohumunu ekip bir fidanın yetişmesine tanıklık edecek.
• Fidanı yetişirken gözlem defterine duygularını, düşüncelerini not edecek.

• Zamanı gelince y
etiştirdiği fidanı toprakla buluşturacak.
• Tüm bu süre boyunca TEMA Vakfı’ndan gönüllüler onu ziyaret edecek, sorularını yanıtlayacak.
Eğitim alan her çocuk için Çanakkale’de bir fidan dikilerek 4.000 4000 fidanlık bir Hatıra Ormanı oluşturulacak. Çanakkale’de fidanlar dikile dursun, 7 ildeki 4000 çocuk bir yandan da "yaparak ve yaşayarak" doğa eğitimi alacaklar. Bu eğitimin bir parçası olarak kendilerine dağıtılan saksılara Çanakkale’deki 4.000 fidanın kardeşi olan ağaçları yetiştirmek için tohum ekip filiz vermesini ve bir fidanını yetişmesini gözlemleyecekler.
Çocuk, saksıda yetiştirdiği fidan, ormandaki fidan, onun için koşanlar ve onların bağışçıları; herkes ağaç kardeşi olacak.

#agackardesligi için koşuyoruz!

TEMA Vakfı'nın hedefi 4000 çocuğa bu eğitimi verebilmek ve 8000 fidan dikebilmek. Çocuklar da Ağaç Kardeşliği projesi ile TEMA Vakfı uzmanları tarafından tasarlanmış, doğayı deneyimlemeye ve gözlemlemeye dayanan bir eğitim alacak. 

Sizleri böylesi güzel bir projeden haberdar etmek bizden koşması sizden.

http://www.adimadim.org/uyelik/Uyelik.aspxlinkinden üye olarak bu projeye dahil olabilir ve TEMA Vakfı'nın Ağaç Kardeşliği adına koşarak ya da koşuculara bağış yaparak destekleyebilirsiniz.

facebook.com/adimadimtema
BirBoomads Sosyal Sorumluluk İçeriğidir.


10 Eylül 2015 Perşembe

Belalı Avukatlar

Bu yazıda iki romandan bahsedeceği: John Grisham'ın Türkçeye Şirket adıyla çevrilmiş romanı The Firm ve Matthew Quirk'in The 500 adlı (Türkçesi 500) romanı. İki roman birer başlarına heyecanlı macera/polisiye romanları ama birlikte okuyucuya ilginç bir tecrübe yaşatıyorlar çünkü The 500, The Firm'e açıkça bir saygı duruşu (tribute). O zaman önce The Firm ile başlayalım:

The Firm


John Grisham Missipi'de ceza avukatlığı yapmış, çalıştığı dosyalarda ve mahkeme salonlarında öğrendiği hikayeler nedeniyle yazarlığa merak sarmış. Daha sonra ABD Temsilciler Meclisi üyesi de olan Grisham yazarlık kariyerine geç girse de, ilk romanı defalarca yayıncılar tarafından reddedilmiş olsa da daha sonra en çok kazanan ve en çok yazan romancılardan biri olmuş.

1992 yılında basılmış olan The Firm, Grisham'ın ilk yazdığı en popüler romanlarından biri. Fakir, ailesi parçalanmış ama aklı ve hırsıyla Harvard Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun olmuş, çiçeği burnunda bir avukatın burnunun nasıl da boka battığını anlatıyor. Elemanımız Mitch güç, prestij ve hepsinden öte para için öyle bir hukuk bürosuna (yani firm) giriyor ki kısa sürede silahlı adamlar, FBI ajanları, dinleme cihazları, şüpheli ölümler hayatının sıradan parçaları haline geliyor.

Grisham Mitch'in öyküsünü 3. tekil kişiyle anlatmış. Kullandığı dil polisiye-macera romanı için yeterince basit ve sürükleyici ama onu iyi bir roman yapacak kadar da güçlü ve edebi olmasa da keyifli. Ben The 500The Firm'den önce okumuştum. O yüzden başıma neler geleceğini tahmin ediyordum. Bundan mı yoksa The 500'un çılgın temposundan mı bilmem The Firm bana biraz yavaş geldi. Hem öykünün ilerleyişi hem de aksiyon açısından yavaştı. Eğer bu tip kitaplarda ters yönde son hız giden arabalardan, patlayan camlardan, kırılan kapılardan, bol silah ve kandan hoşlanıyorsanız The Firm size bunu sunmayacak.

Bence The Firm'ü ilginç yapan kitapta iyiler ve kötüler şeklinde iki tarafın değil üç tarafın olması. Üstelik mafyanın içine sızan polis, mafyaya ihanet eden iyi çocuk gibi bir klişe yok ortada. Hikaye çok ince ince düşünülmüş. Yazar avukatlığı da, bankacılığı da, vergi işlerini de, mafya pazarlığını da tadınla anlatıyor. Hiçbirinin detayına okuyucuyu bayacak kadar girmiyor. Konuyu çok iyi bilen birinin iyi özetleyebilmesi gibi... İnsanın parayla ve hırsıyla nasıl kandırılabileceğini de güzel özetliyor.

Yalnız Mitch'le ilgili bazı sorunlarım da yok değil. Mitch ki süper çocuk gibi bir şey; akıllı, azimli, yakışıklı, hayat tecrübesine sahip, çalışkan… Nasıl oluyor da üstüne para ve daha çok para atarak onu cezbetmeye çalışan bu hukuk bürosunun ağına düşebiliyor? Nasıl bunun gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu, işin içinde bir bit yeniğinin olduğunu düşünemiyor? Ayrıca başta böyle ölümcül bir hata yapan bir adam nasıl oluyor da sonra mafyacılıkta olanca tecrübesizliğiyle tam bir stratejist kesiliyor?

Özet: Orijinal fikir, akıcı dil, sürükleyici ama yavaş ilerliyor, aksiyon tarafı eksik ve insanın kafasında bazı sorular da oluşmuyor değil.


The 500


The 500 de The Firm gibi ailesi parçalanmış, parasızlık çeken genç bir hukuk mezunu var. Yalnız kahramanımız Mike Ford Mitch'ten biraz farklı. Onun gibi çalışkan, onun gibi zeki ama bence daha gerçekçi bir karakter. Mesela Mike ufak tefek de olsa suç geçmisi de olan, çıkarları için sınırları zorlayabilen biri. Mitch gibi çok parlak bir avukatken sadece lükse kapılarak mafyanın ortasına düşmüyor. Harç parasını ödeyemediği, bu yüzden belki de mezun olamayıp tüm emeklerini hiç edecekken Davies Group'tan bir teklif alıyor. Zaten o sırada kendisine iş verecek başka bir yer de yok.

Davies Group dünyanın en güçlü 500 insanını elinde tutan bir danışmanlık/lobi şirketi. Bir kanun mu çıkartmak istiyorsunu Davies Group'a parayı veriyorsunuz onlar hallediyor. Biri hakkında her şeyi öğrenmek veya bir iş anlaşması mı yapmak istiyorsunuz, Davies Group hizmetinizde, siz paradan haber verin. Bu elbette Davies'e büyük bir güç veriyor. Burada garip olan Davies'in bunu nasıl becerdiği? İşte o soru zaten Mike'ın başına olmadık işler açıyor.

Quirk kitabı birinci tekil kişinin ağzından biraz da konuşur gibi yazmış. Mike akıllı, eğitimli ama özünde bir arka sokak çocuğu olarak kendine has bir mizah anlayışı ve üslupla hikayesini anlatıyor. Bu Mike'ı benim gözümde daha etten kemikten biri haline getirdi. Mizah anlayışını da sevdim.

The Firm ne kadar yavaşsa The 500 bir o kadar aksiyon dolu. Çalıntı arabayla takla atmaktan kötü adamlardan soğuk suda yüzerek kaçmaya, dolapta kilitli kalmaktan binaları havaya uçurmaya ne ararsanız var. Çok sürükleyici ve heyecanlı. Yalnız bazen öyle şeyler oluyor ki iş Rambo Rus ordusuna karşı tadında bir şeye dönüyor. Buna pek kafayı takmamaya çalışırsanız zevkle okunuyor.

Olay örgüsü de hoşuma gitti. Alışıldık bir mafya meselesinden farklı, yirmi yıllık acayip bir mesele,  muazzam bir şebekeyle karşı karşıyayız. Mike'ın karşılaştığı ikilemler ve yaptığı tercihler, hele de finali pek güzel.

Özet: Kişilikli anlatımı ve temposuyla hoşuma gitti. 'Mike herkese karşı' seviyesindeki aksiyonunu pek çekici bulmasam da zevkle okudum. Ne yalan söyleyeyim galiba The Firm'den çok sevdim.

7 Eylül 2015 Pazartesi

Evet'li Hayır'lı Yazı...


Sakince bekliyorum, hayır galeyana falan gelmiyorum, evet haberleri yarım yamalak izliyorum, hayırtartışma programlarını izlemiyorum, evetbu işin bir sonu olacağını düşünüyorum, hayırkötülerin kazanacağına inanmıyorum, evetsakinim, hayır sonlarını iyi görmüyorum, evet er ya da geç İlahi Adalet'in gerçekleşeceğine inanıyorum, hayırsosyal medya hesaplarımda vahşet görüntülerini paylaşmıyorum, evet sosyal medyada “çok üzgünüm, yastayım” yazıp ardından kahkahalarla hayatına kaldığı yerden devam eden insanları görüyor ve kendilerini oldukça iki yüzlü buluyorum, hayırben sosyal medyadaki kopyala-yapıştır eylemlere katılmıyorum, evet bundan sonra da sadece vicdanları rahatlatan sanal eylemlere katılmayı düşünmüyorum, hayır umutsuz değilim, evetkendi halimdeyim, hayır bu ülkede yeterince kutuplaşıldı zaten, evetcahil değilim, hayır cahillerin söylemleriyle asla gaza gelmem, evetsiz de cahillerin söylemleriyle gaza gelmeyin derim, hayırelbette bu işin bir sonu olacak, evethepimiz insanız, hayırkapitalizmin bu silahı yeni değil ki, hep savaşlardan beslendi bugüne kadar, evet ben barıştan yanayım, hayır kaç bininci tekrarını izlediğimiz bu ucuz senaryoların artık tıkanmaya yüz tuttuğunu düşünüyorum,
evet,

dünyayı güzelliğinkurtaracağınave birinsanısevmeklebaşlayacağınaherşeyin, yürektenama taayürekten inanıyorum...


1 Eylül 2015 Salı

B.Traven'dan KANLI OYUN!

İçi para dolu büyük bir torba ile gelen petrol şirketinin avukatı, çiftliği satın almak istiyordu. Kızılderili Jacinto paralara hiç bakmadı bile:
-Ama ben çiftliği satamam senyör, evet bu çiftlik benim, fakat ben burada sadece işleri yönetiyorum, çünkü bu topraklar, benden sonra gelecek nesillere ait. Hem çiftlikte yaşayan onlarca aileyi nasıl yüzüstü bırakırım?
-Bırak da başkaları kendi başlarının çaresine baksın! Sen onlara para verirsin, onlar da bütün ihtiyaçlarını karşılayabilir; hatta otomobil bile alabilirler!
-Ama mısır yetiştirecek toprakları olmaz! Bir otomobil belki çok güzeldir, ama mısır değildir. Toprak olmazsa et de olmaz, fasulye de olmaz, bakla da! Toprak ekmektir, ekmek de yaşamak! Daha fazla ne ister ki insan?...

Daha fazlasını istiyor maalesef insan, çünkü kapitalizm böyle buyuruyor!

Kanlı Oyun - B. Traven

İşte böyle (cümleler birebir kitap alıntısı değil) başlayan B. TRAVEN'İN KANLI OYUN adlı 252 sayfalık kitabını haftasonu bir solukta okuyup bitirdim.

 Büyük patronun kömür stoğu yapıp ülkede nasıl ekonomik kriz çıkardığını, ya da petrol kuyularının kanunsuzca çalışması için ülkede bir günde nasıl iç savaş çıkarıldığını okudukça tüylerim diken diken oldu. 

Bir kez daha anladım ki, ister Meksika olsun, ister Irak, ister Türkiye; kapitalizm hep aynı oyunlara başvuruyor! Aslında hiç de yaratıcı değil!


 İşin trajik yanı ise, maalesef bu oyunlar bilindiği halde, kapitalizme karşı koyanlar hep başarısız, hep başarısız, genelde başarısız...!

Kitaptaki olaylar Meksika'da 1910'lu yıllarda geçiyor ama, hikayeler o kadar tanıdık ki! Okurken sanki olaylar günümüz Türkiye'sinde geçiyormuş gibi ürperdim gerçekten de... Kitapta zaman zaman bir kapitalistin bakış açısı ile tamamen doğayla içiçe yaşayan kızılderilinin bakış açısı karşı karşıya geliyor ve birbirlerini asla anlayamıyorlar. Mesela kitabın bir yerinde çiftliği satın almaya gelen şirketin avukatı kızılderiliye diyor ki, “araba alırsın, böylece şehre daha çabuk gidersin!” Kızılderili ise “neden çabuk gideyim ki”diyor, anlayamıyor karşısındaki modern insanın acelesini, telaşını. “ Ben yollarda sevdiklerime selam vere vere; derelere, ağaçlara baka baka 5 saatte giderim yürüyerek. Hem zaten çok nadir, sadece şapka almak için giderim şehre, ne gerek var ki arabaya! “

Milletvekili olmak bir ticaret işiydi!

Bütün bu telaş, bütün bu koşturmaca, bütün bu zamansızlıklar, bütün bu savaşlar, bütün bu hırgür, bu seçimler... Mandıra Filozofu'nun romantik yaklaşımı, elbette yeterli değil bu olan biteni anlamaya!

Neyse daha fazla anlatmayayım ben; tavsiye ediyorum, okuyun. Ufak tefek çeviri hatalarını gözardı edin hem, o kadarı kadı kızında da olur... Yani kitapta geçen “kumpanya” sözcüğünü “şirket” olarak, “daktilo” sözcüğünü “sekreter” olarak algılarsanız işiniz kolaylaşır demek istiyorum.
Modern telaşlı zamanlar!

Bu arada B.Traven, gerçek ismi bilinmeyen; Altına Hücum, Dinamit, İsyan gibi 12 tane romanı, birçok öyküsü olan bir yazar. Hakkında bilgi yok; ve unutmadan not edeyim ki bu kitabı Metro Kitabevi'nden yanılmıyorsam 3 TL'ye aldım, korsan değil! Hani dışarıya sepete koyuyorlar ya ucuz kitapları, hep alırım onlardan ben!

Savaşlara kimler katılır?

Son olarak diyorum ki, günümüzün karmaşık politik ilişkilerine ne yorum getireceğinize şaşırıyorsanız, emin olun ki bu kitapta yazılanlar size ışık olacaktır.

Doğanın içinde, sevgi dolu, telaşsız, mutlu mesut günlerimiz olsun diyor ve gidiyorum ben, sevgiyle...