30 Ağustos 2015 Pazar

Orçun bir an önce evlensin!

Bizim gençte umut var!

Sanırım bu işi başarabilecek, galiba ben de başardım!

Biraz damdan düşer gibi oldu kusura bakmayın, ama sevinçten olsa gerek; zira bir kişinin hayatının değişimine katkıda bulunuyorum sanırım. Şahane bir olay bu, ondan mütevellit (bu nasıl bir kelimedir, neden kullandım ki!) yazının girişini toparlayamadım.

Şimdi efenim, takipte olanlarınız bilirler; geçenlerde bir yakınımdan söz etmiştim. Kendisi zeki mi zeki, Z kuşağının pırıltılı gençlerinden, çift dili yalamış yutmuş, yurdumun güzide üniversitelerinden birinden mezun olmuş, bunca işsiz gencin arasından sıyrılarak bir işe yerleşmiş, ismi ve cinsiyeti lazım değil bir genç arkadaşımız. Kendisi hakkında fazla da detaya girmek istemiyorum; zira gencimizi afişe etmenin ne gereği var, ama hikayesini anlatmak da istiyorum. Çünkü belki bizim gençten ilham alacak birileri olacak; dolayısıyla biz kendisine bundan sonra kısaca Orçun diyelim isterseniz aramızda.

Bir ara konunun detayını bu yazıdan okuyabilirsiniz. Ben şimdi devam ediyorum anlatmaya.

Bu Orçun arkadaş, ilk iş için fena olmayan bir maaşla işe yerleşti, kendisine ev tuttu, eşya aldı falan filan, herşey güzel, küçücük bir sorunu var sadece:

Orçun parasını yönetemiyor!

Öğrenciyken de yönetemezdi, oradan buradan aldığı burslar ciddi bir gelir kaynağıydı ama yok, Orçun ay ortasında parasız pulsuz dımdızlak kalakalırdı! Ben nereden mi biliyorum; aslında söylemezdi, şimdi de söylemiyor gerçi; ben anlıyorum halinden tavrından, lafları kem küm gevelemesinden, sıkıştırıyorum öğrenmek için açıkçası. Çünkü Orçun'u seviyorum, parasız kalıp üzülsün istemiyorum. Neyse ilk yazıdan anımsayacaksınız, ben Orçun'a paramıyonetebiliyorum.net  sitesini tavsiye ettim.. Öyle çok da üstünde durmadım, böyle bir site var, bak dedim. Bizim Orçun sever beni, hangi kitabı söylesem okur, hangi müziği dinlesem ilgilenir, övünmek gibi olmasın, (galiba öyle oldu), neyse siteyi de dikkate almış. Geçen haftasonu teklif kendisinden geldi, kahve içmeye çağırdı beni. Çok sevindim, aslında biraz da meraklandım acaba ne gibi gelişmer oldu Orçun'un hayatında diye.

Gittim, kahve, hoşbeş derken açtı konuyu:

Ben hep yanlış yapıyormuşum”dedi.
Hayırdır, hangi konuda?”diye sordum.

Bizim Orçun'un çocukluktan beri aşık olduğu bir kız arkadaşı var, ve artık büyüdükleri, iş-güç sahibi de oldukları için birkaç yıl içinde evlenmeyi düşünüyorlar. Konu, tahmin ettiğim gibi buraya geldi. Şöyle devam etti Orçun:

Biz şimdi evlenmeyi düşünüyoruz ya, e para lazım bu işler için. Ama ben işe girdiğimden beri hep yanlış hesap yapıyormuşum meğer, yani henüz hiç para biriktiremedim!” dedi.

Orçun evlensin!

İşin özü de şu:

Bizim genç, harcamalarını alt alta yazıyormuş, eğer para kalırsa kenara koyacak ve evlilik için biriktirecek ya güya, ama işte maalesef tasarruf edecek parası kalmıyormuş hiç!

Gülüştük, birer kahve daha söyledik kendimize. Yanından hiç ayırmadığı sırt çantasından bilgisayarını çıkardı, açtı internet sayfasını, eğitimleri takip ediyormuş zira.

Bütçe sayfası”nı buldu hemen, orada şöyle diyor:

Önce harcamaları alt alta toplayıp, buduğunuz rakamı gelirden çıkardığınızda kalanı birikime ayırmak yerine, önce gelirinizin %10'unu birikim olarak ayırıp sonra harcamaları yapmaya başlayın”

Bu, basit ama çok önemli bir bilgi, zira Orçun'un bütçesi bu cümle sayesinde şekillenmiş. Çünkü bu eğitimin devamında “gelirinin %50'si gıda, ev giderleri ve gerekli harcamalara, %30'unu sosyal aktivitelere, %20 sini ise finansal önceliklerine ayır”diye br madde var. Orçun zeki çocuk, hemen aksiyon almış ve artık siteden öğrendiği gibi “Bu benim için istek mi ihtiyaç mı? “diye kendine soruyormuş, her harcadığını mutlaka yazıyormuş, elbette deftere değil; excel tablosuna...

O gün gözleri parlıyordu Orçun'un, her zaman gözleri parlar gerçi ama, sanki kendine daha bir
güveniyor gibiydi. Tekrar buluşmak için sözleştik, benden bütçesi konusunda yardım istedi, “seve seve” dedim. Yani belirli periyotlarla buluşup Orçun'un paramiyonetebiliyorum.netsayfasından hayatına geçirdiklerini gözden geçireceğiz. Hedefimiz ise Orçun'u evlendirmek...

Neden anlatıyorum bunları, çünkü yaşamsal bir konu! Ben de isterdim, hep de söylerim ya Thomas Moore'un “Ütopya”sında para olmadan yaşamayı. Ama hani yeni moda “caps” ler var ya, o hesap “Hayaller parasız ütopya, gerçekler banka kartları!”diyebiliyorum.




Velhasıl, (bugün bu eski kelimelere neden takıldım acaba) Orçun'un parasını yönetebilir hale gelmesini birlikte izleyeceğiz, ben size an be an anlatacağım gelişmeleri merak etmeyin.

Arada magazin haberi ve dedikodu da yaz, ama işe de yarasın!”diye düşünenler seviniyor buna, biliyorum ben.
Şimdilik Orçun'da durumlar böyle, dediğim gibi bu heyecanlı süreci sizlerle paylaşacağım mutlaka. Siz de bütçe konusunda birilerine ya da kendinize yardımcı olmak isterseniz, bence Orçun'u örnek alıp siteye göz atabilirsiniz.

parasını yöneten mutlu kişi 

Bütçeleriniz açık değil kapalı, hatta taşkın olsun diyor ve kaçıyorum, elbette ki sevgiyle...

24 Ağustos 2015 Pazartesi

ÇIPLAK AYAKLI KONT!

O gün nedense ofiste ayakkabılarını çıkarıp dolaşmak geldi içinden. Hem kime neydi ki, ofisin en tepesindeki yönetici değil miydi kendisi!

Çıkardı ayakkabılarını, bastı yere; yüzünü ekşitti sonra. İş yerinde temizlikten sorumlu şirin kişi Serpil'e dönüp: 

“Bu yerler iyi temizlenmemiş, ayağıma toz yapıştı!” diye çıkıştı.

 Serpil çok tatlı, çok kibar bir kızdı, ne diyeceğini bilemedi. “İki günde bir siliyorum!” çıktı ağzından. Deseydi ya, “daha yeni sildim!” Demedi, diyemezdi; iş hayatında ânında kıvrak yalan uydurup yöneticiyi kandıracak kadar deneyimli değildi çünkü.

Olmaz, hava sıcak, her yer açık, toz giriyor, daha çok sil!” dedi üstten üstten bakan Kaan.

Zavalı Serpil “Burası bir iş yeri, ayakkabılarla dolaşılıyor, tabii ki toz olacak!” da diyemedi, diyemezdi de; hem ayıp olur diye düşünür, hem de işinden olmak istemezdi. Ne yapacağını şaşırdı, keşke yer yarılsaydı da yerin altında yok olsaydı o anda!

(Bu pis ağızlı, bu çirkin yürekli insandan kurtulduğu günü hayal etmiştir belki de o an, bilemiyoruz tabii ki neler hissettiğini, varsayım bizimkisi, empati kurmaya çalışıyoruz sadece kendisiyle. Hem inşallah hayalleri vardır, hayallerine kaçmasa nasıl katlanabilir ki bir insan böylesi bir duruma?)

İşe ne kadar sevinerek başlamış, her sabah neşeyle gelmiş, ofisteki herkesle ne güzel de kaynaşmıştı Serpil. Bu çirkin yürekli, çirkin sözlü Kaan olmasaydı keşke! Zaten işe ilk geldiği hafta da odasına çıkardığı karpuzun çekirdeklerini gösterip:

“Ben çok yoğun bir insanım, bu çekirdeklerle uğraşacak zamanım mı var, götür geri bunu, yiyemem ben böyle!” diye kendisini ağlatmamış mıydı bu kötü kalpli Gargamel?

Kaan o gün bütün gün çıplak ayakla dolaştı ofiste, çünkü O hükmedendi, patron değildi ama olsun, patrondan sonraki kişiydi. O ofise yıllarını vermiş, gece gündüz çalışmıştı; ister çıplak ayakla dolaşırdı, isterse parmak arası şıpıdık terlik giyerdi, kime neydi ki! Hem zaten patron ofise ayda bir öylesine uğruyor, yani kendisine çok güveniyordu. Herkese istediği gibi bağırıp çağırabilir, istediği kadar aşağılayabilirdi bu tembel insanları... Onların yaptığı iş de neydi, Kaan elinin ucuyla herşeyi hallederdi elbette de, zamanı yoktu işte, hangi birine yetişsindi!

Ofiste herkes fısır fısır Kaan'nın çıplak ayaklarını konuştu o gün. Ayaklarının ne kadar çirkin olduğunda herkes hemfikirdi. “O tırnaklar ne öyle, ıyhhh!” diyen ofis çalışanları, yüzlerini ekşiterek günlerce bu konuyu dillerine doladılar.

İyi de neden öyle yapmıştı ki Kaan?

Neden mi, çünkü  canı öyle istiyordu...

İnsanlar üzerinde koşulsuz şartsız ( ne demekse bu da şimdi) otoriteydi o, hakkında kim ne derse desin umrunda değildi üstelik. Sevilmediğini biliyordu, ama olsundu, demiyorlar mıydı zaten yaşam guruları; “zirvedekiler daima yalnızdır!” diye...

İyi de Kaan'nın bilmediği bir şey vardı; zirvede yalnız olanlar, zirvede yalnız olmak için arkadaşlarını yarı yolda bırakanlardı, düşüp yuvarlananlara el uzatmayanlardı, hırstan gözleri sadece zirveyi gören, zirveye giden her yolun mubah olduğunu düşünen bencil kişilerdi onlar, makyavelistlerdi. Zirveye tırmanıp başarının sarhoşluğu geçtikten sonra yapayalnız kaldıklarında uydurdular “zirvedekiler daima yalnızdır!” cümlesini. Elbette kendilerini avutmak için!



Zavallı Kaan!

Aslında öyle sandığın gibi güçlü falan da değilsin, altından koltuğun giderse diye ödün patlıyor, acınacak haldesin yani!  Çevrende seni sahiden, sen olduğun için seven bir kişi var mı hiç düşündün mü? Ayakkabılarını çıkarıp gövde ve güç gösterisi yapıyorsun ama, bütün bunların bir kullanım ömrü var sen de gayet iyi biliyorsun değil mi!

Kontluğun da sahte zaten, geriye ise sadece çıplak ayakların kalıyor...

Keşke azıcık da insan olabilseydin!




19 Ağustos 2015 Çarşamba

The Lottery, insan nesli tükenirse!

Yıl 2025, 5 yıldır kadınlar hiç çocuk yapmamış. 5 yaşında olan son çocuklardan ise sadece 6 tane var...

Öykü tabii ki Amerika'da geçiyor. İnsanlık Bakanlığı diye bir birim kurulmuş, laboratuvarlarda harıl harıl insan embriyosu üretmeye çalışıyorlar. Nihayetinde 100 tane embriyo üretmeyi başarıyorlar. Seçmenlerde umut yaratsın ve oy olarak geri dönsün diye (!) ülke çapında bir piyango düzenlemeye karar veriliyor. Çocukların taşıyıcı annesi olacak 100 kişi piyangoyla belirlenecek. Peki ama derin devlet bu duruma ne diyecek? Sonrasında neler olacağını birlikte göreceğiz...

The Lottery

Böyle, tek bir cümleyle başlayan hikayeleri seviyorum. Sonradan konusu savaşa dönüşüp berbat hale gelse de, başlangıçta Revolution da müthiş bir cümleyle başlamıştı ve hikaye çok ilgimi çekmişti:

Aniden elektrikler tüm dünyada kesilir ve karanlık yeni bir dönem başlar!”

The Lottery'de de öyle:

Kadınlar doğuramaz ve yeni bir dönem başlar!”

Bu cümlenin sonrasını çok güzel doldurabilirsiniz, daha doğrusu iyi bir öykücü, hayal dünyası geniş bir senarist bu öykünün devamını çok güzel getirebilir.

Bu tür filmlere “post-apokaliptik” tür deniliyormuş, ben de yeni öğrendim. Karanlık, anti-ütopik bir gelecekte geçen (distopyanın) alt başlıklarından biriymiş post-apokaliptik hikayeler. Nükleer, çevresel bir felaket gibi olağanüstü durum sonrasında yaşananları anlatan filmlermiş bunlar. Özetle bir kıyamet oluyor, sonrasında kıt kaynaklarla yaşam mücadelesi verilen kurgusal bir düzende geçiyor olaylar...

The Lottery

Dünyada çocuk doğmaması bir felaket elbette, neticede insan neslinin sonu demek. Hoş insan nesli sürse ne olacak, herşeyi hızla tüketen, önüne geleni yok eden bir canavara dönüştü neredeyse insanlık; orası da ayrı bir tartışma konusu elbette...

The Lottery

Konuyu dağıtmayalım, ne zamandır böyle sürükleyici bir konusu olan, heyecan, gerilim ve bilimkurgunun harmanlandığı iyi bir Cnbc-e dizisi izlememiştim. The 24 ve Prison Break'in tadı ise hala damağımdadır. Bizim yerli ekranlarda aşk, entrika ve gençlik dizilerinden geçilmezken Cnbc-e dizileri gerçekten de ilaç gibi geliyor insana. Hele de dışarıda ürkütücü olaylar oluyorken, ne yapacağımızı bilemez hallerdeyken, birileri “waaarr, waaarr!” diye çığlıklar atarken...

Bu dizi 10 bölümde bitmiş, yani bizdeki gibi esnetip uzatmıyor adamlar. Açıkçası ben internetten bütün bölümleri tek oturumda izlemek yerine, bir hafta bekleyip, televizyonda kaldığı yerden heyecanın sürmesini daha çok seviyorum. Sonuçta orijinali geçen yıl oynadığı için muhtemelen internette bütün bölümlerini bulabilirsiniz. Ama benim gibi haftalık heyacan yaşayıp, pazar akşamlarında iyi vakit geçirmek isterseniz, ilk 2 bölümünü Cnbc-e sitesinden izleyip devamı için heyecanla pazar akşamları saat 20:00'yi beklemenizi tavsiye ederim.


Distopik değil, ütopik bir gelecek umuduyla diyorum ve gidiyorum, sevgiyle...

16 Ağustos 2015 Pazar

Yeter ki mangalım cızırdasın!

Gece saat 23:03'dü. Saati bu kadar net hatırlıyorum evet, çünkü belediyeye şikayet dilekçesi yazarken saati de not etmiştim konu başlığına...

Geçtiğimiz 15.08.2015 cumartesi gecesinden bahsediyorum. Deli bir sıcaklık vardı, son günlerin en favori sözcüğü ile belirteyim:

Esmiyordu!

Klimadan haz etmeyen bir insan olarak doğal yollardan serinlemeye çalışıyordum yine. Yani bütün kapılar pencereler açık, ortada dönen iki fırfır...

O da nesi, birden evin içi kızarmış et kokmaya başladı! Nasıl bir koku anlatamam size; insanın bütün hücrelerine dolan cinsten! Yanık etle karışık erimiş yağ kokusu, kekremsi, üstü örtülen bir suç kadar itici, burun delen cinsten...

Önce ön tarafın camına bakmaya gittim, bir taraftan da kendi kendime söyleniyordum:

Bu saatte bu kokoreç de neyin nesi!!”
İnsanlar bu iğrenç şeyi neden yerler ki!”

Sarktım sokağa bakan camdan, hayır kokoreççi falan yoktu, yanılmıştım. Boşu boşuna söylenmiştim gıyabında da olsa güzide (!) bağırsak kızartmasına...

İyi de neydi bu koku! Çıldırmak işten değildi! Zira sıcaktan evin içinde görünmeyen dumanlar yükselirken ve nefes almakta zorlanırken bir de pişmiş et, pişmiş yağ kokusu!

Bir korku filminin ortasındaydım sanki! Son zamanlarda sıkça karşıma çıkan “vegan” uyarılar da geliyordu aklıma kıyıdan kıyıdan; bu bir vahşetin kokusuydu!

Apar topar faşist darbe yapılmıştı da Hitler ruhu dirilip insanları mı yakmaya başlamıştı yoksa! Neden şaşırmıyordum ki böyle düşündüğüm için?

Art by Cathy Quiel

Ön camları can havliyle kapattıktan sonra arka taraftaki minik balkona koşturdum. Evet, koku arka cepheden geliyordu.

Ortalığı son dönemlerin yükselen değeri “ben yaparım, olur!”anlayışının dumanlı kokusu sarmıştı.

Hızla limonlu yeşil çay aromalı oda kokusunu boca ettim evin her yerine. Camları pencereleri sıkı sıkı kapadım ve şikayetlere neyse ki anında cevap veren belediyemizin “mavi masa” şikayet hattına bir e-posta attım. Özetle “imdat, şehir magandaları var buralarda!” temasını işledim şikayetimde. Yetinmedim, nöbetçi zabıta memurunun telefonunu buldum, aradım; “yetişin boğuluyoruz!” dedim onlara da!

Yarım saat sonra ışıklarını söndürüp uykuya daldılar, zabıta gelip uyardı besbelli...

Bizim buralarda evler ön cepheden dip dibe bitişiktir, arkalarda küçük, pek de kullanılmayan, dolayısıyla bakımsız bahçelerden oluşan, tek parçaymış gibi görünen bir boş alan vardır. Binalar 5-6 katlı olduğu için o boş alanda hava sirkülasyonu da pek yoktur aslında, duvarlar engel olur buna. Mangal hiç yakılmaz yani, mangal yakılırsa civardaki bütün apartmanlara gelir kokusu  o sıkışık alandan...

Bu anlattığım şehir magandaları da, iktidarın palazlandırıp sonradan ortada bıraktığı cemaat dershaneleri binasından yaptılar bu yıkıcı eylemi! Yıkıcı eylem diyorum, zira bence bu yaptıkları da  topluma zarar verme biçimi değil mi? Bir eylemin zararlı olması için ille de bomba içermesi mi gerekiyor? Yaptıkları resmen psikolojik işkence:

 “ben yemek yiyorum, ağzımdan yağlar damlıyor, sizler de uyumayın, dumanımla kahrolun!” diyen bir zihniyet sizce de terörist değil midir?

Sloganlarını duyar gibiyim:

Ben yaparım, kime ne?”
Mülk benim değil mi kardeşim, bir mangal bile yakamayacak mıyız yani?”
Mangal bizim öz kültürümüz, Almanya'nın şehir parkında bile mangal yakan bir milletin ahvaliyiz.”
E-5'de de yakarız, şehrin göbeğinde de!”
Batı özentileri mangala karşı çıkıyor, bunlar dış mihrak!”
Memleketin huzurunu bozmaya çalışan bir avuç çapulcu, bizim mangalımızı şikayet ediyor!”
Vatandaş uyuma, mangalına sahip çık!”
O etler cızır cızır pişecek, siz de öyle sinir olacaksınız!”
Sıcak soğuk fark etmez, yeter ki mangalım cızırdasın!”
Bu şehir, bizlere artık “zenci “ muamelesi yapamayacak!

..............................

Sonuç:
Karar verdim, kışın mutlaka bir klima alacağım...





10 Ağustos 2015 Pazartesi

Facebook'da bunları yapanlara sinir oluyorum!

Mutlaka bir yerlerde karşınıza çıkmıştır “Sosyal Medya Görgü Kuralları” adlı bir takım yazılar. Merak etmeyin tekrara düşmeyeceğim. Hem işin uzmanları varken, ne haddime birilerine görgü kuralı öğretmek! Ben sadece Facebook ortamında kendi gözüme çarpanları, daha doğrusu rahatsızlıklarımı dile getirmek istiyorum:

1- İzin istemeden gruba ekleyenler...
Zannediyorlar ki Facebook ortamı sanki yaşamdan farklı bir yer! Sevgili arkadaşım, sen beni gerçek hayatta iznim olmadan bir topluluğa kaydedebilir misin? Edemezsin! En azından imzamı isterler. Sosyal medya ortamlarında henüz dijital imza geçerli olmadığı için (bence en kısa zamanda benzer bir şey uygulanmalı) çeşitli çıkarlarına hizmet eden gruplar kuranlar, akılları sıra kurnazlık yapıp listesindekileri bir yerlere ekliyorlar.
Eski eski iş yerimden bir arkadaşım kendisine bir grup açmış. Orada kendi ürünlerini satıyor hesapta. Yani web sitesi açmadan e-ticaret yapmaya çalışıyor. Kurnaz ya! Önceleri anlayamadım; saçma sapan, dilbilgisi hatalarıyla dolu, büyük büyük harflerle yazılmış, amatör ve itici reklam iletileri görüyordum sık sık. Biraz araştırınca fark ettim ki bizim kurnaz arkadaş aklı sıra zaman kazanmak için listesindeki herkesi -sormadan- o gruba eklemiş. Bununla da kalmayıp o eklediği kişilerin de kendi listelerini gruba eklemelerini istiyormuş! Allahtan bir arkadaşım beni uyardı da, yıllar sonra Facebook'dan “merhaba..” diyen bu düşüncesiz kişinin mesajını görünce şaşırmadım ve elbette ki o mesaja yanıt vermedim...
Ne mi yaptım; tabii ki gruptan çıktım, o arkadaşı kısıtlı listeme ekledim. Direkt silmeyerek elimden gelen nezaketi gösterdim, ama pes diyorum!
Facebook görgüsüzü olmayın!

2- Sormadan etiketleyenler
Birkaç günlük etkinlikte birlikte çalıştığımız, istediği için ayıp olmasın diye Facebook adresimi verdiğim arkadaş, abartmıyorum her sabah “Günaydın” mesajı yazıyor sayfasına ve listesinde kim var kim yoksa etiketliyordu o iletiye. İlk zamanlar yine ayıp olmasın diye “günaydın” yazıyordum ben de. Sonra baktım başa çıkılacak gibi değil, 'dııt dııt dıt' listesindeki tanımadığım insanların o iletiye yazdığı herşey bana geliyor...
Bu arkadaşı da kısıtlı listesine aldım. Sayfamdaki “etiket” ayarlarını değiştirdim, iznim olmadan kimse beni bir yerlerde etiketleyemiyor artık.
Hele o fotoğraf etiketleme olayı yok mu? Ben sevmiyorum sık sık fotoğramı paylaşmayı arkadaşım! İçimden gelince bir iki fotoğraf koyuyorum sayfama o kadar. Düşüncesiz bir arkadaş, sormadan, izin almadan etiketleme yapınca da sinirleniyorum doğal olarak... Tamam Facebok bir sosyal paylaşım ağı, ama bu kadar da özele girilmez ki! Yani şimdi sen benim fotoğraflarımı iznim olmadan bilboard'lara asabilir misin? Asamazsın, özel alanıma girdiğin için mahkemeye veriririm! İyi de sosyal medyada neden bunu yapıyorsun?
Eskileri karıştıran işgüzar tipler var bir de! İlkokuldaki 'afedersiniz sümüklü' fotoğraflarımızı internete aktarmış, hiç üşenmeden herkesi tek tek etiketlemiş bir de! Belki ben o 'sümüklü', kafamda kocaman kurdelalı halimi görmek istemiyorum şu an... Nedir yani bu nostalji takıntısı? Git evinde albümlerine bak, beni niye taciz ediyorsun?
Allahtan “etiketleme ayarı” diye bir şey var da, kontrol edebiliyoruz bu -aşırı sosyalleşme zehri taşıyan- insanları...

3- Herkes yemede içmede eğlenmede tatilde!
Sosyal medya, insanların birbirlerine hava attıkları yer olup çıktı. Yediği, içtiği, gezdiği ve hatta satın aldığı herşeyi yayınlayan tipler var mesela. 
Gösteriş yapmak ayıp değil miydi bizim toplumumuzda? Ne zaman bu kadar hava atar olduk birbirimize? 
Tamam mutlu anlarımızı sevdiklerimizle paylaşalım, bir şey demiyorum. Olayın maddi boyutu ön plana çıkınca irite edici oluyor ama, yalan mı? 

Sosyal Medyada hava atanlar!

4- Sürekli felaket haberi paylaşanlar
Sanırsınız her biri felaket tellalı... Orada cinayet, burada sel, öbür tarafta yangın, terör! Tamam duyarlısın, herşeyden de haberin var arkadaşım ama, ben zaten haber sitelerini takip ediyorum. Neden benim enerjimi düşürüyorsun gün boyu? Öyle hayat geçer mi? Facebook sayfanda bu tip haberleri paylaşarak vicdanını mı rahatlatıyorsun? Kusura bakma sen de kısıtlı listesindesin!
Bir de sürekli hastalık haberi yayarlar ya!
Şunu yaparsan “xyz” hastası olursun, bunu yaparsan “abc” hastası olursun, aman diyim şöyle yapma, “yumuşak g hastalığına” yakalanırsın!
İyi de sen benim dikkatimi hastalıklara yoğunlaştırmamı neden bu kadar çok istiyorsun? İyilik mi yapıyorsun aklın sıra? Yapma, bırak dağınık kalsın!

5- Gazeteci gibi davrananlar!
Gündemi takip ediyor ya arkadaş, biri ölüyor mesela, sevsin ya da sevmesin hemen bir baş sağlığı mesajı yayınlıyor, daha doğrusu bir yerlerden kopyalıyor. Mesela o gün “dünya zerzevatçılar günü”mü, hemen kutluyor zerzevatçıların gününü.
Arkadaşım, saatli maarif takviminin hiç olmazsa bir karakteri var! Oradan buradan kopyaladığın bu şeylerle sen duyarlı olduğunu göstermeye çalışıyorsun ama, benim gözümde yüzeyselliğin artıyor! Seni de görmek istemiyorum zaman tünelimde!
Sosyal Medya'da ünlü olmak!

6- Kedi-köpek-bebek videolarından bıkmadınız mı?
Bana sahici gelmiyor, zamanımı böyle şeylere ayırmak da istemiyorum açıkçası. Sosyal medyaya bakılsa herkes hayvansever, herkes sevgi dolu, herkes über süper iyi kalpli !..
Geçiniz efenim geçiniz; madem bu kadar duyarlı herkes, dışarıdaki hayat ne o halde? 
Dolayısıyla kedi-köpek-bebek videolarınız beni zerre kadar ilgilendirmiyor.  Biraz daha yaratıcılık bekliyorum açıkçası. Her gün böyle  klişe şeylerle beni bezdirirseniz, üzgünüm sizi de kısıtlı listeme atmak zorunda kalacağım.

7- Enerji sömürenler
Kendinizi keyifli hissetmişsiniz, bir çiçek ya da böcek resmi paylaşmışsınız, gülücük koymuşsunuz yanına da mesela. Bir enerji sömürücüsü gelip o resmin altına şöyle yazıyor:
Ama şurda şu oldu, burda bu oldu, sen çiçekle böcekle niye uğraşıyorsun, ne kadar duyarsızsın!”
Peki sen ne yapıyorsun sayın sömürgen, senin yaptığın bu şeyin neye faydası oldu şimdi? Yıktın perdeyi, eyledin viran... Dünyayı mı kurtardın?


Yani demem o ki, "insan bazen gerçekten hayret ediyor sayın seyirciler!"
Sevgiyle, her daim...



5 Ağustos 2015 Çarşamba

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


Son yıllarda nedeni bilinmez şekilde çok popüler olup kitapseverlerin elinden düşmeyen iki Türk edebiyatına ait eser var: Biri Kürk Mantolu Madonna diğer de Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kaleminden Saatleri Ayarlama Enstitüsü.

Romanın adı aslında biraz yanlış yönlendiriyor; bu roman enstitü ve enstitünün çalışanları hakkında değil, romanın baş kahramanı Hayri İrdal hakkında. Roman İrdal'ın çocukluğundan başlayarak onu kendisi yapan ve SAE'nin (romanda da bu şekilde kısaltılıyor) iki numaralı adamı konumuna getiren insanları, ortamı ve olayları anlatıyor.

İrdal fakir ve hurafelerle dolu, geleneksel bir ortamda çocukluğunu geçiriyor. Babası silik ve pasif biri. İrdal'ın örnek alabileceği, ona yol gösterecek pek kimse yok etrafında. İrdal'ın okula ilgisi yok. Eğitim alabileceği tek kişi yanında çok kısa süre kalabildiği saat ustası. O şansı da ıslakaladıktan sonra bir de çok sevdiği ilk eşi ölünce İrdal bir boşluk ve sallantı içinde geçiriyor hayatını. Hep kendisini kurtaracak bir el bekliyor, tahlihsizlik ve kısmetsizliğine yanıyor, zamanını orada burada öldürüyor… Karşısına Halit Ayarcı çıkıyor ve İrdal'ın saat ve zamanla ilgili söylediği birkaç sözden feyz alarak yeni projesi olan SAE'ye yelken açıyor. SAE ne, ne işe yarıyor, neden diye sormayın. Tek bilmeniz gereken çok mühim ve lüzumlu bir müessese olduğu. 

Bu romanın Türkiye'nin batılılaşma serüvenini taşladığı hakkında çok yazı okudum. İrdal şeyhlerin, hurefelerin, bilgisizliğin dolu olduğu bir ortamda büyüse de, SAE'nin modernliğinden, ilerlemeden, atılımdan bahsedilse de ben romanın ''modernleşme'' eleştirisi olduğunu düşünmüyorum. Bence bu roman moderncilik olsun gelenekselcilik olsun değişmeyen bir kafa yapısını tiye alıyor. Bu kafa şekilci, gösterişçi, iki yüzlü, çıkarcı, kolaycı bir kafa. Çünkü hazır lopçuluğu, tembelliği ve iki yüzlülüğü İrdal'ın SAE öncesi geleneksel diyeceğimiz hayatındaki pek çok karakter de görüyoruz. Hatta SEA gibi müthiş bir boş beleşliğin Batı başta olmak üzere tüm dünyada popülerleşmesi de bizim batılılaşmamızın sakatlığından ziyade bu durumun insanlığın sorunu olduğunu gösteriyor.



SAE'nin en güzel tarafı [spoiler] ne SAE binasının saçma sapan şekilde bu konuda en ufal liyakata sahip İrdal tarafından tasarlanmasını destekleyen SAE çalışanlarının söz konusu kendi kooperatifleri olunca isyan etmesi ne de İrdal'ın ikinci eşi Pakize'nin verdiği röportajda çelimsiz ve okumamış İrdal'ı ata binip müzaik aleti çalan ve şiirden hoşlanan bir salon erkeği olarak tarif etmesi [spoiler], en güzeli Tanpınar'ın üslubu. Kara mizahın en koyusunun tatlı-acı tadı damağınızda kalarak okuyorsunuz. Bazen öyle bir şey söylüyor ki (mesela memleketten hiç gitmeyen hürriyetin habire yeniden gelmesi!) hem fikrin, hem söyleyişteki inceliğin, gücün ve kıvraklığın karşısında selam duruyorsunuz. İçi tıka basa dolu olan bu söyleyişi okuyup geçmek mümkün değil, düşünmeniz, aklınızı vermeniz, dikkat etmeniz gerekiyor. Bu yüzden okuyucuyu da koşturan, pek de kolay okunmayan bir kitap. Yalnız hangi iyi kitap emek istemiyor ki? Emek verilmiş bir yazıyı okumak da emek ister bence.

Romanın bence tek aksayan tarafı, temposu. İlk 80-90 sayfa yavaş ilerliyor ve yukarıda bahsettiğim emek isteyen anlatımla birleşince yıldırıcı olabiliyor. Sıkın dişinizi. Ayrıca bu roman için Tanpınar'ın diğer romanlarının (özellikle Huzur) yanında abartılmış (over-rated) diyenler de var. Ben Tanpınar'ın diğer romanlarını okumadım ama hemen herkesin en sevdiği romanın SAE olmasını da abartılı buluyorum. Özellikle çalışma hayatına atılıp bazı şeyleri görmeden insanın kendinden bir şeyler bulacağı, ''gerçekten de yaa!'' diyeceği bir roman değil. Bu konuda bir edebiyat profesörünün bütün çocuklar sosyal medyada en sevdiğimiz kitap SAE diyorlarmış, tabi öyle derler başka kitap okumamışlar ki onu da biz zorla derste okuttu başka şeyler okusalar onu da severler mealinde bir açıklamasını duymuştum. Hocaya hak veriyorum. Gerçekten sıkı roman ama biraz sakin olalım :)

Ben Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün okuyucu açısından gidişini bir trene benzetiyorum. Çok ağır hareketlerle başlıyor, bir süre çıkardığı sesin ve deviniminin hakkını veremeyen bir hızla gidiyor sonra rayına oturup güçlü şekilde ilerliyor. Son durağa geldiğinizde güzel bir yolculuk geçirmiş olarak, halinizden memnun ama yolculuktan yorulmuş şekilde trenden iniyorsunuz. Tavsiye ediyorum.