28 Eylül 2012 Cuma

Almanya'nın güneşi en bol şehri, FREIBURG*

Almanya'nın bir çok şehrinde doğa ve tarih hep içiçedir… Bir tarafta mimari, bir tarafta parklar, bahçeler ve hatta ormanlar... Kaosa alışmış gözlerimizin fazla düzeni yadırgamasından mıdır bilinmez ama, ilk görüşte kan kaynamaz bu şehirlere nedense ve sanki birşeyler eksik gibi gelir. Halbuki Freiburg farklıdır, cıvıl cıvıldır, hareketlidir. Her şeyden önce genç nüfusun çoğunlukta olduğu bir üniversite kenti ve Almanya'nın en güneşli şehridir. Aslında işin özü Freiburglular yaşamayı ve her daim şehrin sunduğu güzelliklerin keyfini çıkarmayı çok iyi bilirler. Her karışta, kaldırım duvar demeksizin soluklanan, hatta güneşlenen insan grupları vardır. Yer mekan önemli değildir, Freiburglular her yerde mutludur. Kanımca Freiburg'u daha da güzel yapan, mutlu insanlarıdır bu şehrin… 

YAZININ DEVAMINI okumak icin TIK TIK TIK»

27 Eylül 2012 Perşembe

Peki Bu Yazıları Okudunuz mu?



Okuduğum, hakkında araştırma yaptığım ve hatta hakkında yazdığım kitaplar Kitap Notları'ndaki kitaplarla sınırlı değil. Dikkat edenler fark etmiştir, Kitap Notları'nda kitaplar genelde çeşitli konular ve ortak noktalarına göre ikili üçlü hatta beşli gruplar halinde ağırlanıyor. Bu da bazen okuduğum kitapların yazılmadan önce aylarca beklemesine ya da (hala) yazılamamasına neden oluyor. Mor Kitaplık'ta ise okur okumaz tek bir kitap hakkında atıp tutmaya başlıyorum. İşte onlar:


Bu kitabı aslında Kitap İçinde Kitap başlıklı yazımda anlatmıştım ama kitap hakkında o kadar çok söyleyecek sözüm vardı ve kitabı okumak için o kadar yoğun emek harçamıştım ki, bir daha yazdım. Bu yazı kitap hakkındaki ufak araştırmamın meyvelerini ve detaylı atıp tutmalarımı içeriyor. >>>


Bu kitabı sadece Mor Kitaplık'ta yazdım. Aile, arkadaşlık, ilişkiler, kasaba hayatı, çocuklar, dayanışma... Bu kitapta eğlencelik bir kitapta aradığınız her şeyi bulabilirsiniz (romantizmi biraz eksik). Bu kitabın kız kardeşlerini ise Pembe Kitaplar'da ;) >>>


Kısa romana kısa bir yazı. Yine daha önce hakkında yazmadığım bir kitap. Yalnız ABD için yazdığım "Ödüller ve Ödüllü Kitaplar" yazılarını devam ettirirsem (ettirebilirsem) Birleşik Kırallık'ın ödüllü kitapları arasında tekrar bahsedebilirim. >>>

Bu işe konuk yazarlık deniyor galiba. Ben her ay bir yazı yazdığım için pek konuk sayılır mıyım bilmem. Şu aralar kitap okumaya bile zor vakit bulduğumdan bırakın başka bloglara Kitap Notları'na bile yazamıyorum ama konuk olmak zevkli bir iş. Bu yoğun dönemi atlatınca her türlü konuk yazarlık teklifine açığım :)



Yazıları okumak için başlıklara veya oklara tıklamanız yeterli.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Feminist Edebiyattan


Selim İleri'nin övgüsünü üzerine
İlknur Özdemir çevirisini aldım
ve pek memnun kaldım. 
Feminizm ve edebiyat diyince akla ilk Virginia Woolf gelir, Woolf kitapları içinden de feminist yazının klasiklerinden sayılan Kendine Ait Bir Oda (A Room of Someone's Own). Bu uzun deneme yazarın 1928 yılında Cambridge Üniversitesi'nde kız öğrencilere hitaben yaptığı konuşmanın üzerine inşa edilmiş. Woolf kitabında "kadın ve kurmaca" konusunu tartışıyor. Bunu yaparken çeşit çeşit sorular gündeme getirip kapsayıcı bir açıdan konuyu ele alıyor. Öyle ki kitap bir kadınlar ve toplum kitabına dönüşüyor. Nasıl mı? Şöyle...

Woolf, kadının kurguyla ilişkisinden önce sıradan bir kadının nasıl yaşadığına, neleri yapıp neleri yapamadığına odaklanıyor. Hayali bir Mary Saton yaratıp onun gözünden üniveristeleri, sokakları, kütüphaneleri dolaşıyor. İlk tespiti kadının eğitim dahil her türlü entellektüel etkinlikten dışlanmış olduğu. Sonra buna karşı gelerek söz gelimi şiirle ilgilenecek bir kadının nasıl alaya alınacağını, küçümseneceğini, işi ileri götürürse cezalandırılacağını anlatıyor. Burada ünlü Shakespeare'in bilinmeyen kız kardeşi hikayesin anlatıyor. Her şeye rağmen yazan kadınların edebi kalitelerini bozan bir hınç, nefret ve hayal kırıklığının varlığına işaret ediyor. Bu noktada kitaba adını da veren çözümünü sunuyor: ekonomik bağımsızlık ve kendini geliştirmek için ayrılacak zaman ve mekan. Bu yolla kadınların hem erkekler gibi üreteceklerini hem de halihazırda annelerinin yoksulluğu ve unutulmuşluğu nedeniyle çektikleri sıkıntıların bir sonraki kadın kuşaklarına aktarılmayacağını söylüyor.

Okurken sık sık ben bu satırları hatırlıyorum dedim. O kadar alıntılanmış, o kadar örnekleri başka başka yerlerde kullanılmış ki... Eh bir kaç alıntı da ben yapayım o zaman:

''Kurmaca olgulara bağlı kalmalıdır, olgular ne kadar sahiyse kurmaca da o kadar iyi olur - bize böyle öğrettiler.'' 
''Eğer Mrs. Seton ve annesi ve onun da annensi para yapma sanatını öğrenmiş olsalardı, babaları ve onlarda önce gelen büyükbabaları gibi paralarını kendi cinslerine uygun öğretim üyelikleri, okutmanlıklar, ödüller ve burslar tesis edilmesi için bırakmış olsalardı, biz burada tek başımıza keklik eti ve bir şişe şarapla gayet ölçülü bir yemek yiyebilirdik; bize cömertçe bahşedilmiş mesleklerden birinin koruması altında olacağımıza güvenerek, zevkle geçireceğimiz onurlu hayatı dört gözle bekleyebilirdik.'' 
''Neden erkekler şarap içerken kadınlar su içiyorlardı? Cinslerden biri o kadar varlıklıyken öbürü neden yoksuldu?'' 
''Keats ve Flaubert ve diğer üstün yetenekli adamlar dünyanın kendilerine kayıtsız kalmasına güç dayanıyorlardı, ama kadınlara baktığımızda bu kayıtsızlığın yerini düşmanlık alıyordu. Dünya kadına, erkeklere dediği gibi 'İstersen yaz, umrumda değil!' demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek 'Yazmak mı?' diyordu. 'Yazman ne işe yarıyor?'''

Kitabın önemini ve etkileyiciliğini bir örnekten daha görebiliyoruz. 2007 Nobel Ödüllü yazar Doris Lessing'in 19 Numaralı Oda (To Room Nineteen) adlı öyküsü Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sına karşılık, ondan esinlenilerek yazılmış. Bu öyküde Lessing evli, mutlu ve dört çocuklu tipik bir kadının içindeki üretme dürtüsüyle olan macerasını anlatır. Kendini keşfetmek, içinden geleni yazmak ve üretmek için sığınacak, yalnız kalacak bir yer arayan kadın sonunda bir otelde 19 numaralı odayı tutar ve düzenli olarak burada zaman geçirmeye başlar. Okumak isteyecekler için sonunu söylemiyorum ama son Woolf'un yazdığı (veya erkeklere özgü herhangi bir işe el attığı) için dışlanan, aşağılanan, cadılıkla veya delilikle suçlanan kadınlarla ilgili öngörüsünden farklı değil.

Lessing'in feminist edebiyatla özdeşleşen tek eseri bu değil. Yazarın en önemli kitabı kabul edilen Altın Defter (The Golden Notebook) yazarın tüm itirazlarına rağmen feminizmin önemli eserlerinden sayılıyor. Gerçekten de kadın olmak, kadnlık halleri ve toplumla kadının ilişkisi üzerine siyleyecek sözü çok olan bir kitap. Diğer yandan değişik katmanları ve konularıyla sadece bir kadın kitabı da asla değil.

Altın Defter, zamanında çok satan bir kitap yazmış fakat şimdi yazar tıkanması yaşayan, eski komunist parti üyesi ve gazeteci Anna Wulf'un kişilik krizini konu alıyor. Anna düşüncelerine ve hayatına bir düzen verebilmek için dört farklı konuda (yazarlık sorunları, siyaset, ilişkiler, günlük olaylar) dört ayrı renkli defter (sırasıyla siyah, kırmızı, sarı, mavi) tutmaya karar veriyor.

Bu defterler boyunca Anna'nın hayatı, duyguları, anıları, düşünceleri, çevresindekiler arasında bir yolculuğa çıkıyoruz. Romanın defterlere bölünmesi ve bu defterlerin sanki başka başka hayatlara aitmiş gibi durması şekil ve içeriğin birbirini tamamlamasına en güzel örnek. Bu anlatım sanki bir yanda Anna'nın kişilik parçalanmasını temsil ederken bir yandan da çok çeşitli izleklerin bir arada sunulmasına imkan veriyor. Bunlar arasında ne yok ki: kadınlık-annelik, siyaset-komunizm, Amerikalı olmak-İngiliz olmak, sağlık-delilik, yaratıcılık-yazarlık, modern insan, kişilik algısı (özellikle sinema bölümlerinde), aile-ilişkiler, beyaz adam-siyah adam... Hepsi ayrı ayrı vurgulanmasına rağmen okudukça görülüyor ki hepsi bir bütünün parçası.

Yine de yazarın sıkı okuyucuları arasından sadece benimsediği tek bir defteri okuyanlar da varmış. Lessing'in bir söyleşinindeki ifadesine göre romanı okuyanlar genelde izleklerden sadece birini ya da birkaçını görebiliyor, genelde bu onun neye ihtiyacı ve ilgisi varsa o oluyormuş. Ben de tek bir defteri değil ama Güney Afrika yıllarına ilişkin bölümleri çok beğendim. Kadınlığa ilişkin güzel paragraflar da vardı ama özellikle şu cümle aklımda yer etti: ''Erkekler özgür olmadan kadınlar nasıl özgür olabilir?''

Roman boyunca birçok erkek sahneye çıkıp sahneden iniyor; bence bu erkekler kadınlarla ilişkileri açısından bir takım özellikleri sembolize ediyorlar ve belirli bir rol oynamak için oradalar. Örneğin kimileri karılarını aldatıp sonra suçu diğer kadına atanlar, kimileri de ailelerini şirketleri gibi yönetmeye kalkanlar.

Konumuza dönersek; defterler boyunca Anna Afrika'da bir beyaz, İngiltere'de bir komünist, bu dünyada bir kadın olmanın yükünü sırtlanmaya çalışıyor. Bu halleri, kendini anlamaya çabalıyor. Giderek deliriyor... ve sonunda deliliğin en koyu olduğu yerde tüm defterlerin birleşimi ve toplamından fazlası olan Altın Defter'de dönüm noktası yaşanıyor. 

Parçalı anlatımın hakim olduğu, iç içe geçmiş birkaç hikayenin anlatıldığı, delilik buhranının sonlara doğru okuyucuyu boğduğu bu kitabı okumak hiç kolay değil. Zaten yayımlandığı dönemde roman eleştirmenlerce pek beğenilmemiş; fazla kişisel ve zor bulunmuş. Öte yandan derinliği nedeniyle tekrar tekrar okuyup hepsinde farklı bir anlam çıkaracağınız zengin bir kitap. Bazı kitapları okumanın yaşı vardır; biraz hayat tecrübesi ve olgunlukla bu kitabın da daha iyi kavranabileceğini düşünüyorum.

Bir de Anna Wulf'un Virginia Woolf adıyla bir ilgisi var mı acaba?


13 Eylül 2012 Perşembe

Rüzgar Gülleri - Bozcaada


Rüzgar Gülleri daha doğrusu tirbünleri adanın simgelerinden. İnsanlar içkilerini alıp burada güneşin batışını seyretmeye gidiyorlar. Biz de şarabımızı alıp güneşin batışını izleyelim dedik fakat otelden biraz geç çıkmışız ve güneşin batışını yolda izlemek zorunda kaldık maalesef. Yine de şarabımızı manzarada içelim dedik ve yola devam ettik. Rüzgar güllerini hiç bu kadar yakından görmemiştim ve bu kadar ihtişamlı olmasını beklemiyordum doğrusu. İzleme noktası ise çok esiyordu. Ayakta durmakta bile zorlandık rüzgardan ve şaraplarımızı güç bela içtik. Yine de keyifliydi. İzleme noktasının tek kötü tarafı ise pis olmasıydı. Adada naylon torba kullanımı yasak olmasına rağmen; sanırım ada dışından gelenlerin yanlarında getirdiği torbalar ve attıkları çöpler her yerde uçuşuyordu... (rüzgardan tripot ayakta duramadığı için manzara ile ilgili doğru dürüst fotoğraf bile çekemedim)

Şişman Restaurant - Bozcaada




Şişman Restaurant Rum mahallesi tarafında ara sokakta şirin bir yer. Bir öğle yemeğimizi burada yedik. Vişne soslu yaprak sarma, enginar fava ve soslu levrek lezzetliydi (meze tarzı birşey). Yemeğimiz öğle vakti olduğu için daha çok meze tarzı hafif şeylerden oluşuyordu fakat hesap bu hafif yemeklere göre oldukça ağır geldi. Yemekte alkollu içki almadığımız ve ana yemek tarzı birşey yemediğimiz halde oldukça yüklü sayılabilecek bir hesap ödedik. Sonuç itibariyle Şişman Restorant'ın yemekleri leziz, masaları ve mekanı şirin fakat biraz pahalı. Aklınızda bulunsun...

10 Eylül 2012 Pazartesi

Eski Kahve - Bozcaada




Eski Kahve Bozcaada şehir merkezinde şirin bir cafe. İlk gün öğle yemeğimizi burada yedik. Menüsünde her yerde bulabileceğiniz lezzetli yemek ve tatlıların yanı sıra Çanakkale ve Bozcaada'ya ait lezzetler de var. Benim tercihim yöresel bir yemek olan  fırında kızarmış mantı oldu ve gerçekten de tadı enfesti. Ertesi gün akşam da yemekten sonra kahvelerimizi ve tatlılarımızı burada yedik. Sakızlı muhallebisi süperdi ama açıkça söylemem gerekirse Gelincik şerbeti vasattı (yada ben ilk defa içtiğim için bu şerbetin tadını tam anlamadım). Eski Kahve'nin porsiyonları büyük, servisi iyi, yemekleri leziz. Aklınızda bulunsun...

Ödüller ve Ödüllü Kitaplardan Bir Tutam (ABD)

Ödüller edebiyat dünyası için çok önemli. Yazarları ve yayınevlerini daha iyiye teşvik ederken okuyuculara da yol gösteriyor ve onların ilgilerini canlı tutuyor (ya da en azından beklenen bu). Ben de ABD'de verilen önemli ödüllerden ve bunları kazananlardan bir tutam seçtim: Bel Canto (PEN/Faulkner), Gilead (Pulitzer), Travma (Edgar). 

PEN/Faulkner Ödülü ve 2002 Kazananı: Bel Canto - Ann Patchett

William Faulkner Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri. 1949 yılında Nobel Ödülü'nü kazanan Faulkner, aldığı para ödülünü (yaklaşık 1 milyon dolar) kendi adını taşıyan bir vakfa bağışladı. International PEN ile de bağlantılı olan bu vakıf 1980 yılından bu yana yeni kurgu yazarlarını desteklemek amacıyla, yaşayan Amerikan vatandaşları içinden seçilen finalistlere 5 bin, kazanana ise 15 bin dolarlık ödül veriyor.

Bel Canto sevginin ve sanatın var ediciliğiyle, şiddetin ve nefretin yıkıcılığını bir arada sunuyor. İkisinin çarpışmasını, birbirine dönüşmesini, birbirini yok etmesini anlatıyor.

Fakir bir Latin Amerika ülkesinde belki yatırım yapar ümidiyle dünya devi Japon bir elektronik şirketinin sahibine doğum günü partisi düzenleniyor. Partiye patronun saplantılı bir hayranlık duyduğu opera sanatçısı da konser vermek üzere davet ediliyor. Bu fırsattan istifadeyle dünyanın her yanından insanlar bu şeçkin partide ülkenin başkan yardımcısının güzel evinde buluşuyor. Sonra BAM! Bir grup terörist havalandırmadan süzülerek konseri basıyor ve yüzden fazla kişiyi rehin alıyor. Çamurlu postallarlar makosen ayakabılar, üniformalar ve şifon gece elbiseleri, çelik namlular ve gümüş şamdanlar birbirine karışıyor.

Romanın devamında rehin alanlar ve rehin alınanlar arasında ve bu iki grubun kendi içlerindeki ilişkileri, kişilerin iç dünyaları, insanlık halleri; özenle seçilmiş detaylar, güçlü tasvirler, çarpıcı sahnelerle işleniyor. Kitap kendine ait bir evren yaratıyor. Zaman geçtikçe iki grup arasındaki duvarlar yavaş yavaş yıkılıyor. Sanki yıkılan duvarlar içerdekilerle dışardakiler arasında yükselmeye başlıyor. Çok yavaş ve doğal olmasına rağmen ben bu yakınlaşmanın ulaştığı son raddeyi abartılı ve naif buldum. Öte yandan anlatımın güzelliği yanında bu hayalperest tavırdan hiç rahatsız olmadım.

Roman gerçek bir olaydan esinlenilerek yazılmış. 1997 yılında Peru'da dört buçuk ay süren ve Japon Büyükelçiliği Krizi diye bilinen rehin alma olayının ana hatlarıyla romanın kurgusu bire bir örtüşüyor. Ben heyecanı kaçmasın diye kitabı okuduktan sonra olayı araştırdım; size de okuduktan sonra mutlaka bu olayı araştırmanınızı tavsiye ederim. Tabi merakınıza yenilip de önce Peru olayını öğrenirseniz de üzülmeyin çünkü kitap olaylar ve maceradan ziyade duygular ve insan ilişkileri üzerine kurulu.

Roman üç yüz küsür sayfa boyunca kadın bakış açısını da koruyor. Roxanne, Carmen, Beatriz... Sayıca azlar ama romana yön veriyorlar. Nefretin ve sevginin karşı karşıya geldiğini söylemiştim ya; ister rehine olsun ister terörist kadınlar hep var eden taraftalar sanki. Bu açıdan bakınca kitabın sadece kadın kurgu yazarlarına verilen Orange Ödülü'nü 2002 yılında kazanması hiç şaşırtıcı değil. 

Kısaca kitabı beğendim ve tavsiye ediyorum. Ayrıca kapağını pek beğendiğimi söylemeden geçemiyorum.

Pulitzer Ödülü ve 2005 Kazananı: Gilead - Marilynne Robinson


Gazete yayımcısı Macar asıllı Joseph Pulitzer'in vasiyetiylegazetecilik okulu ve ödülleri için Columbia Üniversitesi'ne yaptığı yüklüğü bağışın 250 bin dolarlık kısmı Pulitzer Ödülü ve Bursu için kullanılıyor. 1917 yılında kurulan Pulitzer Ödülü diğer ödüllerin aksine sadece edebiyat alanında değil gazetecilik ve müzik alanlarında toplam yirmi bir dalda veriliyor. Edebiyat alanında (biyografi, kurgu, tarih, şiir, oyun ve genel kurgu olmayan yazı) ödül alabilmek için Amerikalı olmak ve tercihen Amerikan hayatı üzerine eser vermek gerekiyor. Kazanan prestijin yanında 10 bin dolarlık bir çekin de sahibi oluyor. Yalnız bu yıl (2012) jüri kurgu dalında hiçbir eseri ödüle layık görmeyerek tartışma yarattı.

Gilead, ABD'nin Iowa eyaletinde hayali bir kasaba. Adını İncil'de geçen Gilead tepesinden alıyor. ABD İç Savaşı sırasında ve sonrasında yaşamış 3 kuşak din adamı bir aileyi anlatıyor. Bu üçlü birbirinden çok farklı. Dede eline silah alıp kölelik yanlılarına karşı savaşırken baba bunun günah olduğunu, çünkü ne olursa olsun kan dökmenin meşru olamayacağını düşünüyor. Oğul John Ames ise bunları ve kendi hayatından süzdüklerini kendi oğluna anlatıyor. Tüm bunları okuyup sizi bir macera bekliyor sanmayın. Kitap anılar, dini alıntılar, iç hesaplaşmalar ve felsefi fikirlerle dolu.

Kitabın en güçlü yanının anlatım tekniği olduğunu düşünüyorum. Anlatımın başında John Ames bu 'mektubun' ne yazdığı resmi evraka ne de vaazlarına benzeyeceğini, sadece düşündüğü gibi yazacağını belirtiyor. Öyle de oluyor. Peder Ames gerçekten de kendi kendine düşünür gibi yalın kelimelerle bir konudan diğerine yumuşak geçişler yaparak içtenlikle yazıyor. Kendinizi yaşlı bir adamın beynine girmiş dolaşır gibi hissediyorsunuz.

Yazar Ames aracılığıyla aile bağları, hayatın kıvrımlarında saklı ufak mutlukluk ve zevk anları, doğmak ve ölmek konularını hoş satırlarla işlemiş. Ruhaniyeti sevenlere özellikle hitap edecektir bu bölümler. Bu satırlar bir pedere ait olunca bol bol İncil alıntısı ve din felsefesi de eksik olmamış tabi.

Ve ben bu kitabın yarısından fazlasını okuyup yarım bıraktım. Hem de kitabı yurtdışından getirttiğim ve kitaba büyük şevkle başladığım halde! Nedeni ne kadar hoş olsada yukarıda bahsettiğim konular üstünde bir takım sipritüel fikirlerin herhangi bir ana olay örgüsüne bağlı olmaksızın tekrarlanıp durması. Öyle ki 70. sayfadan sonra hiçbir yere varamadığım, on sayfa atlayıp okumaya davem etsem farkına varmayacağım hissine kapıldım.

Ben böyle söylüyorm ama kitap aynı zamanda Ulusal Kitap Eleştiri Çevresi Ödülü (National Book Critics Circle Award) sahibi. Tercih sizin.

Edgar Ödülü  ve 2011 Kazananı: Travma - Steve Hamilton


Tam adı Edgar Allen Poe Ödülleri olan bu ödüller 1946 yılında kuruldu. 1954'ten bu yana her sene Amerikan Gizem Yazarları Derneği tarafından roman, kısa hikâye, televizyon, film, tiyatro ve gerçek konulu yazı dallarında veriliyor. Bu ödülü alabilmek için diğerlerinin aksine ABD vatandaşı olmak gerekmiyor yalnız eserin ABD'de erişilebilir olması yani oyunsa ABD'de sahnelenmesi, kitapsa kitapçılarda satılıyor olması şart. Ayrıca ödüller suç, gizem, gerilim veya entrika konulu eserlere veriliyor.

Bu kitap bir çok-satan olmak için işe yarar tüm unsurları içeriyor: gizem, macera, romantizm, dram... Son yıllarda popüler olduğu üzere kahraman ergenliğinin ortasında travmaya uğramış bir genç adam. Bir baş kahraman olmak için kitap boyunca (sonu hariç) fazla edilgen olsa da, onu kitabın yıldızı yapacak pek çok özelliğe sahip. Micheal konuşamadığı için hep gizemli, temiz yüzlü hatta yakışıklı, bir gördüğünü bir daha bakmadan tüm detaylarıyla çizebilecek kadar resme yatkın ve her türlü kilidi açma konusunda kendi kendini yetiştirmiş bir usta. 

Kitaptaki ergen romantizmi, sevdiği kız için tehlikeye atılma ve "Seni bu işe bulaştıramam" klişesi ile Micheal'ın son sayfalara kadar sürdürdüğü edilgenliği beni kitaba bayılmaktan alıkoysa da kitabın takdir ettiğim taraflarını vurgulamayı tercih edeceğim. 

Öncelikle özensiz hatta yer yer hatalı çevirisine rağmen anlatım tekniğini çok beğendim. Yazar, Micheal'ın travmatize olmuş zihninin duyarsızlığını ve hatta boşvermişliğini anlatımının içinde çok güzel vurgulamış. Başkaları onunla konuşurken onun aklından geçenler hem durumunu hem de yaşını çok güzel ifade etmiş. 

İkinci olarak da kitaptaki her olayın, her detayın bir diğeriyle eklemlenişi çok başarılı. Travma nedeni ile kilitler konusundaki bilinçdışı takıntısı, konuşamaması ile başının giderek daha çok belaya girmesi, zor çocukluğu ile suça karışması gayet güzel örtüşüyor. Kurguyla ilgili tek şikayetim Micheal'ın sevdiği kızın babası tarafından mafyaya bulaştırılması sürecinin biraz zorlama gelmesi.

Son olarak, yukarıda bahsettiğim olumsuz taraflarına ilaveten, sonun (Micheal'ın hapse girmesi) baştan söylenmiş olmasının verdiği rahatlık nedeniyle kitabın iddia edildiği gibi kalbimi güm güm attırmasa da iyi dozda macera içerdiğini söyleyebilirim. Bu kolay okunan diliyle birleşince sayfalar su gibi akıp geçiyor.

Kitap ayrıca ALA Alex Ödülü (2011) ve Suç Yazarları Birliği Ian Flemming Steel Dagger Ödülü (2011) sahibi.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Bozcaada Mitos Beach




Bozcaada'da birçok plaj var ama biz tercihimizi Mitos Beach'den yana kullandık. Mitos Beach paralı bir plaj bir miktar ücret karşılığında şezlong ve şemsiye kiralayabiliyorsunuz. Yine ücret karşılığında içecek servisi de var. Deniz ise tam anlamıyla muhteşem. Herkesten Bozcaada'nın denizinin çok soğuk olduğunu duymuştum ama deniz çok güzeldi. Ege'nin denizinden bile sıcaktı ve ben hiç sudan çıkmak istemedim. Bu arada denizin en iyi zamanı da Eylül ve Ekim aylarıymış benden söylemesi...

5 Eylül 2012 Çarşamba

Bozcaada Destina Otel






Destina yeni bir tesis ve Bozcaada'nın merkezine yürüme mesafesinde şirin bir otel. İşletmecileri Sinem hanım ve eşi Cengizhan Bey otuzlu yaşlarının başında genç ve sevimli bir çift. Onların güleryüzü ve hoş sohbetleri Destina'da kaldığınız günleri daha da hoş bir hale getiriyor. Otelin özelliklerine gelirsek; otel yan yana iki binadan oluşuyor. Odalar ve banyolar temiz, rahat ve aydınlık (dışarıdan biraz ses gelse de ben çok sorun etmedim). Bahçesi ise fotoğraflarda da görebileceğiniz gibi yemyeşil ve çok sevimli. Sabah kahvaltısı da bu şirin bahçede veriliyor. Kahvaltı ise çok leziz. Sinem hanımın elleriyle hazırladığı reçellerin tadı hala damağımda. Bozcaada'da birçok otel ve pansiyon olsa da merkeze yakınlığı ve yeni olması sebebi ile önereceğim bir otel Destina...


Jason Goodwin'den Türkiye ve İstanbul Kitapları İlk 10'u


Jason Goodwin bir tarihçi, romancı ve İstanbul âşığı. Cambridge Üniversitesi'nde Bizans tarihi okurken başlamış bu tutkusu. İstanbul hakkında Türkçe'ye de çevrilmiş olan iki ünlü tarih kitabı yazmış: Bir Ucu Altın Boynuz (On Foot to the Golden Horn: A Walk to İstanbul - 1993) ve Ufukların Efendisi Osmanlılar (Lords of the Horizons: A History of the Ottoman Empire - 1998) Yazarın altı ay boyunca yürüyerek İstanbul'u gezmesini konu alan Bir Ucu Altın Boynuz, John Llewellyn Rhyns Ödülü'nü almış.

Bu kitapları Yashim adında bir harem ağası dedektifin maceralarını anlatan, 19. yüzyıl İstanbul'unda geçen tarihi romanlar serisi takip etmiş. Bu serinin dördüncü ve son kitabı An Evil Eye 2011 yılında piyasaya çıktı. Serinin önceki kitapları Yeniçeri Ağacı (The Janissary Tree - 2006) ve Yılanlı Sütun (The Snake Stone - 2007) Turkuvaz Kitap tarafından basılmış. Yeniçeri Ağacı'nın da 2007 yılında Edgar Ödülü'ne layık görüldüğünü atlamayalım. Üçüncü kitap The Bellini Card ise 2007 yılında Birleşik Krallık'ta yayınlanmış ama henüz Türkçe'ye çevrilmemiş. Yazarın blogu da var ve o da The Bellini Card adını taşıyor: http://thebellinicard.wordpress.com/

Goodwin'in İstanbul ve Türk tarihi hakkındaki derin birikimi gezip gördükleri ve üniversite eğitimi kadar okuduklarından da geliyor elbette. Aşağıda yazarın tutkusuna yaraşır genelde Osmanlı tarihi, 19. yüzyıl ve İstanbul odaklı güzel bir liste var. Goodwin'in İngiliz Guardian gazetesi için hazırladığı bu listeyi çevirdim. Şimdiye kadar paylaştığım listeler (bkz: yazarların sevdiği kitaplar) içinde beni en çok etkileyen liste oldu. Norwcih'in A Short History of Byzantium kitabı zaten kitaplığımda vardı ve okumak istiyordum (bkz: Okunacaklar); iyice heveslendim. Türk Mektupları da çok ilgimi çekti. Yazarın kendi kitapları da aklıma girdi. Öte yandan da (yazara göre) Türkiye'yle ilgili en iyi/ilginç/orjinal kitapları neden hep yabancılar yazmış diye de merak ettim. Bakalım siz ne düşüneceksiniz.

''1. İstanbul: Poetry of Place - Ates Orga  (editör)
Bir cebinizde "Strolling Through İstanbul", diğerinde bu ince kitapla Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının eski başkentini keşfetmek için mükemmel şekilde donanmış olursunuz. Şiir ve biraz da nesirle dolu İstanbul size sultanlardan günümüz feministlerine şehrin sakinlerinin sesini taşıyor.

2. Kar - Orhan Pamuk
Bu karmaşık, parçalı, inanılmaz ve şairane, baştan sona postmodern roman; kelime oyunları, ironiler, geç anlamalar ve aşk, inanç, sosyal adalet arasındaki tahmin edilemez çelişkilerle dolu.  Sadece insanlık hallerini değil, aynı zamanda 20. yüzyıl Türkiyesinin laiklik, dini özgürlük ve devrime ilişkin kaygılarını da yansıtıyor. Genç gazeteci Ka türban takmayla bağlantılı intihar dalgasını incelemek üzere Kars'a gelir ve iddialar, karşı iddialar ve çatışan önceliklerin mütemadiyen değişen dünyasına dalar.

3. Türkiye: Kısa Bir Tarih - Norman Stone
Çağdaş Türkiye'ye ilişkin bir giriş müziği; nasıl meydana geldiğinin canlı, kışkırtıcı, sık sık komik, her zaman güçlü kavrayışlı bir dökümü. Stone, bir Türk âşığı, bir filolog, bir polemikçi, öyküsel tarihçi olarak marifetlerini, Türklerin kökenleri, tarihi ve karşılaştığı günümüz sınamaları hakkında kısa ve sarsıcı bir dersle sürüklemek üzere bir araya getiriyor. Eğer Türkiye'deki neredeyse tüm dükkânlarda neden bir Atatürk portresi asılı olduğunu gerçekten anlamıyorsanız bu kitabı okuyun.

4. Classical Turkish Cooking - Ayla Algar
Bu gezinizin en önemli bölümlerini sonsuza dek genişletebilir. Daha çekici yemek kitapları var ama ben bu kitabın mütevazılığını seviyorum. Türk kültürünün evcimen ve nazik özelliğini ifade ediyor ve onu yemenize imkân tanıyor. Klasik mezeler, çorbalar, et ve balık yemekleri, ve tabi ki pilavlar ve hamurişleri - tarihi bir anlayış ve dünya çapında bir kültürün gelişimiyle birlikte yüzlerce tarif.

5. Türk Mektupları - Ogier Ghiselin de Busbecq
Bu Filemenk soylusu mektuplarını büyükelçilik göreviyle 1554-1562 tarihleri arasında İstanbul'dayken yazdı. Bu onun Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı Devleti'nin en parlak günlerine bir şahitlik etmesine fırsat verdi. Busbecq bir botanist, antikacı, akademisyen ve hayvanbilimciydi; ülkesine  leylak ve laleyi götürdü.

6. Konstantiniyye: Dünyanın Arzuladığı Şehir - Philip Mansel
En iyi tarihçilerimizden birinin kaleminden şehrin 1453 sonrası eksiksiz tarihi çok etnikli, çok dilli bir imparatorluğun nasıl 600 yıldan fazla süre tek bir hanedan ailesi tarafından idare edildiğini açıklıyor. Mansel, geniş çapta kaynakları işleyerek bu eski dünya başkentinin modasını, görkemini ve siyasetini hayata döndürüyor.

7. Kanatsız Kuşlar - Louis de Bernieres
Bunu elime alıp alıp bırakıyorum çünkü bu insanın üstüne saldıran trajediyle pek yüzleşemiyorum. Söylemeye gerek yok; bu I. Dünya Savaşı'yla Türkiye-Yunanistan ilişkileri çökünce başlayan 1923 yılının büyük nüfus takası Anadolu'daki Rum yerleşimini bitirdiği bir ortamda, Philotei ve İbrahim'in kara kaderli aşklarının hikayesi. Bu kitapta Gelibolu var, Atatürk var; Yüzbaşı Corelli'nin Mandolinii'nden karakterler var. De Bernieres bu kitabın daha iyi olduğu konusunda israrlı ve ben de ona inanıyorum.
 
8. Eothen - AW Kinglake
"Doğudan" anlamına gelen başlık yazarının da işaret ettiği gibi kitaptaki en sert şey. Viktorya döneminde yaşamış biri tarafından yazılmış olma iddiasındaki kitap muzip bir seyahat dökümü; inanılmaz komik bir okuma. Jonathan Raban anlatıcıyı "Flashman'le yakın kan bağı olan birinin duyarlılığına" sahip olarak tarif ediyor.
 
9. A Short History of Byzantium - John Julius Norwich
Norwich'in üç ciltlik tumturaklı tarihinin tek cilde sıkıştırılmış hali bazen çok yoğun gelebilir ama yazar 1123 yıl ve 18 gün var olan bu imparatorluğun çoğu zaman acımasız hikayesini ustaca ve eğlenceli şekilde ana hatlarıyla aktarıyor.
 
10. Rebel Land - Christopher de Bellaigue
İmparatorluğun yok oluş günlerinde yaşanan Ermeni katliamından bahsetmesinin ardından gazeteci heyecanına kapılan Bellaigue ne olmuş olabileceğini kendisi için keşfetmeye karar verdi. Bir zamanlar büyük bir Ermeni nüfusu barındırmış olan Varto'da karar kıldı ve buraya yerleşti. Bellaigue'nin kesin bir nihai cevap vermeyen, yerel halk, gizli polis ve sürgünlerle deneyimlerinin güzel anlatımı hala izi sürülebilen konuya ışık tutuyor;  durumun o zamanki ve şimdiki karmaşıklığını aydınlatıyor."

4 Eylül 2012 Salı

Bozcaada Kalesi







Bozcaada'ya feribotla yaklaşırken en dikkat çeken şeylerden biri de Bozcaada Kalesi. Bozcaada boğazın çıkışında olmasından dolayı geçmiş yıllardan beri istilaya açık bir yer olmuş. Anakaraya yakınlığı nedeniyle de denizden gelebilecek olan tehlikeleri ilk karşılayan yer olmuş Bozcaada kalesi. 

Türkiye’nin en iyi korunmuş kalelerinden biri olan Bozcaada Kalesi’nin ilk olarak ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor. Fenikeliler, Cenevizler ve  Venedikliler tarafından kullanılan kale, bugünkü görünümünü Fatih Sultan Mehmet döneminde var olan kalıntılar üzerine tekrar inşa edilmesiyle almış(1455).
Venedik- Osmanlı arasında süren mücadeleler sırasında uğradığı tahribatlar sonrası, Köprülü Mehmed Paşa döneminde büyük bir onarımdan geçmiş (1657). 2. Mahmut zamanında ise neredeyse yeniden inşa edilerek bugüne kadar bu görünümü korunmuş(1815).
Adanın kuzeydoğu ucuna, kayalıklar üzerine inşa edilmiş kalenin etrafı zamanında suyla dolu olan bir hendekle çevrili. Bir zamanlar asmalı bir kapıyla girilirken şimdi sabit bir köprü üzerinden giriliyor kaleye. Yine bir zamanlar içerisinde Türk ahalinin yaşadığı iki caminin olduğu kale içi, şimdi neredeyse bomboş. Sadece festival zamanlarında verilen konserlerle hareketleniyor.
İç kale bölümünde ada etrafından çıkarılan amforaların sergilendiği bir oda bulunuyor. Ayrıca kalenin bahçesinde adadan çıkarılan çok sayıda eski mezar taşı ve tarihi eser sergileniyor. Kalede en dikkat çeken şeylerden biri ise üzerinde kurukafa oymaları bulunan korsan mezar taşları (5.fotoğraf) Kalenin giriş ücreti ise 3 TL.


Bozcaada'ya genel bir bakış...



Bozcaada feribottan ilk göründüğü anda ismi gibi boz, ama içi özellikle rum mahallesi rengarenk bir ada. Bozcaada Çanakkale'ye bağlı bir ada. Türkiye'nin üçüncü büyük adası ve Çanakkale boğazının hemen girişinde yer alıyor. Enteresan olan ise yerleşimin adanın merkezinde toplanmış olması ve herhangi bir köyünün bulunmaması. Ayrıca suç oranı o kadar düşük ki (hatta yok) bu sebepden dolayı adliye binası geçen sene kaldırılmış. Ulaşım Geyikli'den feribotla sağlanıyor. Çanakkale'den ise sadece yayalar için deniz otobüsü seferleri düzenleniyor. Antik çağlarda ismi Tenedos olan Bozcaada'nın tamamı doğal ve tarihi sit alanı. Adada yerleşim kalenin etrafında yapılanmış durumda ve türk ve rum mahalleleri olarak ismen bölünmüş durumda. Adada ağırlıklı olarak şarapçılık yapılıyor ve adanın neredeyse yarısı üzüm bağları ile kaplı. 
Adada ulaşım motorlu araçlarla sağlanıyor ama sokaklar dar ve park sorunu olduğu için arabayı park edip bırakmak en iyisi. Plajlar ve bağlar dışında çoğu yer yürüme mesafesinde olduğu için arabaya da gerek olmuyor zaten...


Bozcaada'da görülecek yerler:
Bozcaada kalesi, rum mahallesi, Ayazma Manastırı, üzüm bağları ve şarap fabrikaları, rüzgar gülleri...
Bozcaada'da nerede kaldım?
Destina Otel'de kaldım daha sonraki detaylı yazılarda okuyabilirsiniz...
Bozcaada'dan neler alınır?
Bozcaada'ya gelmişken benim gibi şarap severseniz tabii ki şarap almalısınız. Ada'da dünyaca ün kazanmış Corvus şaraplarının yanı sıra Talay,Amadeus gibi birçok markanın da şaraplarını bulabilirsiniz...
Bunun dışında harika bir lezzete sahip olan domates reçeli, keçi peyniri, zeytinyağı alabilirsiniz...



Neler yenir, nerede yenir?
Bozcaada'da liman bölgesinde ve rum mahallesinde birçok restoran bulunuyor. Ağırlıklı olarak deniz ürünleri olsa da (ki ben bayılırım deniz ürününe) ev ve et yemekleri yiyebileceğiniz birçok yer de var. Bizim tercihimiz deniz ürünleri oldu (limandaki Şehir Restoran, merkezdeki Eski Kahve, rum mahallesindeki Şişman restoran yemek yediğimiz yerlerdi. Sonraki yazılarda detaylı bahsedeceğim). Gelincik şerbeti (pek bana göre değildi ama eşim bayıldı tadına), damla sakızlı kurabiye, damla sakızlı muhallebi'yi ise kesinlikle öneriririm...

Bu arada 15 Eylül eylül tarihinde bağ bozumu, 16 eylül tarihinde ise yöresel tatlar festivali var. Aklınızda bulunsun...