31 Temmuz 2012 Salı

Hosseini'den Afgan Manzaraları

Afganistan acıların toprağı. Orta Doğu'nun ortak keyfiyetinden payına düşeni almış bu açıdan. Televizyonda gördüklerimize, dergilerde okuduklarımıza ilaveten Kabil'de yaşayan bir arkadaşımın anlattıklarından, yıllar süren savaşların, cehaletin ve terörün ülkeyi bir daha dönülmez şekilde barbarlığın ve sefaletin derinliklerine gömdüğünü anlıyorum. Nüfusunun %52'sinin içecek suyu sıkıntısı çektiği, ortalama insan ömrünün 49 yıl olduğu, recm cezasının uygulandığı bir ülkede edebiyattan, dünyaca ünlü yazarlardan, romanlardan ne kadar bahsedilebilir?

Khaled Hosseini bu sefalete yol açan savaşlardan kaçarak çocuk yaşta ABD'ye sığınmış Afganlardan biri. Hem o ülkeyi içinde yaşattığı hem de bu sefaletin dışında kalarak yazmaya fırsat bulabildiği için, bence Afganistan üstüne popüler kültürde yer alan en önemli eserleri verme fırsatını yakalamış. Hosseini'nin önerdiği Afganistan'la ilgili kitaplardan önce onun kitaplarından bahsetmek istiyorum.


Yukarıda dokunduğum ama boyutlarını tam olarak sayfalarca yazsam da tam olarak anlatamayacağım perişanlık elbette Afganların %99'unu etkiliyor. Ancak felaketlerden kadın ve çocukların, azınlıklarla engellilerin kat kat fazla etkilendiği bir gerçek. Hosseini de şimdiye kadar yazdığı iki romanda ülkenin başına gelen felaketleri en çok ezilenlerin gözünden anlatmış. Uçurtma Avcısı'nda (The Kite Runner) çocukların ve Hazaralar (ülke nüfusunun yaklaşık %9'unu teşkil eden bir etnik grup)  nezdinde azınlıkların dramını anlatıyor. Bin Muhteşem Güneş (A Thousand Splendid Suns) ise iyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, barışta ve savaşta hep en yüklü bedeli ödeyen kadınlardan bahsediyor.


İki kitabında da benzer motifler işleniyor; şiddetli bir dalga şeklinde gelen Taliban terörü, fedakarlık, göç, sırlar, nesiller boyunca süren bir öykü çizgisi... Konu ve arka plan çok güçlü olmakla birlikte kitapları güzel kılan şey yazarın öyküleme ve kurgudaki ustalığı. İki kitabının da sinemaya aktarılması boşuna değil. Romanlar çarpıcı sahneler, en naçar anlarda beliren umutlar, en insani kaygılar, acılar ve mutluluklarla dolu.

Uçurtma Avcısı birinci ağızdan, Bin Muhteşem Güneş ise üçüncü ağızdan anlatılmakla beraber iki romandaki üslup da benzerlik gösteriyor. Yazarın acıklı bir tonu var. Kimilerine fazla gelebilecek bu trajik hava beni rahatsız etmedi çünkü bu acılar ilgi çekmek için icat edilmiş değil, gerçekten yaşanıyor. Dili gayet akıcı. Hemen her bölüme birkaç kısa cümleyle giriş yapması dikkatimi çekti. Bir de elbette bol bol Farsça kelime kullanması... İngilizcesini okuduğum Uçurtma Avcısı'nda bu Farsça kelimelerin otantik tadını daha net alabildim. Türkçesini okuduğum Bin Muhteşem Güneş'te ise Türkçe'ye geçen yüzlerce Farsça kelime nedeniyle tanıdık gelen bu kelimelerin  çoğuna dikkat bile etmedim. Belki de yazarın bu küçük oyununa bağışıklık kazanmıştım.

Washington Post "Eğer Bin Muhteşem Güneş, Uçurtma Avcısı kadar iyi mi diye merak ediyorsanız işte cevabı: Hayır. Daha iyi!" diye yazmış. İki roman da son derece sürükleyici ve etkileyici olmasına rağmen nedense Washington Post'a katılamıyorum, bence Uçurtma Avcısı daha iyi. Bu görüşte yalnız olmadığımı da internette okuduğum yorumlardan anladım. Yine de önce Bin Muhteşem Güneş'i okusaydım fikrim değişir miydi diye düşünmeden edemedim. Doygunluk ve benzer arka plan ve anlatımdan sıkılma sonucu ilk okuduğumu daha lezzetli bulmuş olabilirim, değil mi? Ayrıca bir kitabı orjinalinden okumanın da tadı başka. Bunları da göz önüne alıp bir daha düşündüğümde yine de Uçurtma Avcısı bir tık daha iyiydi diyorum. Öte yandan bir erkeğin kadınların dramını anlatmadaki becerisini de takdir etmeden geçemiyorum.

Hosseini'nin romanlarında ABD'ye gerçekçi olmayan melekvari bir rol biçildiği söylenebilir. Oysa ABD Afganistan'ın başına gelenlerden son derece sorumlu. Yazarın ABD'ye bu denli iyi davranmasını iki nedene bağlıyorum. Birincisi, bir çocukken gidip adapte olduğu, eğitimini aldığı, barışı ve güvenliği bulduğu, bugün romanlarını onun dilinde yazdığı, ekmeğini yediği ülkeye karşı bir sevgi ve hoşgörü besliyor olabilir. Bundan da ziyade ben yazarın Afganistan'ın felaketinde en büyük faturayı Afganlara kestiğini, onlara başka hiçbir etkene tepki duyamayacak kadar kızdığını düşünüyorum.

Afganistan üzerine bu iki güzel romanı kaleme alan yazar daha fazla Afganistan'dan manzaralar isteyenlere şu kitapları önermiş (Türkçeye çevrilmiş olanların adlarını parantez içinde veriyorum):
Amber - Stephan Collishaw
By the Sea - Abdulrazak Gurnah
The Swallows of Kabul (Kabil'in Kırlangıçları) - Yasmina Khadra
The Fortress of Solitude - Jonathan Lethem
The Orchard on Fire - Shena Mackay
Fugitive Pieces (Bölük Pörçük Yaşamlar) - Anne Michaels
The Map of Love - Ahdaf Soueif
West of Kabul, East of New York - Tamim Ansary
The Bookseller of Kabul (Kabil'in Kitapçısı) - Asne Seierstad
Yazarın kitaplarında da etkisi açıkça görülen en sevdiği kitapları işe şurada görebilirsiniz: Khaled Hosseini'nin En Sevdiği Kitaplar

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Sırtçantalılar Seyahat Fotoğrafı Yarışması Başlıyor!


Dünyanın dört bir yanından Türk gezginleri bir araya getiren, Üzerinde Güneş Batmayan Topluluk olarak kendilerini tanımlayan Sırtçantalılar 1-31 Ağustos tarihleri arasında sürecek bir Sırtçantalılar Seyahat Fotoğrafı Yarışması düzenliyor.
Avrupa’nın en büyük teknik bot markası YDS‘nin ana sponsor olduğu yarışmada, katılımcılar dünyanın ve Türkiye’nin farklı yerlerinden çektikleri fotoğraflarla yarışacaklardır. Bu sene ilk defa düzenlenen ve geleneksel hale getirilmesi amaçlanan Sırtçantalılar Seyahat Fotoğrafı Yarışması ‘nın teması: Zor Yok.


YAZININ DEVAMINI okumak icin TIK TIK TIK»

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Azrail Aynası

Kapak başarılı!
Geçenlerde Bumarang'ın Twitter hesabından yaptığı bir yarışmada Cüneyt Ülsever'in Azrail Aynası adlı romanını kazandım. Böylece hiç aklımda yokken, polisiye-gerilim türü kitapları pek okumazken kendimi romanın sayfalarına gömülmüş buldum.

Konu hem ilginç hem çok işlenmiş; ikizler, seri cinayetler, psikiyatri. Belli ki yazar konuyu çok araştırmış. Hatta kitabın 86. sayfasında bir kaynakça bile vermiş. Şöyle:

A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi - Harold Schechter & David Everitt
Koliçi Bir Seri Katilin Öyküsü - Sevinç Yavuz
Seri Katiller (İki Cilt) - Fikret Topallı

Kitap klasik bir polisiyeden farklı olarak suçlunun kim olduğu, polis/dedektif karakterinin çabaları gibi unsurlara odaklanmıyor. Kitap kapağında gerilim-polisiye yazsa da gerilim yok, polisiye çok az. Katil hemen kitabın başında ortaya çıkıyor; sayfaların üçte birinden fazlası katilin çocukluk ve gençlik yıllarına, bir katili yaratan psikozların nasıl ortaya çıktığına ayrılmış. Bu açıdan kitap gerilimden çok dram tadı veriyor. Her ne kadar öykü sürükleyici olsa da özellikle Amerika yolculuğu aşaması ve sonrasının zorlama olduğunu söylemeliyim. Ülkemizde seri katillik yaygın değil diye gençleri ta ABD'ye göndermeye gerek yokmuş bence. Yüz binlerce Türk'ün yaşadığı Almanya'ya gitseler de olurmuş, ya da özgün bir vaka olsalar da. Tabi yazarın bir ABD geçmişi olduğu için ona burada geçen öykü kurgulamak daha kolay ve çekici gelmiş olmalı.

Öykü klişeye çok yatkın. Bunu engellemek için yazar son anda sanki hikayenin ucu açıkmış gibi bir hava yaratmış. Oysa polislerin ulaştığı sonucun doğruluğunu destekleyen o kadar çok unsur var ki: (dikkat spoiler!) katilin neşteri doktor kadar profesyonelce kullanması, orta yaşa gelmiş olmalarına ve çok farklı hayat tarzları olmasına rağmen ikizlern görünüşlerinin saç traşlarına kadar aynı olması, nöbetçi polislerin ikizler evde buluşmasına rağmen sadece birinin eve girip çıktığını görmesi...

İkizler gerçekten karakter güçlü; onlarla birlikte anneleri, dedeleri, babaları da gayet canlı. Yazar öldürülen kadınların bile hayat hikayelerini anlatarak onları ete kemiğe büründürmeye çalışmış. Öte yandan belki de en canlı karakterler olması gereken polisler yok gibiler. Üç komiser siyasi görüşlerine kadar anlatılmış ama sayfalardan bağımsız bir kişilik oluşturamamışlar çünkü olay boyunca Arka Sokaklar dizisindeki "Adam tam bir pislik çıktı Rıza baba!" benzeri laflardan başka bir şey söylemiyorlar. Uzun uzun anlatılan özellikleri olay boyunca hiç rol oynamamış. Belki Harun diğerlerinden biraz ayrılıyor ama yeterli değil.

Şimdiye kadar birçok eleştiride bulundum ama benim için en önemlisi dil meselesi. Gazetecilerin kitaplarını okudukça bende bir yargı oluşmaya başladı: Gazeteci adamın yazdığı kitap dil açısından vasattır; hatta kötüdür. Bunun bence iki nedeni var. Birincisi dildense içeriğe önem veren, dilin basit olmasının özellikle istendiği bir meslekten geliyorlar. Ne kadar yazmaya yakın bir iş yapıyor gibi görünseler de herhangi birinden daha iyi yazar değiller. Üstelik basının içinde olduklarından senden benden çok daha kolay kitap yayımlayabiliyorlar. Anlatım ve dil açısından bunca zayıf metinler, yazarlarının adı ve bağlantıları nedeniyle şans buluyor.

Ülsever'in de gayet basit bir anlatımı var. Kelime hazinesi kısıtlı. Bazen paragraflar bile tekrar ediyor. Sözcük zenginliğini sağlamak için yazar iğreti birkaç Arapça kökenli kelimeyi tekrarlayıp durmuş ama bu komik olmaktan öteye gidememiş. Komik çünkü diğer yandan Türkçe deyimleri bile doğru kullanamamış. İşte birkaç örnek: "baltayı sapa vurmak", "çıldırmamak içten değil", "denetim ve kontrol" (defalarca!), "eski çıkı"... Komik değil mi?

Özetle dil ve gerilim unsurundaki eksikliklere rağmen, ilginç konusu ve yazarın geniş araştırmasının hatrına çabucak okunan bir kitap; iyi vakit geçirmenizi sağlayabilir.  Hatta beğenirseniz yazarın kitabın ilk sayfalarından selam gönderdiği yine aynı üç komiserin yer aldığı Hisarüstü Cinayetleri adlı romanını da okuyabilirsiniz.

24 Temmuz 2012 Salı

Yakında...

Çorum, Bursa, Edirne, Eskişehir ve Antalya'nın devamı; ayrıca Kıbrıs, Amasya ve Polatlı yazıları geliyor....
Sıcaklardan ve bazı yerleri yazmayı unuttuğumdan (yada tekrar gittiğimden) dolayı biraz bölünecek konular ama ne demişler geç olsun, güç olmasın. Sevgiyle kalın, yazın tadını çıkarın...

Yazılıkaya - Çorum








Yazılıkaya, Çorum ilinde, Hattuşaş, Boğazköy antik yerleşkesinin 2 km kuzeydoğusunda MÖ 13. yüzyılda yapılmış Hitit açık hava tapınağı. 

Büyük Galeri (Oda A) Büyük galeriyi duvar gibi çevreleyen kayaların yüzeyine kabartma olarak 63 figür işlenmiştir; bunlardan batı duvarındakiler tanrıları, doğu duvarındakiler ise tanrıçaları canlandırır.Yan yana dizili figürler profilden verildiği için, burada bir tören alayının canlandırıldığı akla gelir; oysa Hitit sanatında figürlerin önden gösterilmesi adet değildir. Bu iki sıranın ortada birleştiği noktada Hitit dininin baştanrıları Teşup ve Hepat gösterilmiştir. Hava Tanrısı Teşup, Hurri ve Şeri adlı iki kutsal boğasıyla birlikte dağ tanrıları Nanni ve Hazzi'nin, Tanrıça Hepat ise bir parsın üstünde canlandırılmıştır. Hepat'ın arkasında duran oğlu Tanrı Şarruma ile birlikte bu üçlü kutsal bir aile oluşturur. Büyük galerideki en büyük kabartma IV. Tuthaliya'ya aittir ve doğu duvarında yer almaktadır.Küçük Galeri (Oda B) Ayrı bir girişi olan küçük galeride de kabartmalar vardır. Girişte kanatlı ve aslan kafalı bir yaratık figürü yer alır. Bu galerinin, ölümünden sonra tanrılaştırılması için IV. Tuthaliya'ya ayrıldığı sanılmaktadır. Galeride onun da iki kabartması vardır ve bunlardan birinde koruyucu tanrısı Şarruma tarafından kucaklanması gösterilmiştir. Küçük galerideki öbür kabartmalarda 12 tanrı ile Yeraltı Kılıç Tanrısı (Negral)canlandırılmıştır. Gene kayalara oyulmuş üç nişin içinde ise Hitit kral ailesi bireylerinin küllerinin saklandığı kapların bulunduğu sanılmaktadır.Tarihi Kabartmalar Hitit tanrı, tanrıça ve kralların göstermekle birlikte, Hurri etkisi taşımaktadır. Bu da Yazılıkaya'nın Hurri ülkesinden gelen Kraliçe Puduhepa döneminde yapıldığını düşündürmektedir. IV. Tuthaliya'nın annesi olan Puduhepa'dan Hurri dinini öğrendikten sonra Hitit devlet kültünü Hurri törelerine göre yeniden düzenlediği bilinmektedir.Yazlıkaya Tapınak Kalıntıları Yazılıkaya'da iki galerinin önünü kapayan temel kalıntıları bir tapınağa aittir. Burasının önce bir duvarla kapatıldığı daha sonra da III. Hattuşili döneminde (MÖ 1286 - MÖ 1265) büyük galerideki kabartmalarla birlikte tapınağın yapıldığı düşünülmektedir. Tuthaliya kabartması, küçük galeri ve tapınağın yeniden yapılması ise Hattuşili'nin oğlu IV. Tuthaliya dönemine tarihlendirilir.

Boğazköy Müzesi - Çorum









Boğazköy Müzesi gerçekten çok iyi düzenlenmiş, güzel bir müze. En önemli özelliği ise ünlü Boğazköy Sfenksi'nin burada oluşu. (Boğazköy Sfenksi: Boğazköy Sfenksi, 1906'da İstanbul Arkeoloji Müzesi adına başlayan kazılar sırasında Boğazkale'deki Hattuşa şehrinin Yerkapı mevkisinden çıkarıldı. 
Boğazköy Sfenksi'yle birlikte kazılardan çıkarılan bir sfenks ve 10 bin 400 tablet, 1915'de temizleme, onarım ve yayın çalışmalarının yapılması için iki parti halinde Almanya'nın başkenti Berlin'e gönderildi. Onarımları biten tabletler ile bir sfenks Türkiye'ye iade edilip İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmeye başlandı. 
Onarım için Berlin'de bulunan ancak geri gelmeyen Boğazköy Sfenksi'nin ise Türkiye'ye iade edilmesi için 1938 yılına kadar Almanya'yla görüşmeler yapıldı. 
İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve savaş sonrasında sfenksin sergilendiği Berlin Pergamon Müzesi'nin Doğu Almanya'da kalması üzerine Almanya ve Türkiye arasındaki sfenks iadesi yazışmaları kesildi. 




İlişkilerin düzelmesinin ardından Türkiye, 24 Temmuz 1987'de sfenksin iadesi amacıyla UNESCO'ya başvururken, sfenksin iadesi için yapılan girişimler uzun yıllar sürdü. Sfenks yapılan girişimler sonucu 2011 yılında Türkiye'ye iade edildi...) Boğazköy Müzesi Çoruma 82 km. uzaklıkta bulunan Boğazkale ilesinde. 




Müzede Hitit dönemine ait eserlere ağırlık verilmiş olsa da; Frig, Roma ve Bizans dönemine ait eserlere de yer verilmiş. Müze Pazartesi hariç her gün 08.00 - 17.00 saatleri arasında ziyarete açık. (Bu arada müze bahçesinde sergilenen ve aslına uygun olarak yaptırılan Hitit savaş arabalarında da elinize mızrak ve kalkan alarak fotoğraf çektirebilirsiniz)

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Vikitap vs. Goodreads

21 Temmuz 2012
Bir buçuk ay boyunca Kitap Notları'nda bir anket vardı: "Çevrimiçi kitap katalog sitelerinden birini kullanıyor musunuz? Evetse hangisini?" Katılan herkese teşekkürler! 

Kitaplar ve internet sosyallikleriyle ilgilenenlerin azımsanmayacak bir kısmı kullanmasa da önemli bir kalabalık çevrimiçi kitap katalog sitelerini  kullanıyor. İlk tercih Vikitap, ikincisi Goodreads. İki siteyi birden kullananlar da var. Ben de bir aydır iki siteyle de haşır neşirim; iki sosyal kütüphanede de "kütüphaneci"lik ediyorum. İşte bu da iki site arasındaki kıyaslamam. 

***

Vikitap'ın şu anki en büyük avantajı Türkçe kitap yelpazesinin çok geniş olması. Türkçe ara yüzü nedeniyle kullanıcılarının neredeyse tamamı Türkçe okuyanlar. Böyle olunca Vikitap'ta Türkçe yazılmış (ve uluslararası ün kazanmamış) kitaplar hakkında  daha çok puan ve yorum bulmak mümkün ve elbette Türkçe kitapların çoğu veri tabanına kaydedilmiş bile.

Öte yandan kitaplar hakkında kaydedilebilen bilgi sınırlı. Örneğin Goodreads'te seri kitapları numaralandırmak ve serinin adını belirtmek için bir satır bulunurken bu Vikitap'ta yok. Uzun serilerde okuyucuyu en çok zorlayan noktalardan biri de bir seride neler olduğu ve hangi sırayı takip ettiğidir. Vikitap'ta bunu görmek mümkün değilken Goodreads'te bir tıkla tüm serinin kitaplarını sıralı şekilde karşınızda bulursunuz. 

Aynı şekilde Vikitap'ta yabancı kitapların orjinal isimlerini veya ilk basım tarihlerini kaydetmeniz (ve bulmanız) mümkün değil; Goodreads'te ise veri formlarında bunun içinde yer ayrılmış ve bu bilgilere ulaşmak çok kolay.

Vikitap'ta olmayan başka bir şey nispeten önemsiz olsa da benim kullanmaktan hoşlandığım kişisel istatistikler. Mesela Goodreads'te her yıl kaç kitap veya kaç sayfa okuduğunuzu tablo halinde görebilir; okuduklarınızın okunma ve basım yılları grafiğine erişebilirsiniz. Benzer şekilde her bir kitabı okuma seyrinizi gösteren grafikler de var. Ayrıca Goodreads veri tabanına kaç kitap kaydettiğinizi de görebilirsiniz. Bunlar ne işimize yarayacak diyebilirsiniz ancak hazır elektronik ortama bu kadar bilgi girmişken kağıt kalemle yapabileceklerimin ötesinde bir şeyler görmek istemem de doğal karşılanabilir.

Goodreads'in ara yüzünün daha şık ve profesyonel göründüğünü düşünüyorum. Bu değerlendirme kişiden kişiye değişebilir tabi. Yalnız Vikitap'ın ara yüzü de fena olmamasına rağmen hafif bir kalabalık var. Daha sade ve kullanıcı dostu olabilir. Mesela Vikitap'ta bir kitabı aratıp listeye ekleyip puan vermeniz için en az 7-8 tıklama yapmanız gerek. Oysa Goodreads'te aramadan sonra liste üzerinden ekleme ve puan verme işini tek tıkla halledilebiliyor.

Ayrıca ben mi beceremedim bilmiyorum ama Vikitap'ta bir kitabın bir baskısını listenize eklediyseniz ve sonra sizin okuduğunuzun başka bir baskı olduğunu fark ettiyseniz Goodreads'teki gibi "switch edition" diyip hemen diğerini listenize ekleyemiyorsunuz. Vikitap'ta yepyeni bir kitapmış gibi önce eskisini listenizden silip sonra diğer baskıyı listenize eklemeniz, yeniden puan vermeniz ve yorum yazmanız gerek.

Bu sosyal kütüphanelerin en güzel özelliği, listenizdeki kitaplara ve onlara verdiğiniz puanlara göre kitap önerilerinde bulunabilmesi. Bu konuda da Goodreads çok önde. Öneriler kısmına girdiğinizde önceden belirlediğiniz türlere veya okuduklarınız/okuyacaklarınız listelerine göre sınıflandırılmış tavsiye edilen kitaplar görebilirsiniz. Her bir kategoride ellişer kitaba kadar çıkabiliyor bu öneriler. Öte yandan Vikitap'a üye olduğumdan beri toplam 5 kitap önerisi görebildim ve uzun süredir öneri kısmı bomboş.
Vikitap'ın sevdiğim özelliği dinamik olması. Hiç kimseyi takip etmeseniz bile son eklenen kitapları, o an çevrimiçi olan  üyelerin işlemlerini, site istatistiklerini (en çok okunan, okunmak istenen, beğenilen yorumlar vs.) izleyerek bile oyalanabilir, yeni kitap fikirleri edinebilirsiniz. Bu hareketlilikten sıkılırsanız haber akışını "çevrem", "gruplarım" vb. özelliklere göre kısıtlayabilirsiniz. Benzer bir yapı Goodreads'te de var ama herkesi takip etmek sitenin üye portföyündeki inanılmaz genişlik nedeniyle manasız kalıyor çünkü haber akışı çok hızlı ve çoğu bilmediğiniz dillerde, Türkiye'den erişemeyeceğiniz kitaplar hakkında, hiç ilginizi çekmeyen konularda olabiliyor. Sitedeki arkadaş çevreniz de pek geniş değilse haber akışı günlerce aynı kalabiliyor.

En başta Vikitap'taki Türkçe kitap çeşitliğini övmüştüm ancak Türkçeden başka bir dilde de kitap okuyorsanız Goodreads çok daha avantajlı. Goodreads'te yabancı dilde hemen tüm kitapları ve fena sayılmayacak sayıda Türkçe kitap bulabilirken Vikitap'ta yabancı dilde kitap neredeyse yok. Son tahlilde Türkçe kitap skalası daha geniş diye Vikitap kullanmaya başlarsanız ve diyelim ki İngilizce kitaplar da okuyorsanız kendinizi Goodreads'te eklemek zorunda kalacağınız kitaptan çok daha fazlasını Vikitap'a kaydetmekle uğraşırken bulabilirsiniz.

Uzun zamandır bir Goodreads hesabım vardı. Hem merak ettiğimden hem de Türkçe okuyanların çoğu Vikitap'a üye olduğundan, Kitap Notları adına sosyal kütüphane hesabını Vikitap'ta açtım. Sonuç olarak kişisel hesabımın Goodreads'te olmasından gayet memnunum. Vikitap'ın teknik ve tasarımsal anlamda biraz daha yol almaya ihtiyacı var; Goodreads'in de daha fazla Türkçe okura... Yine de bence Goodreads...


Kitap Notlarını Vikitap'ta da takip etmek siterseniz: Kitap Notları Vikitap Sayfası


20 Temmuz 2012 Cuma

Freiburg Gezimiz, Neredekal Dergi'sinde...


Neredekal.com tatil sitesinin birde dergisi olduğunu eminim duymuşsunuzdur. Işte Neredekal dergisi'nin 2012 yaz sayısı 18 Temmuz'dan itibaren yayında. Bu dergiyi online ve ücretsiz olarak dijimecmua.com'dan okuyabilirsiniz.
YAZININ DEVAMINI okumak icin TIK TIK TIK»

19 Temmuz 2012 Perşembe

Hacivat ve Karagöz Müzesi









Hacivat ve Karagöz Müzesi anıt ve mezarlarının da bulunduğu Çekirge semtinde. Müzede çeşitli sanatçıların yaptığı Hacivat - Karagöz gösterisinin karakterlerinin yanı sıra dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen kuklalara ve gölge oyunu karakterlerine de yer verilmiş. Ayrıca müzede haftanın bazı günleri Hacivat ve Karagöz gösterileri yapılıyor ve açılan kurslarla bu gölge oyunu yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Karagöz Müzesi’nde iki galeri bulunuyor. 1. galeride gölge oyununun tarihçesi panolar ile anlatılırken diğer galeride geleneksel tiyatronun duayenlerinden olan Metin And’ın koleksiyonundan derlenen 61 parça orijinal Karagöz oyunu tasvirleri teşhir ediliyor...

Çiçek Izgara - Bursa




Günümüzde bir çok şehirde şubeleri bulunsa da Çiçek Izgara 1963 yılında Hasan Erdihan Hınçalan tarafından ilk olarak Bursa'da kurulmuş. Etrafımdan duyduğum kadarıyla birçok müdavimi olan (özellikle sevgili eniştem tam anlamıyla hastasıdır buranın) Çiçek Izgara'nın köfteleri hakkında pek yorum yapamasam da (etle aram yok pek...) benim için sütlü kadayıfı ve piyazı denemeye değer. Bu arada köftelerinin özelliği hiç baharak kullanılmadan yapılmasıymış...

Yeşil Türbe - Bursa











Hakkında bilgi:
1. Mehmet'in ebedi istirahatgahı olan Yeşil Türbe tam anlamıyla Bursa'nın simgesidir.  I. Mehmet Çelebi türbeyi yaptırdıktan 40 gün sonra vefat etmiştir.Osmanlı mimarisinde tüm duvarlarının çini ile kaplı olduğu tek türbe Yeşil Türbe’dir. Mimarı Hacı İvaz Paşa'dır.
Yeşil Türbe’nin içerisinde Çelebi Sultan Mehmet ile oğulları Şehzade Mustafa, Mahmut ve Yusuf ile kızları Selçuk Hatun, Sitti Hatun, Ayşe Hatun ve dadısı Daya Hatuna ait olmak üzere toplam 8 sanduka bulunmaktadır. 

Dışarıdan bakıldığında tek katlı görünen türbe, sandukaların bulunduğu salon ve bunun altında yer alan beşik tonuzlu mezar odasıyla beraber iki katlıdır. Dış duvarlar turkuaz çinilerle kaplıdır. Türbenin içi, sandukalar, mihrab, duvarlar, cümle kapısı ile cephe kaplamaları da çiniden yapılmıştır. Kıbleye bakan mihrabı bir sanat eseridir. Buradaki çiniler İznik çiniciliğinin şaheser örnekleridir. Yeşil Cami’nin mihrap yönünden, cami ile türbeyi birbirinden ayıran Yeşil Caddesi’nden merdivenle bahçe içerisindeki türbeye girilmektedir. Geniş kapısı üzerindeki sülüs yazılı kitabede “Burası Medfun Said, Şehid Sultan oğlu Sultan Mehmed Bin Beyazıd’ın türbesidir. 824 senesi Cemaziyellülâsında vefat etmiştir” yazılıdır. 


Yeşil Türbe'nin adı kaplı olduğu çinilerin renginden ileri gelmektedir. Türbenin son onarımı 1945 yılında Mimar Macit Rüştü Kural tarafından yapılmıştır.

17 Temmuz 2012 Salı

Murakami'nin Sevdiği Kitaplar

Kaynak: nysun.com

Haruki Murakami dünya çapında bir edebiyat yıldızı. Ülkesinde fazla "batılı" bulunsa da, genelde sınırsız övgü alıyor ve Nobel'i hak ettiğinden bahsediliyor. 1Q84 ile bu fırtına Türkiye'de de doruğa ulaştı. Ben de uzun süredir İmkânsızın Şarkısı (Norwegian Woods) adlı kitabını okumak istiyorum. (Bkz: Okunacaklar)  Okuyamadığım süre içinde de Murakami hakkında okuyup duruyorum. Murakami'yi araştırırken sevdiği kitaplar hakkında bulduklarım bakalım hoşunuza gidecek mi?

Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald: "Muhteşem Gatsby benim favori kitabım. Birkaç yıl önce  tercüme ettim. Yirmilerimdeyken de çevirmek istemiştim ama hazır değildim." (TIME röportajında en sevdiği kitap sorusuna verdiği cevap, 2008)

Çavdar Tarlasında Çocuklar - J. D. Salinger: "Bu karanlık, rahatsız edici bir hikaye. On yedi yaşımdayken bu hikayeden çok zevk aldım, bu yüzden onu tercüme etmeye karar verdim. Komik olduğu kadar karanlık ve güçlü olduğunu hatırlıyorum. Gençken bundan rahatsız olmuş olmalıyım. J. D. Salinger'ın büyük bir saplantısı vardı, benimkinden üç kat büyük. İşte bu nedenle ben bu gece buradayım ve o değil." (University of California, Berkeley'deki konuşmasından, 2008)

Karamazov Kardeşler - Fyodor Dostoyevski: "Dostoyevsky benim idolüm....Çoğu yazar yaşlandıkça güçsüzleşmiştir. Ama Dostoyevski değil. O giderek daha büyük ve daha harikulade olmaya devam etti. Karamazov Kardeşleri 50'lerinin sonunda yazdı. Bu harika bir roman." (3:AM Magazine'deki Ronald Kelts röportajından, 2009)

Şato - Franz Kafka: "Kafka'nın çalışmasıyla 15 yaşımda tanıştım, kitap Şato idi. Harika, büyük, inanılmaz bir kitaptı. Beni olağanüstü şoka uğrattı....Kafka'nın bu kitapta tasvir ettiği dünya aynı zamanda hem o kadar gerçek hem de o kadar gerçekdışıydı ki kalbim ve ruhum iki parçaya bölündü gibi geldi." (Franz Kafka Ödülü'nü alırken yaptığı konuşmadan, 2006)

Bonus: Murakami'nin favori roman kahramanı ise Raymond Chandler'ın yarattılı Philip Marlowe. Murakami'ye göre Marlowe, Chandler'ın hayal ürünü olsa da o kendisi için gerçek. Hatta öğrenciliğinde çalkantılı bir dönemde sadece Marlowe gibi yaşamak istemiş.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Son Perde

Gremlinleri bilir misiniz? Charlie ve Çikolata Fabrikası diye bir şey duydunuz mu? Oswald Amcamı, Matilda'yı? Bütün bu güzelliklerin yazarı Roald Dahl... ve ben onunla bu kadar geç tanıştığım için hayıflanıyorum. Artık roman kadar sık öykü okumamamın nedenini yeterince iyisini okumamış olmama bağlıyorum. Saydıklarım Dahl'ın çocuklar için yazdıkları ama yetişkinler için kaleme aldıkları da bir o kadar şöhreti hak ediyor - ki meşhur zaten.

Dahl'ı, Tomris Uyar'ın seçtiği ve çevirdiği Son Perde başlıklı öykü derlemesiyle tanıdım. Kitabın arkasında ne kadar bildiğiniz korku öykülerinden değil dese de emin olabilirsiniz, kitapta hiç korkulacak bir şey yok. Ancak yine arka kapak yazısının haklı olduğu bir nokta var: "Çağdaş toplumun bireye yaşattığı "temel kaygı" duygusunun, zaman zaman alaycı, nükteci bir dille ve sağlam bir kurguyla işliyor yazar." Bu temel kaygı unsurlarını ben şöyle sıralayabilirim: ölüm (ölüm korkusu, ölüme seyirci kalma veya sevinme), aldatma, kandırma, hırs, iki yüzlülük,  geçmişle yüzleşme, değişim. Böyle söyledim diye içiniz kararacak sanmayın. 


Ayrıca kurgular gerçekten saat gibi işliyor ve kitap Tomris Uyar'ın güzel çevirisi vasıtasıyla eğlenceli ve zeki üslubunu İngilizceden Türkçeye bile taşıyabiliyor. Öykülerin en sevdiğim yanı, sonun açıkça yazılmamasına rağmen akıllıca, güçlü ipuçlarıyla okuyucuya sezdirilmesi ve keşfetme hazzının yaşatılması oldu.

Lafı fazla uzatmayıp kitaptaki her öykü hakkında birkaç ufak yoruma geçiyorum. (Bazıları spoiler içerebilir.)

1. Pansiyoncu Kadın
İlk okuduğum öyküydü ve beni, nasıl bu kadar az şey söyleyip hikâyenin sonuyla ilgili bu kadar çok ve detaylı şey düşündürebildiği çok etkiledi. Yazar bazı ipuçlarını o kadar dozunda, o kadar doğal ve yerinde vermiş ki öykünün son satırını okusanız da zihniniz tıkır tıkır işleyip sizi çok enteresan bir sona götürüyor. Ben de yazarın ipuçlarına belki de spoiler olabilecek bir katkıda bulunayım siyanür belli belirsiz bir acıbadem [kurabiyesi] kokusu yayar...

2. Cennete Çıkan Yol
Bu öykü sanki kapak resminin öyküsü. Öyküde detaylıca anlatılan yine de gerçek manasını tam kavrayamadığınız bir sahnenin resmi bu. Öykünün finalinde yazar yine hikayenin nihayetini açıkça yazmamış, birçok parçayı birleştirerek ne olduğunu biz buluyoruz. O parçalardan bir ve en sarsıcısı da işte başta anlatılıp tam olarak kavranamayan sahne. Final de aynı şekilde kapıdaki o sahneyi ve geri kalan kısımda anlatılanları anlamlandırıyor.

3. Son Perde
Bu öyküde de ölüm, yine insanların ölüme karşı takındıkları tutum ve kelimelere dökülmemiş ama ipuçlarıyla  neredeyse apaçık yazılmış bir final var. Murathan Mungan'ın Kadınlığın 21 Hikâyesi adlı kitabında da yer verilmiş olan bu öykü bir kadın kadar ölüm ve sevginin halleri üzerine de bir anlatı. Belki intikam üzerine de... bu konuda emin değilim, okuyanlar fikrini paylaşırsa belki kesin kararımı verebilirim; finalde intikam isteği var mıydı?

4. Bayan Bixby ve Albayın Kürkü
Bu öyküyü de çok beğendim. Herkes farklı şekillerde birbirini o kadar çok kandırıp birbirine sık kazık atıyor ki kimseye üzülemedim. En masumun en kurnaz, en kurnaz olması beklenenin en adil çıktığı, aklımdan yer edecek bir parça. Beğendim!

5. Çeşni
Şarap tadımı üzerinden akan bu öykünün orjinal başlığı "taste" yani tat, lezzet. Neden degüstasyonla da ilgisi olmayan "çeşni" başlığı bu öyküye uygun görülmüş bilmiyorum. Hoş bir öyküydü ama diğerleri kadar çarpıcı gelmedi. Gelişimi fazla tahmin edilebilirdi.

6. Deri
Bana Steinbeck'in İnci adlı novellasını hatırlattı. "Sanatsever" ince hanımların ve kibar beylerin yamyamlıkları da düşündürücüydü. Hırs, iki yüzlülük, fakirlik...
Roald Dahl

Kaynak: newcastke.gov.uk 

7. Dilek
Yazarın çocuklar için kaleme aldığı eserlerin neden bu kadar tutulduğunu açıklar gibi. Bir halının üzerinde yürümek bu kadar heyecanlı olabilir mi? Üstelik küçükken bunu hepimiz yaptığımız halde, buna şaşırılabilir mi?

8. George Porgy
İki yüzlülüğün ve bastırılmışlığın öyküsü. İki yüzlülük her yerde; George Porgy'de, kadınlarda, toplumda...Okurken öyle hissetmesem de bitirince hüzünlü geldi.

 9. Çakırpençe Foxley
Bu hikaye güzel güzel okunuyor ama pek bir yere gitmiyor...derken son paragraf insanda hem bir "ah be!" keşkesi hem de kabulünde zorlandığı bir rahatlama bırakıyor. Geçmişle yüzleşmek, geçmişi hep içimizde taşımak gerçekten de modern insanı kaygılandıran unsurlar. Hele bu öyküdeki kahraman gibi belki de geçmişiniz yüzünden huzuru rutinlerde ve tekrarlarda buluyorsanız, en ufak bir değişim en büyük acılarınızı önünüze serebilir.

10. Dev Otomatik Gramatizör
En sevdiklerimden biri de bu oldu. Bu günden onlarca yıl önce, bir yazarın edebiyatın seri üretime bağlanmasını, yayıncıların dar görüşlülüğünü, basma kalıplığı böyle taşlaması nefis. Öyküde yine hırs, açgözlülük, kandırma ve ikiyüzlülük var. Zevkle okurken hikayenin sonunu tahmin etmeye çalıştım; başaramadım. Oysa okuyucuyu da işin içine çeken çok kolay ama güzel bir sonu varmış.

Kitapla ilgili tek şikayetim sonsuz sayıdaki bariz imlâ hataları (herkez, birşey vb.) ve olanca itinamla okumama rağmen dağılma eğilimine girmiş olan kötü cildi. 


Ayrıca yazar gördüğüm en eğlenceli sitelerden birine sahip: http://www.roalddahl.com/

Not: Bu yaz bu kitabı D&R'lardan 5 tl'ye alabilirsiniz.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Geçmişe ve İçe Yolculuk

İnsanoğlunun benliği, geçmişi ve mekânlar arasındaki bağ o kadar güçlü ki beni şaşırtıyor; zira bu bağı bir yeri gezip görmeyi, fotoğraf çektirip alışveriş yapmaya adanmış turistik etkinliklere sıkıştırdığımızdan beri fark edemiyoruz. Şimdi size bir yerden diğerine yapılan yolculuğun sadece meridyenler arasında değil, aynı sırada zamanın içinde geriye doğru ve yolcuların kendi içlerine doğru gerçekleştiği iki kitaptan bahsedeceğim. Yolcuların (yazarların) gezdikleri yer ile kendilerini tanımlayışları (Türkiyeli, Jön Türk) arasındaki sıkı bağ, geçmişim bugünün fikirlerine yaptığı müthiş etki bakalım sizi de heyecanlandıracak mı.


Ermenistan'da Bir Türkiyeli - Bercuhi Berberyan



Almancılar için bir laf vardır burada alamancı orada yabancı diye. Çift vatanlı olması gerekirken hiç vatanlı kalma hali... Berberyan'ın kitabının önsözündeki ilk cümleleri bana aynı durumu hatırlattı: "Vatan bildiğim yerde vatandaş sayılmıyorum. Vatanım sanılan yeri vatanım sayamıyorum." Çünkü o yedi göbekten bir İstanbullu ve aynı zamanda Ermeni. Bu kitap da onun bir Türkiyeli olarak arkadaşlarıyla Erivan'a yaptığı on günlük gezinin öyküsü. Yazar  kitabın bir gezi kitabı değil, bir duygu kitabı olduğunu özellikle belirtmiş. Pek haksız da sayılmaz. Gezdiği gördüğü yerler kadar Ermenistan'da hem yabancı hem yerli olmanın yaşattığı duygu yoğunluğunu da aktarmış.

Bilemiyorum duygusal bir insan olmak mı, yaşlılık mı, kabul edilmek istenmeyen bir memleket sevgisi mi, bilakis ilk kez yabancı bir memlekette değişik şeyler görmenin coşkunluğu mu; ama bir şey Berberyan'ı sürekli ağlatmış, duygulandırmış. İşin ilginç yanı anlattıklarında ilgimi çeken bir husus olmamasına rağmen (örneğin kiliseler... Vatikan dahil onlarcasını gördüm, yeter!) ben dahi ağlamasam da o atmosferin içine girdim. Çünkü Berberyan'ın konuşur gibi yazması, o kısa ve net cümleleri, içten ve duyarlı tavrı okuyucuyu sarıp sarmalıyor.

Hüznün değil ama neşenin hakim olduğu bölümlerden biri olan "Mide Fesadı" bunun en güzel örneği. O misafirperverliğin çatlatan gücünü, yemeklerin çeşidini ve bolluğunu, misafirin ezikliğini ve çaresizliğini öyle anlatmış ki... benim karnıma ağrılar girdi, gözüm doydu, şekerim çıktı. Kitabın en beğendiğim bölümü de bu  oldu. 

Elbette pür merakla ve dikkatle okuduğum bölüm "Soykırım Anıtı" idi. Bu bölümde Türkiye'de bir Ermeni'nin üstünde yürüdüğü ince çizginin aksini gördüm. Berberyan soykırım kelimesini başlıkta kullanmış sonra da bunu anıtın adının böyle olmasına bağlamış. İkinci bir kez de o kelimeyi kullanmamış. Öte yandan "O müzede ise neler yok ki... Her yandan, yok sayılan, üstü örtülen, bilinmezden gelinen yaşanmışlıkların çarpıcı kanıtları. İnanmak istemese de gönül, gözün gördüğünü kabul etmez de ne yapar?" demiş. İlerleyen satırlarda da "Ben sevgide yanayım...daima. Sevgi çözümdür. Geçmişin güne, günün geleceğe bağlanması kaçınılmaz... ama ne geçmişe, ne de güne takılıp kalınmaz." diye belirtmiş. Yani ne Türkiye'yi ne Ermenistan'ı memnun etmeyecek bir çizgi. 

Bunların dışında kitapta yok yok; insanlar, yemekler, Karabağ Şehitliği, çeşit çeşit kiliseler, müzikler, Vernisaj (açık hava pazarı), yerel âdetler, efsaneler, Garni (antik şehir), doğa, Ambert (kale-kent)... Ana fikir olaraksa tek bir şey: O kadar da birbirimize benziyoruz ki...sevgi çözümdür.

Okurken beni düşündüren kavramlardan biri de tarafsızlık oldu. Yazar sık sık tarafsız olduğundan bahsetmiş. Bu iyi niyetli çabayı iki taraf arasında kalmış olmanın verdiği zorlukla başa çıkma mücadelesine, iki tarafı da bilmenin verdiği güvene veya önyargılara karşı ön almaya bağlayabilirsiniz. Aklıma gelmeyen bambaşka bir saik de bulunabilir. Ama bir duygu kitabında, insanın içine yolculuğunu anlattığı, kültür ve kimlik meselesine dokunan bir yazıda ne derece tarafsız olunabilir ve daha önemlisi tarafsız olmak gerekir mi? Böyle bir konuda tarafsızlık nedir? Ne işe yarar? Düşündüm işte hep bunları :)

Türkiye'nin azınlıklarından bir ses duymayı dileyenlere, Türkiye'ye en yakın ve en yabancı ülkelerden Ermenistan'ı merak edenlere, tatlı ve kendi değimiyle biraz "kıl" bir kadınla hoş bir sohbet etmek isteyenlere önerilir.


Paris'te Bir "Jön Türk" - Barış Çetin

Avrupa'yı az denemeyecek kadar gezme şansım oldu, herhalde büyüklü küçüklü on beş yirmi şehir görmüşümdür. Dostlarımın Paris'i gezmesine, hele bir tanesinin uzun süre Fransa'da kalmasına rağmen ne Paris ne Fransa bende en ufak bir alaka, bir heves uyandırmıştır. Bu direnci, iyi bir arkadaşımın (blogu okuyor musun bu yazıda test edeceğim bakalım!?) yakında Paris'e taşınacak olmasının da verdiği elverişli ortamdan istifadeyle, Barış Çetin'in Paris'te Bir "Jön Türk" adlı kitabı kırdı. Kitabı okurken Paris beni öylesine ilgilendirdi ki gidince yanımda bu kitap da bulunmalı diye düşündüm.

Çetin, Paris'te geçirdiği dört ayı, gezip gördüklerini düşünsel hayatıyla birleştirmiş; siyasi ve felsefi görüşlerinin temellerini atanların izlerini Paris'te sürmüş. Jön Türklerin muhaliflikleri sonucu, gönüllü veya zorla Paris'te yaşamış olmaları, dolayısıyla Paris fikri hayatının Jön Türklerin görüşleri üzerindeki etkisi, yazarın istediği bir gözü çifter çifter vermiş olmalı. 

Kitap üç-dört sayfalık denemelerden ve kitabın sonundaki yazarın çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Yazılar Paris'teki bir anıttan, bir sokaktan, bir teamülden, bir saraydan yola çıkıp fikirler, eserler, önemli sanat ve devlet insanları ve tarihi olaylar arasında geziniyor. Birkaç örnek: Osman Hamdi Bey ve Paris Güzel Sanatlar Akademisi, Versay Sarayı ve I. Dünya Savaşı sonrası görüşmeler, Mithat Paşa ve Meryem, Pere Lachaise Mezarlığı ve orada yatan Yılmaz Güney, Bir Hakeim Köprüsü'nde ASALA tarafından şehit edilen İsmail Erez ve Talip Yener, 68 olayları, Bastille ve Fransız Devrimi, ... Burada yazarın genç yaşında edindiği birikimin gücünü görmek mümkün. Anlatım son derece akıcı, keyifli. İnsanı içindeki sayısız konuyu araştırmaya, başka kitaplar okumaya itiyor.

Tabi her şey toz pembe değil. Kitabın editörlüğü zayıf kalmış. İmlâ hatalarının yanında kendi içinde bütünlüğü zayıf olan yazılar ve anlatım bozuklukları da var. Örneğin yazar Lourve Müzesi'nin Çankaya Köşkü'nün yanında esamesi okunmaz derken aslında tam tersini söylemeye çalışmış ama yapamamış. (Zaten mütevazı Çankaya Köşkü'nün böyle bir kıyasa sokulması ne kadar yerinde bilmiyorum :) Bir de bir yazıda çoğu zaman üç-dört kez şiirlerden alıntı yapılmasını yorucu buldum. Alıntılar gediğine oturtulursa bir yazıya çok şey katabilir ama sırf konusu benziyor veya kendi başına dizeler güzel diye yazıya eklendiğinde, hem yazıyı bozuyor hem de şiir dalından koparıldığından kendi anlamını kaybediyor. Üstelik çok fazla alıntı, metnin aralarda sıkışıp kalmasına neden oluyor. 

İkinci dikkatimi çeken nokta da yazarın Türkiye'ye, zamane gençlerine, çağımıza eleştirilerde bulunurken aksi bir ihtiyar gibi tutum takınması, geçmişe nostaljik duygularla torpil geçmesi. Yer yer yazdıkları yaşlı bir amcanın "Şunun saçına başına bak, ataya dedeye saygı kalmadı peehh.." diye söylenmesini hatırlattı bana. Oysa milat öncesinden kalma yazıtlarda bile bir sonraki kuşağın hep öncekilerden yoz ve vasıfsız olduğundan şikayet edilmesine rağmen; devrimler, büyük eserler, teknolojik gelişmeler gerçekleşiyorsa, belki de insanoğlu hep aynı yozluktadır da nostalji eski kuşakları hoş göstermektedir.


Son tahlilde zevkle okudum ve Paris'e gideceklere, yakın tarih ve siyasete ilgi duyanlara, gezi kitapları okumaktan hoşlananlara tavsiye ediyorum.

Ressam Abidin Dino 68 öğrenci olaylarını resme alırken - 13.05.1968
(Kitapta kullanılmış fotoğraflardan biri)
Fotoğraf: Gökşin Sipahioğlu
Kaynak: fotoritim.com