31 Ekim 2014 Cuma

Yandex Browser Linux Beta Sürümü Yayınlandı




Chromium tabanlı başarılı ve kullanışlı Yandex Browser’ın Linux sürümü Beta olarak nihayet yayınlandı. Mevcut özellikleri ile bir çok tarayıcının ayrı ayrı özelliklerini bünyesinde barındıran İnternet tarayıcısı Linux severler tarafından da kullanılmaya başlanacak.




Yandex Tarayıcı Beta Linux Sürümü Özellikleri

Rusça konuşanlar için verimli kullanım söz konusu. Henüz Beta sürecinde olan

30 Ekim 2014 Perşembe

İTÜ Çekirdek "Big Bang" Girişimcilik Programı Final Ayağı






Üniversite yönetimleri, devletimiz ve TÜBİTAK’ın yanı sıra çeşitli şirket ve vakıfların da desteği ile üniversite öğrencilerine beyin fırtınası yapma olanağı verilen İTÜ Çekirdek gibi organizasyonlar ülkemizin gelişimi adına oldukça önemli. Çeşitli yenilikçi fikirlerin yanında eskiye ait bir çok sorunsalı çözmeyi hedefleyen bir çok alt programı bünyesine katan “kuluçka programı” sayesinde

29 Ekim 2014 Çarşamba

Elif Şafak'ın Ustam ve Ben kitabını okudum

Nihayet bitti” dediğim kitaplardan birini daha kütüphaneme kaldırdım, üzerimden bir yük kalktı sanki ne yalan söyleyeyim. Tam 23 günde bitirmişim 470 sayfalık Ustam ve Ben'i. Bence çok uzun bir süre bu! Eğer kitabı çok sevseydim, ne yapar ne eder bu süreyi mutlaka kısaltırdım, ben kendimi bilmiyor muyum. Yeter ki beni sarmalayan bir hikaye olsun, o kitap bitene kadar dünyayla ilişkimi kesecek bir yol bulurum mutlaka, dediğim gibi bu sefer öyle olmadı maalesef.

Kitabın ilk 104 sayfası, yani “Ustamdan önce” adlı bölümü keyifle okudum. Padişaha hediye olarak gönderilen Çota adlı beyaz fil ve bakıcısı filbaz Cihan Hindistan'dan yola çıktılar, İstanbul'a geldiler, saraya adapte olmaya çalıştılar, sarayda renkli tiplerle tanıştılar... Gayet akıcı, gayet sürükleyici bir hikaye dedim kendi kendime.. Çok beğenerek okuduğum "Aşk" adlı kitabından sonra yarım bıraktığım Baba ve Piç kitabı yüzünden Elif Şafak'a uzak duruyordum. İlk 104 sayfada sanki bu uzaklığımız aşılıyor gibi gelmişti; ama olmadı..



Ustam” adlı bölümde Mimar Sinan'ı anlatmaya başladı yazar. Filbaz Cihan, Sinan'ın önce çırağı, sonra da dört kalfasından biri oldu. Başlarda iyi güzel hoştu, ama sonra bir çok konu girdi hikayeye. Sinan'la köprüler, camiler yaparlarken başlarından geçen olaylar, mimariyle ilgili teknik diyebileceğim detaylar, savaşlar, Kanuni, Selim ve Murat'a kadar değişen üç padişah, bu üç padişah zamanında yaşanılan olaylara şöyle böyle değinmeler...

Yazar, bütün bu olayları anlatma telaşına düşmüşken, bence romanın heyecanını da giderek yok etmişti. Hatta arada kurgu karakter filbaz Cihan'dan bahsetmese, Sinan'la ilgili kısa kısa tarihi hikayelerin derlendiği bir kitap okuyormuşum hissine kapıldığım çok oldu ne yalan söyleyeyim. Süleymaniye Camisi yapılırken neler olmuş, Selimiye camisi yapılırken halk neye tepki göstermiş, ilk rasathane neden yıkılmış...vs. şeklinde sanki yazar Sinan'ın eserlerinin yapılışını kronojik sırayla bir yerlerden okumuş ve Cihan gibi birkaç kurgu karakteri bu olaylara eklemleyerek kitabı kotarmış duygusuna kapıldım. Yani bir bölüm bittiğinde başka bir bölüm başlarken “acaba şimdi ne olacak?” hissiyatım oluşmadı, ki bu da kitabı yavaş okumamdaki en büyük etkendir. Sürüklenmedim anlayacağınız.  Bence bu kitabın kurgusu nasıl desem, sanki biraz yavan kalmıştı. Sonlara doğru olaylar hızlanır gibi oldu, Sinan'ın inşaatlarında oluşan kazaları kimin yaptığının izini sürdük biraz ama son elli sayfada “bir kitap bu kadar da uzatılmaz ki!” diye düşünerek “artık bitse de rahatlasam” dedim kendi kendime..

Mimar Sinan öldü, sonra filbaz Cihan'ı oradan oraya sürüklemeye devam etti yazar, hatta en sonunda Hindistan'daki Tac Mahal'in inşaatına bile tanık ettirince ben “yok artık!” moduna girmiştim çoktan..

Ortada bir emek var, saygı duymak lazım neticede. Elif Şafak, kitabı 3 yılda yazdığını, bir çok ön hazırlık yaptığını söylüyor. Dili de gerçekten çok güzel, çok akıcı.. Elif Şafak'tan özür dileyerek söylüyorum, ne yazık ki hikaye çarpıcı olmamış bence, dediğim gibi çoğu zaman bir roman okuduğumu unutarak Mimar Sinan eserlerinin hikayesini okuyor gibi hissettirdi bana. Aşk öyle miydi, elimden düşürmeden bir solukta okumuştum!



Romanda yok yoktu aslında. Osmanlı sarayından kesitler, padişahların çocuklarını öldürtmeleri, valide sultanların hırsları, hadım ağaların yaşamı, saray sofralarında yenilen yemekler, savaşlar, çingenelerin yaşamlarından kesitler, Sinan'ın ne kadar iyi bir mimar olduğu, saraydaki hayvanat bahçesi, hatta aşk... Evet bizim filbaz Cihan, Mihrimah Sultan'a aşıktı... Ama bütün bu saydıklarım derinlemesine incelenmemiş, arka fon olarak öylesine değinilmiş konulardı.

Elif Şafak hayranları mutlaka benden daha çok beğenecektir kitabı, bense zaman zaman romanın içindeki bağımsız hikayelerin etkisine kapılsam da, mutlaka okunmalı listeme alamadım bu kitabı diyorum..

Bakalım sırada hangi kitap olacak?

Bugünlük benden bu kadar, okumalarımız hiç bitmesin diyor ve gidiyorum.




San Gimignano / İtalya




San Gimignano Toscana bölgesinde Siena'ya bağlı bir ortaçağ kasabası. Kasaba "ortaçağın manhattan'ı" olarak anılıyor. Bunun sebebi ise New York gökdelenlerini andıran meşhur kuleleri. Kasabanın tamamı surlarla çevrili ve bir tepenin üzerine kurulu. Bütün yapılar 14.yy'dan kalma. Kuleler 12.yy'da dikilmeye başlanmış. Şehrin zengin aileleri zenginliklerini ve güçlerini göstermek için kule yaptırırlarmış. Kule ne kadar yüksekse aile de o kadar zenginmiş. Bu kuleler ilk yapıldığı zamanlarda 72 adetmiş fakat günümüze sadece 14 tanesi ulaşabilmiş. San Gimignano hakikaten de enteresan bir şehir insanları ve günümüz dükkanlarını silerseniz kafanızda gerçekten de bir ortaçağ kasabasına düşmüş gibi hissedebilirsiniz. Şehrin içine arabaların alınmaması da buna bir etken sanırım. Ayrıca da çok turistik bir kasaba. Her yerde hediyelik eşya dükkanları var  ve bazıları bizim büyük şehirlerimizde bile olmayan markalar (yağmurda çok ıslandığım ve yanımda yedek de olmadığı için normalde hayatta almayacağım bir t-shirt'e sırf Vespa markalı diye 20 küsür EU vermek zorunda kaldım). Bunun yanı sıra San Gimignano Toscana bölgesinden dolayı şarap bağları ile ünlü. Çok güzel şarapları 5 Eu gibi bir fiyata buradan alabilirsiniz.
Hatta ana meydana çıkan yokuştaki şarküteriyi önerebilirim. Burada çeşit çeşit şarap ve peyniri tadabilirsiniz de. Ben buradan krema kıvamında bir şişe balsamic sirke aldım mesela 8 eu'ya ve daha sonra çok pişman oldum niye daha çok almadım diye. Ayrıca dünyanın en iyi dondurmacısı olarak bilinen ünlü dondurmacı Dandoli'de burada. Kapıdaki kuyruğu beklemeye sabrınız varsa gelatosunu deneyebilirsiniz. Benim o kadar sabrım yoktu ama Picca Pizza da yemeden duramadım. Burada kocaman pizzanızı dilim olarak alıyorsunuz ve ayakta yiyorsunuz oturacak yer yok. (mesela burada da pişman oldum ikinciyi yemediğime). San Gimignano'da enteresan olan diğer bir şeyse küçücük kasabada üç tane işkence müzesi olması. Vakitsizlikten gezemesek de bir dahaki İtalya gezimize burayı da ekledik ve daha detaylı gezmeyi kafamıza koyduk.



İncelemek isteyenler için San Gimignano'nun bir de web sayfası var:
http://www.sangimignano.com/en/

San Gimignano alışveriş:
Şarap sevenlerdenseniz çok uygun fiyatlara kaliteli şaraplar bulabilirsiniz. Peynirleri de çok lezzetli. Bunun dışında seramikleri çok ünlü ve her yerde çok güzel seramik işleri var biraz pahalı olsalar da...
Butik pizzacılarda pizza yemeyi, Dandoli'nin dondurmasından tatmayı ve meydanda bulunan dilek kuyusunda dilekte bulunmayı da unutmayın....

Bir sorun nedeniyle daha önce şarküteri fotoğraflarını ekleyememistim. Önerdiğim yeri fotoğraflarda görebilirsiniz




Ayrıntılı San Gimignano ve diğer gezi fotoğraflarına ana sayfada bulunan instagram adresinden ulaşabilirsiniz...

28 Ekim 2014 Salı

Stokholm'deki Kitapçılar

Yurtdışına çıktınız, bir turist olarak vazifelerinizi yerine getiriyorsunuz. Aklınızda yerlilerin arasına karışıp yapmak istediğiniz ne var? Kitap severler için kitapçıları gezmek olabilir. Belki de gözünüze kestirdiğiniz bir yerde oturup biraz okumak. Yolunuz Paris'e düştüyse kitapçılar için bu yazıya, kitaplar içinse şu yazıya bakabilirsiniz. Stokholm içinse doğru yerdesiniz.

The Science Fiction Bokhandeln


Bilimkurgu, fantazi, çizgi roman… ne tür gerçek üstülük arıyorsanız burada var. Kitapların hemen hepsi İngilizce. İki katlı bu büyük dükkanda sadece kitaplar yok; kutu oyunları, temalı eşyalar (tişört, kupa, takı, çanta, aksesuar, vs.), filmler hatta kocaman Darth Vader maketi bile var.

Tarihi merkezdeki dükkanın adresi: Vasterlanggatan 48, Gamla Stan. Ayrıca Malmö ve Göteborg'da da şubeleri var.
İnternet adresi: https://www.sfbok.se. Sayfa İsveççe ama tarayıcınızın çeviri eklentisi bugünler için var.

The English Bookshop

Kaynak: Lovisa H., yelp.com
Tarihi şehir merkezinde sakin, güzel bir kitapçı. Tüm kitaplar İngilizce. Hem İngilizce yazılan kitapları hem de özellikle İskandinav edebiyatından eserlerin İngilizce çevirilerini bulmak mümkün. Eğer son dönemde yükselen İskandinav polisiyelerine meraklıysanız hazırlanan özel standı beğeneceksiniz. Benim gibi İsveç edebiyatından kısmen habersizseniz yardım isteyebilirsiniz. İlgili ve bilgili görevli zevkinize göre pek çok kitap öneriyor.


Uppsala'da da bir şubesi var. Stokholm adresi: Lilla Nygatan 11, Gamla Stan


İnternet sitesi: http://bookshop.se

Comics Heaven


Çizgi roman sevdalıları için bir dükkan var sırada. Ağırlıklı olarak ikinci el çizgi romanlar satılan dükkanda kitaplar, tşörtler, oyunlar ve posterler de var. Kitaplar genelde fantazi/bilimkurgu türünde. İkinci el kitap satan yerlerde sık karşılaşılan ve bazen de hayatı çok zorlaştıran karılıklık sorunu burada yok. Her şey düzenli ve fiyatları da makul. 


Fotoğrafta gördüğünüz dükkan Stora Nygatan 23, Gamla Stan adresinde. Şubesi yok ama http://www.comicsheaven.se adresindeki sayfadan online alışveriş yapabilirsiniz.

27 Ekim 2014 Pazartesi

e-Devlet Askerlik Sorgulama ve Sülüs Alma [Resimli Anlatım]




Askerlik görevini yerine getirecek her Türk vatandaşının edinmesi gereken bilgilerin başında askerlik yeri ve askerlik sülüs içeriği geliyor.







e-Devlet hizmeti sayesinde bu bilgileri herhangi bir askerlik şubesine gitmeden öğrenebilmek oldukça kolay.


Gerekenler:



e-Devlet Şifresi



Size en yakın PTT şubesinden kimliğiniz ile birlikte 2 ödeme yaptığınızda kolayca şifre temin

25 Ekim 2014 Cumartesi

Novotel / Genova




Novotel dünyada birçok şehirde bulunan bir oteller zinciri. Sanırım daha çok seyahat eden
iş adamlarına yada turist gruplarına yönelik olduğu için genel olarak fiyatları uygun. Genova Novotel şehrin liman - sanayi bölgesine yakın bir bölgede. Yürüyerek limana inebileceğiniz bir konumda fakat şehrin tarihi bölgesine yakınlığı ile ilgili bir fikrim yok maalesef. Odaları temiz, klasik otel odalarından fakat banyosu biraz bakımsız. Özellikle duş paneli yerine duş perdesi olması beni rahatsız etti. En ufak bir kıpırdanmada üstüne yapışıyor insanın. Biraz tiksindim açıkçası. Fakat odanın fotoğrafını çekmediğim için booking.com'dan bakarken otele orada yayınlanan fotoğraflarda özellikle banyoların bizimkine hiç benzemediğini fark ettim. Oda da, banyo da daha lüks görünüyordu. Bilemiyorum acaba odaların dizaynlarında fark var mı? Ben bir dahaki gidişimde (gerçi Genova'ya bir daha gideceğimi sanmıyorum ama) kalmam burada ama yine de önerilebilir bir otel. En azından kahvaltısı ve akşam yemeği iyiydi... (Görseller internetten alınmıştır).

http://www.booking.com/hotel/it/novotelgenovaovest.tr.html?sid=03ee6b772ad71d719edc60a30f28879d;dcid=1;no_rooms=1;req_adults=2;req_children=0&

Ayrıntılı Genova ve diğer gezi fotoğraflarıma ana sayfada bulunan İnstagram adresinden ulaşabilirsiniz...

23 Ekim 2014 Perşembe

Genova notları

 Kristof Kolomb'un evi


Venedikteki kısa gezimizin ardından yola çıktık. Yaklaşık 4 - 4,5 saatlik bir yolculuktan sonra Genova'ya ulaştık. Otele gitmeden önce yürüyerek kısa bir şehir turu yaptık (gerçi bunun şehir turu olduğunu pek söyleyemeyeceğim. Otel çevresinden fazla uzaklaşmadan liman ve civar bölgelerde (daha çok şehrin sanayi bölgesi olduğunu sanıyorum) turla bir yürüyüş yaptık. Rehberimiz Burak gece otelden çıkıp kendi başımıza ara ve arka sokaklara girmeyelim diye hava kararmadan arka sokakları da gezdirmek istedi bize. Bunun sebebi ise özellikle bizim kaldığımız liman bölgesinde arka sokaklar biraz tehlikeli. Hiç çekinmeden göstere göstere uyuşturucu satıyorlar ve fuhuş yapılıyor. Açıkçası eşimle pek korktuğumuzu söyleyemem (turun geneli aksine). Nasıl bizim ülkemizde de özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerin kimi mahallelerinde gizli kapaklı işler dönüyorsa buranın da pek farkı yoktu bana göre.  Hatta akşam yemeği sonrası vaktimiz olsaydı ve yanımızda başkaları olmasaydı gidip, etrafa bakınırdık bile dedik. Ama daha önceki yazılarda da yazdığım sebeplerden dolayı şehri keşfetme fırsatı bulamadık. Bizim tatil anlayışımızda şehrin sadece ambalajını değil, içini de görmek olduğundan dolayı biraz mutsuz olduk gezemediğimiz için.



Gördüğümüz kadarıyla Genova'ya gelince;
Genova aslında tarihi açıdan çok önemli bir kent. Türklerle daha doğrusu Osmanlı ile de yakından alakalı. Günümüzde Ligurya bölgesine bağlı ama geçmişi 12. yüzyıla kadar dayanıyor. O dönemlerde Osmanlının verdiği isim olarak Ceneviz Cumhuriyeti yani Cenevizliler olarak biliniyorlar. Bizans döneminde imparatora yaptıkları yardımlardan dolayı günümüzdeki Galata semti onlara veriliyor ve İzmir, Trabzon gibi önemli limanların bütün haklarını da alıyorlar. (Cenova'da liman bölgesinde Galata müzesi var ve Osmanlı ilişkileriyle ve Galata semti ile alakalı belgeler sergileniyor). Sultan 1. Murad zamanında Osmanlının kuruluş dönemiyle beraber ilk ilişkiler kuruluyor. Fakat İstanbul'un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet'e tarafsızlık sözü vermelerine rağmen bu sözlerinde durmayınca ellerindeki ticari imtiyazların birçoğu ellerinden alınıyor ama Üçüncü Mehmed zamanında tekrar bazı imtiyazlara sahip oluyorlar.
Ayrıca Genovalılar daha doğrusu Cenevizliler tarihte sigorta şirketlerini ilk kuranlar. Zaten şehirde gezdiğinizde birçok büyük sigorta şirketinin ve bankanın merkezlerini de görmek mümkün.

Genova zengin tarihi açısından eminim çok güzel yerlere sahip olsa da biz zaman darlığından otelde yediğimiz akşam yemeğinden sonra sahile yürüyüşe gidebildik. Kaldığımız otelin (Novotel - daha sonra yazacağım) konumu dolayısıyla liman bölgesinde bir kafede oturup birer kahve içtikten sonra araba yarışlarından fırlamış bir taksi şoförüyle uça uça otele geri döndük.
Bu arada pesto sosunun ve meşhur kaşif Kristof Kolomb'un ana vatanı Genova'ymış bilginiz olsun...

Genova gezilecek yerler:
Tabii ki yine gördüğümüz kadarıyla;
San Lorenzo Duomosu
Pallazzo Ducale
Limandaki Akvaryum (Avrupa'nın en büyük akvaryumu diyorlar)
Ve yine limanda bulunan korsan gemisi. Bu gemi Roman Polanski'nin "Korsanlar" filminde kullanılmış ve şimdi de müze olarak hizmet veriyor...

#BUM14 BLOG OSCAR ÖDÜLLERİNDE OY İSTİYORUM :)

İşte biz blogger'lar için yılın en heyecanLı zamanı geldi çattı yine.

Blog yazarlarını yalnız bırakmayan Hürriyet Bumerang, bu sene de geleneksel yarışmayı başlattı.
Blog dünyasının Oscar'ıdır bu ödüller, bilen bilir..

 "En Çalışkan Blog" kategorisinde aday oldum ben de. Oylarınıza talibim.
Çalışkan bir blog yazarı mıyım?
Eh fena sayılmam hani..
Haftada en az 1, bazen 3 yazı yazıyorum, yazılarım uzun uzun oluyor, detaylı araştırmalar yapıyorum yazmadan önce, görselleri titizlikle arıyorum. Takip edenleriniz bilir, söylemişimdir, yazı yazmak için sabahın erken saatlerinde kalkıyorum..
Yani demem o ki, oylarınızı bana verirseniz boşa gitmezler, çalışkanım ben ☺♥


Şimdi efendim,  sözün özü naçizane oylarınıza talibim..

OYLAMA İŞLEMİ ÇOK BASİT! 



Yukarıdaki resme tıklıyorsunuz, karşınıza gelen ekrana cep telefon numaranızı yazıyorsunuz. Sonra da cep telefonunuza gelen doğrulama kodunu oylama ekranına yazıyorsunuz. Hepsi bu kadar! 

OYLAMA İÇİN ÜCRET ÖDEMİYORSUNUZ!

CEP TELEFON NUMARANIZ,
HÜRRİYET GAZETESİ GÜVENCESİNDE

3.KİŞİLERLE PAYLAŞILMIYOR!

Bakalım Evdeyazar, ne kadar çalışkan bir blogmuş, hep birlikte göreceğiz..

Oylarınız için şimdiden teşekkürler:)

22 Ekim 2014 Çarşamba

Yeni Doritos Reklamını Sen Çek, 1 Milyon Dolar Kazanma Şansını Yakala!

2007 yılında Doritos, ABD’deki hayranlarını Amerikan Futbol Ligi’nin sezon finali olan Super Bowl sırasında yayınlanmak üzere kendi Doritos reklam filmlerini çekmeye ve göndermeye davet ederek, kendi Super Bowl fenomenini yarattı. Bu reklamlar, yapan kişinin çektiği şekliyle aynen yayınlandı ve Super Bowl sırasında yayınlanan, tüketicilerin yarattığı ilk reklam filmleri oldu!
Doritos, bu muhteşem organizasyonla sevenlerini 1 Milyon Dolar kazanma şansı ve bunun yanı sıra 1 sene boyunca  Hollywood’daki Universal Pictures Stüdyoları’nda Elizabeth Banks gibi yıldızlarla çalışma fırsatı yakalamaya çağırıyor.
Unutulmaz Deneyim 
Bu yıl 9. kez düzenlenen Doritos Crash the Super Bowl’u kazananlar, büyük ödül olarak milyonlarca dolar para ödülü ve hayatlarının sonraki aşamalarında da farklı iş teklifleri aldılar. Örneğin; kendi yaptığı “Fashionista Daddy” reklamıyla 2013 yılında Crash the Super Bowl yarışmasında büyük ödülü kazanan Mark Freiburger, “Transformers 4”ün setinde yönetmen Michael Bay ile birlikte çalışma fırsatı elde etti. Mark, bugün büyük bir yetenek ajansı tarafından temsil ediliyor ve Universal ile FOX gibi dünya çapındaki stüdyoların film projelerinde yer alıyor.
Katılma Sırası Sende
Siz de hazırlayacağınız 30 saniyelik reklam filmini  (sözlü ise İngilizce) www.doritos.com.tr ‘de belirtilen teknik özelliklerle hazırlayıp tüm dünyanın beğenisine sunmak için 9 Kasım 2014’e kadar reklam filminizi çekip, rüya gibi bir iş ve 1 Milyon Dolar sahibi olmak için geri saymaya başlayabilirsiniz!
Katılım koşulları ve tüm detaylar için www.doritos.com.tr’yi ziyaret edebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

Venedik / Padova bölgesi oteli



Booking.com'dan uzun arayışlarım bile işe yaramadı maalesef kaldığımız oteli bulamadım (gerçi tam emin olamasam da Hotel Splendid yada Hotel Sporting olduğundan kuşkulanıyorum). Daha önceki yazıda belirttiğim gibi odada her eşyanın üzerinde farklı isim yazıyordu...
Otel Venedik'e yaklaşık 40 km. uzaklıktaki Padova bölgesinde. Bu bölge termal bir bölge ve daha çok SPA otelleri var. Bizim kaldığımız otel de Radisson Blu kompleksinin bulunduğu bölge içinde bir otel.
(radisson'un önü lüks araba kaynıyordu bizimkinde ise sadece bir tur otobüsü vardı) Kaldığımız oda kötü değildi (en azından temizdi) fakat sanırım yeşil alanlardan dolayı minicik sineklerle doluydu. Işığa daha çok geldikleri için banyonun ışığını açık bırakıp hepsini oraya hapsetmekle bulduk çareyi. Başka bir çiftin odası ise son derece lüks ve rahatmış. (Bizim teorimize göre Radisson o oteli yeni bünyesine kattı ve yavaş yavaş yeniliyor). Her ne kadar turdan birçok kişi şikayet etse de kahvaltı oldukça yeterliydi bana göre. Sonuçta yurt dışında kahvaltı alışkanlıkları farklı olduğu için hiçbir otelde bizimki gibi kahvaltı olması mümkün değil.

Soracak olursanız bir daha Venedik'e gittiğimde bu otelde kalmam. Şehir içi pahalı vs. deselerde iki gece Venedikte kalınabilir. Yada yine bu bölgede daha iyi bir otelde veya Lido bölgesindeki otellerde kalınabilir. (turda kalabalık bir grup vardı. Bize yanlışlıkla onların odasını vermişler. Fotoğraflarda görünen ekstra yatak - daha doğrusu açılmış koltuk- o yüzden).

21 Ekim 2014 Salı

Cem Yılmaz yine haklı!

Çok erken kalkarım, erkenden kahvaltı ederken de televizyondaki haberlere bakarım. Dün yine İrfan Değirmencioğlu ile sabah haberlerini izliyordum, bir tweet üzerine dedi ki:
- Farkında mısınız, Türkiye'de en çok kullanılan cümle “Hakkımı istiyorum!”

Bu lafın üzerine aklıma Cem Yılmaz geldi. Cem Yılmaz geçenlerde gösterisi için Amerika'ya gittiğinde kendisiyle söyleşi yapan gazeteciler sormuş:

“Kendinizi Türkiye'de özgür hissediyor musunuz?”

Cem Yılmaz yanıt vermiş:

“Elbette hissetmiyorum, insan doğal haliyle özgür hissetmeli. Bunun için illa kahramanlık yapmasına gerek kalmamalı. Senin doğal hakkın olmalı... Nedir lan, savaş şartlarındaki gibi devamlı mücadeleyle hak elde etme meselesi? Bana hiç medeni gelmiyor!”

Düşündüm de, Cem Yılmaz bu sefer de haklı; tamam çok dinamik bir ülkede yaşıyoruz ama yoruyor be arkadaş! Her konuda ama her konuda mücadele etmek zorunda kalmak ne büyük stres! İyiliğimiz içinbirileri bir şeyler yapıyor, biz de o iyilikten(!) kurtulmak için mücadele etmek zorunda kalıyoruz! Mücadele derken de, tahmin ettiğiniz gibi sert olanından bahsediyorum; yani taşlı, sopalı, kavgalı, sloganlı, mitingli, eylemli, coplu, tomalı, gazlı, tutuklamalı, hapisli... olanından!



Bir tek biz değiliz elbette, batılılar mücadele etmiyor mu?

İsviçre'de yaşayan bir arkadaşım var, O anlatmıştı. İsviçre'de her şey için 3 ayda bir referandum yapılırmış, onlar da mücadele ediyor işte kendi çaplarında! Doğrudan demokrasinin mekanizmalarını çalıştırıyorlar. Yasa değişikliği, ülke bütçesi veya 100 bin imzayı aşan herhangi bir konuda İsviçreliler ülke çapında referanduma giderlermiş. Aramızdaki medeniyet farkının Alp Dağları'nı aştığını bilmem söylememe gerek var mı? Adamlar mesela 2012 yılında yıllık izin süresinin 4 haftadan 6 haftaya çıkarılmasını oylamışlar. Arkadaşım o yıl izne geldiğinde bu konudan bahsederken şöyle yorum yapmıştı:

“Bu İsviçreliler bir tuhaf insanlar, hayatta kabul etmezler bu yasayı. 6 hafta izin yapılırsa ülkemizin ekonomisi bozulur.” derler demişti. Ben çok şaşırmıştım, algılarım bizim ükenin standartlarına göre kalibre olmuş demek ki.. Nitekim o sene yıllık izin referandumu sonucunda seçmenlerin üçte ikisi yasaya red oyu vermiş. Buyurun haberi de burada:

Bizde ise istersen 20 sene çalış, ama son iş yerinde bir yılı doldurmadan izne çıkamazsın gibi bir saçmalık var! Son işyerinde beş seneni doldurmadan çıkacağın izin sadece 15 gün, onu da kesintisiz kullanamazsın! Hafta hafta, hatta gün gün verirler izni. Bir işyerinde 5 sene çalışmaksa senin şansına kalmış, ya iş yeri batar, ya zam yapmazlar ayrılmak zorunda kalırsın, ya da işveren senin yerine akrabasını işe alacağı için seni işten atar. 
Adamlar zaten 4 hafta izin yapıyor, zaten esnek çalışabiliyorlar, zaten bir sürü tatilleri var, yani izne doymuşlar demek ki “6 hafta izin ülke ekonomisine zarar” deme noktasına gelmişler.
 Aranızda özel sektörde çalışıp da 4 hafta kesintisiz izin yapan var mı Allasen? 4 hafta izin yapsak, geldiğimizde masamızda başkasını görme olasılığımız %90 bence, çünkü yokluğumuzda kim bilir nasıl dedi kodumuz yapılır, kim bilir nasıl gaza gelir işveren, bizden ucuza çalışacak işsiz çoook!



Adamlar aşmışlar, asgari ücretin olmadığı ülkelerinde mesela geçenlerde asgari ücret 4500 dolar olsun mu konusunda oylama yapmışlar, zaten ülkede çalışanların %90'ı 4000 dolar üzerinde para kazandığı için bu yasayı kabul etmemiş halk. Aynı referandumda 3.4 milyar dolar tutarında savaş uçağı alınsın mı sorusuna ise ülkenin %53'ü “hayır” demiş, zaten son 200 senedir savaş yapmadıkları için böyle bir harcamayı kabul etmemişler. Şaka ya da masal gibi geliyor kulağa değil mi?
İsviçre'de yaşayan arkadaşım, İsviçre o kadar kuralların olduğu, o kadar düzenli bir ülke ki, insanın canı sıkılıyor rutinlikten diyor. Adamların derdine bakar mısınız?

Bizdeki rutin güne bakalım bir de:


Dün yine Validebağ Korusu'na sabah sabah iş makineleri girmiş, ağaçları kesmeye çalışmışlar, mahalleli koştura koştura koruya inşaat yapılmasın diye hak arama mücadelesi yapıyor. Polis elbette baş aktör. Karadeniz'in yeşilliklerine, şırıl şırıl derelerine kıyıp HES yapmaya çalışanlar var, yöre halkı kendi çaplarında “dere bizim hakkımız, yeşilimizi soldurmayız” mücadelesi veriyor. Polis tabii ki yine baş aktör. İsviçre'de her mahallede bedava kreşten liseye kadar her türlü okul varken bizde de çocuklar evlerinden 20 kilometre uzaktaki okula zorla kayıt ettiriliyor, o okul olmazsa yakında İmam Hatip var, olmadı özel okul özgürlüğünü(!) alternatif olarak sunuyorlar. Zavallı aileler mücadele etmek zorunda kalıyor. Polis elbette yakınlarda yine.. Binlerce genç, öğretmen olarak mezun olmuş atama beklerken, devlet Bangladeş'ten ucuz eleman getirme yasaları çıkarmaya hazırlanıyor, öğretmenler sokaklarda mücadele etmek zorunda... Polisi sormayın bile!
Devlet güya teknolojiye ayak uyduracak diye 1 liraya mâl ettiği çipli kimliği edilen mücadeleler sonucunda, 18 liraya düşmüş haliyle(!) vatandaşına satmaya çalışıyor...


Daha sayayım mı? Sabah sabah gaza gelip yollara dökülür mücadeye falan kalkışırsınız maazallah, başınıza bir hal falan gelir, en iyisi susayım ben..

Bütün bunlardan sonra “hak verilmez alınır” saçmalığına inanmamı nasıl beklersiniz benden!
Hak hakkımdır arkadaş, niye almak için sinir stres olayım ki, hem kimsiniz ki siz bana haklarımı lütfederek sadaka gibi veriyorsunuz?

Bugün “çav bella” modundayım netekim.. Ama sokağa çıkıp da hak mücadelesi yapacak halim de yok ne yalan söyleyeyim, mücadele yapmak da istemiyorum zaten, Cem Yılmaz'ın dediği gibi bana da medeni gelmiyor bu yöntemler!

Sevgiyle efendim, yönetenle yönetilen arasındaki bütün sınırların sevgiyle yok olması dileğiyle hatta, uçuk kaçık ütopyamla elveda diyorum bugün...













19 Ekim 2014 Pazar

Her şey bizim iyiliğimiz için!

Dün Kurt Seyt ve Shura'yı seyrederken düşündüm, insan hayatında başkalarının ne kadar çok etkisi oluyor farkında mısınız?

Misal bu Kurt Seyt ve Shura hikayesinde kahramanlarımız birbirlerine deli gibi aşık ve fakat bir türlü kavuşamıyorlar. Neden?


Öncelikle Seyt'in babası oğlunun Shura gibi bir Rus'la evlenmesine izin vermiyor, diyor ki,

“Rus hanımlarla gezip tozup eğlenirsin, buna bir lafım yok. Ama bir Türk kızıyla evlenip soyumuzu sürdürmen lazım, öbür türlü hakkımı helal etmem.”

Buyur burdan yak şimdi!

Bir baba, güya oğlunun iyiliğini düşünüyor ve onun aşkına engel oluyor. Gerekçe ne? Gerekçe şovenist milliyetçi, hatta ırkçı düşünceler! Üzerine bir de hak helal etmeme mevzusu gelince sonuç ortada: Bir kişinin hayatı zindan! Çünkü baba, ne derse yapılmalıdır!


Birisinin iyiliğini (!) düşünerek onun adına karar vermeye bayıldığımız yetmezmiş gibi, bir de her duyduğumuza inanma gibi huylarımız da var:

O sana uygun değil!” diyor mesela birisi, inanıyoruz, ya da ortada hiçbir şey yokken sırf hasedinden dost sandığımız hem cinsimiz:
Seninkini bir kadınla görmüşler geçenlerde, seni aldatıyor olmasın!” diyor, bu zehirli yemi havada karada kapıp gereksiz kıskançlık krizlerine girerek gül gibi giden ilişkimizi mahvedebiliyoruz.

Şimdiki kuşaklar biraz daha uyanıklar ama, şu da bir gerçek ki kendimize güvenimiz olmadan yetiştiriliyoruz.. O kadar güvensiziz ki, kendimiz fikir üretemiyoruz, dik duramıyoruz, kendimizi savunamıyoruz.

Özgür irademiz yok bizim, biz derken bizim toplumu, daha doğrusu doğu toplumlarının çoğunu kast ediyorum.

Töre, namus gibi kavramların ön planda olduğu filmleri izlerken hep aklıma gelir. Bu filmi bir batılı izlese anlayamaz derim, ne kadar saçma bulur diye düşünürüm. Düşünsenize klasik hikayeyi!

"..Baba zorla kızını birisi ile evlendirmeye kalkar, hatta bunun için para alır, o kız o hiç sevmediği adamla evlenir, çocukları olur ama o adamı hala sevmez, sonra o çocuklar da sevgisiz bir ortamda büyür ve sonrasında kısır döngü devam edip gider, ta ki bir yerde zincir kırılıp vicdanlı bir aile büyüğü kızının sevdiği ile evlenmesine razı olana kadar!"
 Gel de bunu bir batılıya, mesela İsviçreliye, mesela Hollandalıya anlat! Onların anlamakta zorlanacağı bu durumu biz kanıksamışız, ne acı değil mi...



Yazının başında dedim ya, insan hayatında başkalarının ne kadar çok etkisi oluyor diye..

Sadece ikili ilişkilerde mi, her şeyde ve her yerde bu böyle. Hep birileri bizim iyiliğimizi(!) düşünerek kararlar alıyor ve hep biz bu iyiliğimizi isteyen kararlar yüzünden mutsuz zamanlar geçiriyoruz. Çok derin bir mevzu bu, girdik mi çıkamayız içinden ama yine de biraz örnekleyelim.

 Mesela "temsili demokrasi" denilen sistem! Meclisteki dört yüz küsur vekil güya bizim iyiliğimiz için içtiğimiz suya zam yapma kararı alıyor mesela, bizim iyiliğimiz için 140 karakterlik tweet nedeniyle insanları hapse atacak yasalar çıkartabiliyorlar!Teoride bizim iyiliğimiz için, ama pratikte kendilerinin oturacağı milyon dolarlık saraylar yaptırıyorlar, bizim iyiliğimiz için kendileri lüks içinde yaşayıp ayda 17-25 bin lira maaş alırken, yine bizim iyiliğimiz için asgari ücreti 800 TL gibi en asgari düzeyde tutabiliyorlar! Hepsi bizim iyiliğimiz için, para karşılığı kızını sevmediği adama satan baba da kızının iyiliğini düşünüyor, “o adam sana göre değil” diyen haset kadın da arkadaşının(!) iyiliğini düşünüyor; tıpkı mecliste kendi maaşlarına %20 zam yaparken işçiye emekliye % 3 zammı reva gören vekillerin hepimizin iyiliğini düşündüğü gibi...




Uzar gider bu konu, sırf bizim iyiliğimiz için bütün bunlar, çünkü biz ne sevdiğimiz kişiyi seçebilecek kadar düşünebiliyoruz, ne de bizim iyiliğimiz için kararlar alan devlet mekanizmasına aklımız eriyor!

Kendi hayatlarımızda olup bitenlerin farkında olmadığımız yetmezmiş gibi, bir de dizi izlerken akıl vermeye kalkıyoruz:

“- Ah be Shura niye inanıyorsun ki Petro'ya, O senin iyiliğini istemiyor, niye gidip kendin sormuyorsun ki Seyt'e seni aldatmış mı diye” diye dizlerimizi dövüyoruz mesela..

Tuhafız vesselam! En iyisi susayım ve gideyim ben...

..............................


Kendi iyiliğinizi kendiniz düşüneceğiniz bir gün dileyerek ayrılıyorum bugün de aranızdan, sevgiyle...




18 Ekim 2014 Cumartesi

Yine mimlendim, yine eğlendim :)

Sevgili Kayb-ı Kelam ve Jaleceanne beni mimlemişler, eksik olmasınlar. Kendilerine teşekkür ediyorum bu eğlenceli aktivite için. Gerçi ben, blog mimleri konusunda pek beklenen cevapları veremiyorum maalesef; bu sefer de öyle oldu, sorulara cevap vermekten çok sorularla konuşmayı tercih ettim yine.. İçimden geldiği gibi yani..

Umarım sıkılmazsınız diyelim ve başlayalım o halde.

Bakalım sorular neymiş?



Bu aralar hayatında neler oluyor, seni nasıl etkiliyor bu olaylar?
Sevmedim ben bu soruyu, yani yazdım sildim, yazdım sildim, istediğim gibi yanıtlayamadım ve anladım ki soruyu sevmemişim. Nasıl desem, uzun süredir görmediğiniz biri ile sokakta karşılaşırsınız da hani size sorar ya:

  • Eee, daha daha ne var ne yok? Hayatın nasıl gidiyor?
Öylesine sormuştur belli ki, cevap vermek istemezsiniz ya, geçiştirirsiniz hani:

  • Ne olsun işte, bildiğin gibi iş, güç...
Böyle dersiniz genelde, içinizden fazlası gelmez, çünkü soru çok geneldir. İnsan bir çırpıda nasıl cevap verir ki böyle bir soruya.. Belki de en önemsediği şeyi söyler, ya da aklına ilk geleni, ki zaten akla ilk gelen o an için hayatı da etkileyen ana mevzudur.

Böyle bir soruyla karşılaşınca afalladım birden, neler oluyor hayatımda acaba dedim kendi kendime. Belirli bir konu başlığı gelmedi aklıma, demek ki hayatımda güzel dengeler var diye düşündüm sonra. Ondan bundan şundan karınca kararınca.. Ee böyle olunca da insan yere sağlam basıyor demek ki, etkilenmiyor.

(Mim soruları hazırlayan kişi benim bu yanıtımı görse kimbilir ne düşünürdü, amma da abartmış, yazsaydı ya bu aralar saçlarımı kestirdiğim için kulaklarım üşüyor, ya da ne bileyim işte “makul şüpheli” yasası çıktı, kendimden şüphelenir oldum... Neymiş de soru çok genelmiş, bu blogger insanları içinde ne uyumsuz, kıl kuyruk tipler var kardeşim derdi kesin)

    Hayatın senin için ne kadar önem arz ediyor ?
Politikacıların iğrenç suratlarını görmek istemeyecek kadar önemsiyorum hayatımı desem, kendim hakkında hafif bir kıskançlık, haset ya da olumsuz düşüncesini yakaladığım insanlardan uzaklaşma kararı alacak kadar kendimi ve hayatımı seviyorum desem, önce huzurumu düşünüyorum desem, istemediğim şeyler talep eden insanların da üzerini çiziyorum desem, acaba hayatımın benim için ne kadar önem arz ettiğini yeterince ifade etmiş olur muyum? Yoksa bencilmiş bu evde yazan kişi mi dersiniz?
(Sahi bu soruları hazırlayan insan hakkında şüpheler oluşmaya başladı bende, mim görüntüsünde bir komplonun içine mi düştüm yoksa?)



    Kendini bir kenara çekip, hiç düşündüğün oldu mu ?
Mim değil sanki polis sorgusu gibi devam ediyor sorular, şaşırmaya ve afallamaya devam ediyorum... Bir dakika ne oluyor, kendimi bir kenara çekmek de ne demek? Ben şiddetten ve baskıdan nefret eden bir insanım, niye kendimi bir kenara çekip azarlayayım ki? Kendimi duvar kenarına çekip “hmmm, bak böyle yapmaya devam edersen görürsün gününü!” dememi istiyor soru soran kişi. Ya ben gerçekten bu mimin ana kaynağını çok merak etmeye başladım, bir faşizm kokusu geliyor burnuma bu sorularda ama, neyse bakalım devamında neler olacak..

Nefret duyduğun bir alışkanlığın var mı ?

Yine yanlış sözcükler ve yine negatif bir soru.. Bir kere insan kendisinden veya alışkanlıklarından nefret etmemeli zannımca.. Sanki soruları hazırlayanlar dış mihraklarmış da psikolojimizi bozmak gibi bir amaçları varmış gibi hissettim birden..
Hayır dış mihrak, sen böyle tuzak sorularla benim iç dengelerimi bozamazsın!
Bütün alışkalıklarımı seviyorum, hatta hayranım onlara oldu mu şimdi..
Günah çıkarma odasına döndü zaten bu mim ...

    5. Bu hafta içinde neler yaşadın ?
    Bak işte yine başa döndük. Bu aralar hayatında neler oluyor sorusuna geldik yani. Cidden bir şey yok öyle anlatılabilecek kıvamda, hem olduysa da zaten blogumda anatmışımdır. Soğuk soğuk terler dökmeye başladım, yoksa “makul şüpheli” mi seçildim?

    Hayat ...
Bunu bir soru olarak algılamadım, evet hayat ve üç nokta... Next...



    Son zamanlarda bir değişikliğe uğradığını düşünüyor musun ?
Nasıl yani, öyle mi düşünmem gerekiyor yoksa? Sanırım dış mihraklar bizi mutasyona uğratacak bir biyolojik bomba attılar, mim görüntüsündeki sorularla üzerimizde bilimsel analiz yapıyorlar..
Yoksa ben “makul şüpheli” miyim? Seçildim mi? Ama abiler ablalar, oto sansürüm çok kuvvetlidir benim...

    Hayattan beklentilerin neler ?
    Mutluluk, sevgi, huzur..
    Dış mihrak kardeş, cidden içimden gelen bu üç sözcük, inan ki en kalbî duygularım bunlar..

Sorular bitti mi?
Ohh, rahatladım birden, anladım ki sorguya çekilmek zor iş.. Bu mim sayesinde “makul şüpheli” kurbanlarla hemhâl oldum, anladım ki özgürlük gibisi yok..

Sevgi ve saygıyla efendim, ben eğlenerek yanıtladım soruları, umarım siz de beğendiniz. Mimlenmek isteyen herkes bu sorulara yanıt verebilir, ben şahsen sizi mimleyip sıkıntıya sokmayayım şimdi..

İyi hafta sonları..


14 Ekim 2014 Salı

Jose Saramago ve Kopyalanmış Adam

Saramago'nun Körlük kitabını bir solukta okuduğumda allak bullak olmuştum. Hem yazarın sadece nokta ve virgül kullanarak bazen bir cümleyi bir sayfa boyunca uzatmasına, hem kurguya, hem de alt metinde anlatılan hikayeye hayranlıktı yaşadığım şey. Körlük biter bitmez gidip Görmek kitabını almıştım, Körlük kadar olmasa da yine etkileyici ve çarpıcı bir hikayeydi okuduğum. Yazarın ilk romanı olmasına rağmen öldükten sonra yayınlanan “Çatıdaki Pencere”yi aldım sonra. İlk iki kitapta beklentim iyice üst seviyeye çıktığı için sevemedim bir türlü ne yalan söyleyeyim, Saramago'ya saygımdan zorlana zorlana bitirdim. Hani damağınızdaki lezzeti bozan bir şeyden sonra bir süre ağzınıza benzer bir tat almak istemezsiniz ya, o hesap ara verdim bir süre Saramago'ya. Geçenlerde babil.com'da Saramago kitapları haftası indirimini görünce dayanamadım yine, üç kitabını daha aldım. Bunların ilki olan Kopyalanmış Adam'ı sanki eski bir dostuma uzunca bir aradan sonra yeniden kavuşuyormuşcasına okumaya başladım.



1998'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ve benim en sevdiğim yazarlar arasında kendisine sağlam  bir yer edinmiş olan Jose Saramago'nun romanları hep bir cümlelik olay ile başlıyor, öyle çarpıcı bir cümle ki o, peşinden yüzlercesi dökülüyor sonrasında.


Mesela Körlük'de araba kullanırken bir adam aniden kör oluyor ve bu körlük bir salgın şeklinde hızla yayılıyor...
Görmek'de seçim günü sabahleyin çoğunluk oy atmaya gitmiyor, sandıklar açıldığında ise oyların %83 ünün boş olduğu görülüyor...


Her iki kitapta da kahramanların adı yok, ülkelerin adı yok, dolayısıyla okuyucu istediği gibi çalıştırabiliyor hayal gücünü. Müthiş bir keyifti benim için her iki kitap da. Dediğim gibi Çatıdaki Pencere'yi saymıyorum.


Kopyalanmış Adam da böyle çarpıcı bir cümlenin peşinden gidiyor.

Kendi halindeki tarih öğretmenine arkadaşı bir gün ”Arayan Bulur” adında bir film verir. Filmi izlerken figüranlardan birinin kendisinin tıpkısının aynısı olduğunu fark eder öğretmen ve öykü başlar...

Dürüstçe söylemek gerekirse çok zor okunan bir kitaptı benim için. Yaklaşık 5 haftada ancak bitirebildim ve bu gerçekten de çok uzun bir süre.. Kitabın ilk 200 sayfası çok ağır aksak gitti. Kahramanımız Tertuliano Maximo Afonso da yavaş bir adamdı sağ olsun. Ne yapacağını düşündü, yavaş yavaş harekete geçti, sağduyusu sık sık devreye girdi. Yazar araya girdi, cümleler de bazen bir tam sayfa uzunluğunda olunca akşamları yatakta okurken abartmıyorum iki sayfa okuyup uykuya daldığım çok oldu. Fena bir okuyucu değilim aslında ama dedim ya zorlandım okurken. Ama kitabın acayip bir büyüsü de vardı, zorlandığım halde yine de yarım bırakamadım, iyi ki de bırakmamışım. Son 50 sayfada olaylar birden hızlanmaya başladı, bu sefer de tam ısınmışken kitap bitiyor diye üzüldüm açıkçası. Hiç beklemediğim bir anda sürpriz bir gelişme ile sonlandı hikaye, şaşkına döndüm desem yeridir..
Okuyucusuna resmen sabır testi uygulayan, ilk 200 sayfada sabredeni sonrasında heyecanlı olaylar örgüsü ile ödüllendiren bir kitap bu.


Jose Saramago'yu çok seviyorum ben, virgülle ayırarak yarım sayfada noktaladığı cümlelerini, olayların arasına girerek zaman zaman karakterleriyle dalga geçmesini, politik duruşunu, çok değişik konuları ele alışını.. 


Körlük kitabını herkese tavsiye edebilirim. Kopyalanmış Adam'ı ise iyi okuyuculara tavsiye ediyorum. Okuma konusunda kendi kendine meydan okuyanlar, sabırlıyım ben diyenler bu müthiş okuma deneyimini kaçırmasınlar bence.


Bugünlük de benden bu kadar, sevgiler efendim, kimse kitapsız kalmasın...