30 Kasım 2014 Pazar

Konuk yazar anlatıyor, bir doktor nasıl yetişiyor...

Bugün ilginizi çekeceğini düşündüğüm bir konuyla konuk yazar ağırlıyorum yine. Kayb-ı Kelam, mesleğini belli ki çok seven, çiçeği burnunda bir tıp öğrencisinin blogu. Çok güzel yazıyor, kendisini konuk etmekten son derece memnunum ve bu güzel bilgilendirici yazı için kendisine teşekkür ediyorum. 
Hep söylerim, bu hayatta kutsal iki meslek vardır ve bu iki meslek sevilmeden yapılmaz: Birincisi hayat kurtaran doktorluk, ikincisi de hayat şekillendiren öğretmenlik... Sözü fazla uzatmadan geleceğin başarılı doktoruna bırakmak istiyorum, bakın neler anlatmış mesleği hakkında:  

----------------------

 Son birkaç gündür ne yazsam diye düşünürken, aklıma kendi branşımla ilgili bir şeyler yazmak geldi. Yani tıpla, doktorluk mesleğiyle ilgili. Buyurun bir doktor nasıl yetişiyor ülkemizde, yani tıp fakültesi serüveni nasılmış aslında :


doktor olmak kolay değil
Lise Yılları ;
Lise yıllarının son senesi özellikle de tıp isteyen öğrenciler için tam bir monotonluk senesidir. Sabahın erken saatlerinde hafif bir kahvaltı ile başlayan bu yeni hayat, o gün boş derslerde, teneffüs aralarında çalışılacak kaynakların özenle hazırlanmasıyla da devam eder. Okulda geçen yoğun temponun ardından kısa bir dinlenme bu süreçte o öğrenci için eşsiz bir ödül olur. Ne yazık ki bu ödülün de tam zevkini çıkaramadan çalan etüt ziliyle çalışma odalarına geçer ve uykunun kendisini zorladığı son anlara kadar kendini bir çalışma havasına sokar. Ve günler böyle devam eder, eder, eder; ta ki sınava kadar... Dedim ya monotonluk diye, arada farklı aktiviteler yapması belki de bünyesine iyi gelecek; ama sağ olsun dış uyaranlar, ki bu aile bireyleri, komşular, arkadaşları olabilir, bu öğrenciyi farklı bir aktivitede gördüklerinde ''bak hele, sınava kalmış kaç gün dışarılarda sürtüyor. Olacak şey mi bu aa!'' söylemleriyle bu monotonluğu sürdürmelerinde etkili rol oynar. Neyse efendiler, sınav vakti geldiğinde ise koskocaman o çalışma zamanının birkaç saat içinde meyvelerini beklemeye gelir sıra. Heyecanlanma, omuzlarına yüklenen ağır sorumlulukların sınav anında akıldan çıkaramama, saçma sorular macerasının yaşandığı o birkaç saat... Nihayetinde kazasız belasız o sınavı da atlatan öğrenci kendi isteğiyle(!) tıp fakültelerinden birine yerleşir. Ve üniversite kapıları o öğrenci için sonuna dek açılır(!) 

Üniversite Yılları ;
Artık eskisi gibi stres yok, dert yok düşünceleriyle harmanlanmış öğrenci, 
komite sistemini duyduğunda daha bir sevinir. Çünkü senede ortalama 5-6 sınava girecek olması kulağa çok rahatlatıcı sözlermiş gibi gelir. Derslerine de girecek olan 50-60 hocayı da duyunca ve hele de aralarında profesörlerin olduğunu görünce de değmeyin keyfine. Ama işin içine girince öyle olmadığını anlaması birkaç ayını alacaktır. Çünkü farklı bir dille, tıp diliyle, tanışması birçok hocanın slaytlara bağlı kalması, gerekli gereksiz binlerce bilgiyle karşılaşması ve sınavlarda da çalıştığı onca şeyin arasında hiç tahmin edemediği yerlerden sorularla buluşması için gereken zaman işte bu kadar kısadır.

Tıp okumanın dayanılmaz hafifliği!

Özellikle de 3.sınıfa gelindiğinde ise sayısız hastalığın nedenlerini, sıklıklarını, nasıl olduklarını sadece teorik yönden öğrenip hasta üzerinde görememesi en büyük dezavantajlardan biridir. Ayrıca derslerde hocaların azarlarına maruz kalınması, 
bunu nasıl bilemezsiniz cümlesinin oldukça sık duyulması psikolojik, günlük 6-8 saat ders işlenmesinin ardından öğrencinin ders çalışmaya ne zaman, ne de güç bulamamasına bağlı fizyolojik açıdan çökmesi de bu dönemde gayet mümkündür. Özellikle diğer fakültelerde okuyan arkadaşlarının aksine vaktinin çoğunu çalışmaya çalışmak için ayırması sonucu tıp öğrencisinin asosyal bir birey olması da cabası.

Nihayet stajların başlamasıyla birlikte hastalıkları hasta üzerinde görmeye başlayan öğrenciler farklı şeylerle de karşılaşmaya başlarlar. İlk olarak yakın akrabalar 
''ne kadar maaş alıyorsun 4.sınıfta ? Gerçi siz doktorlar iki tıkla 70 lirayı götürüyorsunuz zaten; ama hiç doymuyorsunuz'' tarzında sözleri sıralamaya başlar. "Ne uzmanı doktor olacan bakim sen" diyenler,"bu doktorlar var ya bu doktorlar para için imanını satarlar" diyenler,"şu doktor hiçbir şey bilmiyor, bir ilaç bile yazamadı/sadece bir Parol yazmış baksana" diyenler, "doktorları dövenler" vs.. onlarca tabloyla yüz yüze olmaya başlarsınız. Halbuki biraz empati yapabilseler...


Tıp fakültesi 
minimum 6 senelik bir fakülte. Minimum diyorum; çünkü alttan ders almak gibi bir ihtimal olmadığı için böyle bir durum söz konusu olursa sınıf tekrarına kalıyorsunuz.[bizim fakülteye 120 kişiyle başlayıp 6.sınıfta sadece 54 kişi kaldığını duydum]Bu süreçten sonra karşınıza dünyanın zorluk olarak en zor ilk beş ve ayrıca Türkiye'nin en zor sınavı olan TUS (Tıpta Uzmanlaşma Sınavı) illeti çıkar. Şayet bu sınavda yeterli bir puan aldıktan sonra da 4-5 sene daha uzmanlık okursunuz. Yani sizi hastanede muayene eden doktor en azından 10 yıllık bir tıp eğitimi almış doktordur. [Bazı istisnalar hariç]Ve maaş noktasına gelince de normal eğitim süresince öğrenci olduğunuzdan maaş alamıyorsunuz ta ki mezun oluncaya dek. Uzmanlık sınavını geçtikten sonra asistanlık maaşı almaya başlıyorsunuz ve onun ne kadar yüksek (!) bir miktar olduğunu her sene açıklanan kim ne kadar maaş alacak? tablosundan bulabilirsiniz.

iki tık değil, perküsyon!

İki tıkla 70 lira meselesine gelince o iki tık denen muayenenin adı 
PERKÜSYON ve vücudun farklı yerlerinde çıkan sesle rahatsızlık olup olmadığını anlamada kulağı iyi olan doktorlar için etkili bir yöntem. Bizim insanlarımız genellikle neden film çekmiyor diye yakınırlar, halbuki ne kadar yüksek dozda radyasyon yediğinin farkında değiller. Mesela tipik normal bir hastalığı olan kişi eğer BTdenen tomografi çekiyorsa normal röntgen filmlerinde maruz kaldığı radyasyonun 422 katı daha fazla radyasyona maruz kalıyorBu da ileride birçok kanser için bulunmaz fırsat adeta. O yüzden gereksiz tetkikler hastalığı daha da kötüleştirebilir. Kaş yaparken göz çıkarmak misali...

İlaç yazmadı sözü... Ülkemizin antibiyotik kullanımında 1.sırada olduğunu biliyor musunuz ? Halbuki en basitinden serum bile insan için zararlı olabiliyor. Ama illaki ilaç kullanmamız gerekiyor ya gerekli gereksiz, tüm bünyemizi mahvetmeye başlıyoruz. Hani sürekli derler ya eskiler hiç hastalanmazdı diye. Neden hastalansın ki. Doğal beslenme ve gereksiz ilaç kullanımın olmadığı o dönemlerde hastalık nasıl olsun ki ? 
Her ilaç bir zehirdir diye öğretirler bize. Gerçekten de bir ilacın etkinliği olduğu kadar yan etkileri de oldukça fazla. Hele de antibiyotikler... Bakteriler, sürekli bir direnç kazanmaya başlıyor o ilaçlara karşı. Ve günden güne de ilaçların dozları artırılıyor. Ne kadar yüksek doz, o kadar yan etki ve bir o kadar da bozulan bağışıklık sistemi.

Hayat kurtaranlar

Mesela grip için birkaç ilaç kullanan çok sayıda kişi var. Ama gribin 
%80-85 nedeni virüsler.Yani kullanılan hiçbir ilaç virüslere etki etmez. Antibiyotikler sadece bakterilere etki eder. O yüzden kullanılan ilaçların birçoğu gereksiz olur. Onun yerine bağışıklık sisteminizi güçlendiren C vitamininin olduğu gıdalarla beslenmek, dinlenmek o ilaçların neredeyse hepsinden daha yüksek bir etkiye sahiptir. Kısacası ilaç yazmayan ya da bildiğiniz ilacı yazan doktor her zaman hiçbir şey bilmeyen doktor değildir. Çoğu zaman sizi sizden daha fazla düşünen doktordur düşüncesini unutmayın.
Bir de doktorları dövenler var, onlar hak ediyor diyenler... Hangi hastanın daha acil bir vaka olduğunu sizden daha iyi bilir doktor değil mi? Çünkü her hasta yakını için hastası acildir diğerlerine göre. Ayrıca acilde çalışan bir doktor ortalama 
100-150 hastaya bakıyor.Unutmayın o doktor da bir insan ve belki de 30 saatten fazla uyuyamayan biri. %100 performans beklemek ne kadar doğru olur ? Karar sizin...

NOT : Elbette her zaman doktor haklı değildir; ama ben sadece haklı olan doktorların düşüncesini buraya yazdım.


Yazar Hakkında :Tıptaki sanatı kelimelerde de gören ve vaktinin bir kısmını yazarak geçiren bir tıp öğrencisi. Yazılarını sadece kendi değil başkaları da okuyup değerlendirebilsin diye Kayb-ıKelâm blogunda da yazan kelimelerin bir hayranı. Buyurun gelin, hep beraber okuyalım...


NOT: Bu tıp serüveninin 4.sınıfında olduğumdan daha ilerisini anlatmam doğru olmaz. O yüzden serüvende geçen bu sorulara cevaplar vererek yazıyı bitirmem daha uygun olur sanırım.

Kısaca değinmek istediğim doktorluk mesleğini yazarken anladım ki kısaca anlatmak oldukça zormuş. Peki sizler ne düşünüyorsunuz doktorlar hakkında ?



28 Kasım 2014 Cuma

Sorrento - İtalya





Sorrento İtalya'nın güneyinde Amalfi bölgesinde, Napoli'ye bir saat kadar uzaklıkta çok sevimli bir tatil kasabası. Bölgenin ve kasabanın en önemli gelir kaynaklarından biri turizm. Bunun yanı sıra tarihi Pompeii'nin ve italyan sosyetesinin tatil mekanı Capri adasının burada olmasıda turizm açısından bölgeyi iyice hareketli kılıyor. Sorrento ayrıca limonlarıyla ünlü ve bir çeşit likör olan Limoncello'nun birçok çeşidi ve limondan elde edilen pekçok şey burada üretiliyor (limon sabunları da muhteşem).
Sorrento dar, sokakları, sevimli dükkanları, cafeleri ve muhteşem deniz manzarasıyla insanda yaşama sevinci uyandıran bir kasaba. Biz oradayken bir de nikah vardı kilisede ve herkes o kadar şıktı ki. Kadınların neredeyse hemen hepsinde çok şık şapkalar vardı ve rengarenk giyinmişlerdi. Bizim düğünlerimizdeki gibi simsiyah bir şıklık yoktu ve herşey cıvıl cıvıldı. Hatta gelin ve damat çok güzel süslenmiş bir at arabasıyla kiliseye geldiler.

Sorrento'ya gideceklere tavsiyem, kasabanın ara sokaklarına dalıp limoncello üreticilerinde tadım yapın, ana meydandaki cafelerde zaman geçirin ve gelmişken mutlaka Capri adasına gidin.

Sorrento'dan ne alınır?
Limon diyarına gelmişken meşhur limoncello'lardan alın tabiiki. Benim önerim bu konuda Villa Massa markası. Klasik limoncello'nun yanı sıra krema kıvamında olanları da harika (limon tadını sevmeyenler için kavunlu meloncello ve fıstıklı adını hatırlayamadığım bir çeşit de var). Ayrıca limon şekerleri, limon sabunları da süper.

http://www.sorrentotourism.com/en/index.php

Ayrıntılı Sorrento ve diğer gezi fotoğraflarına ana sayfada bulunan İnstagram adresinden de ulaşabilirsiniz...

27 Kasım 2014 Perşembe

Alba Otel - Montecatini Terme

Alba Otel Floransa yakınlarında Montecatini'de bulunan bir otel. Booking.com da bulunan görüntüleri sizi yanıltmasın. Tur felaketini daha önceki yazılarımda yazmıştım zaten ama en kötülerinden biri de bu oteldi.
Montecatini termal bir bölge olduğu için bölgedeki otellerin sayısı bir hayli fazla fakat tur şirketi aralarında en kötü olanı seçmeyi başarmış burada (gerçi firmanın verdiği otel listesinde bulunan bir önceki otel booking.com'da bile felaketti). Floransada oteller çok pahalı olduğu için iki gece burada konaklanıldı. Otel görünüşte 3 yıldız ama o yıldızlardan birini hatta hepsini atın gitsin. İlk etapta göze çarpan bir kötülük yoktu odalarda (Yataklar ve banyo temiz görünüyordu). Ama ilk gecenin sabahı herşey ortaya çıktı. Bizim odada bir sorun yoktu ama diğer odalar tahta kurusu kaynıyordu ! Hatta rehberimiz Burak Bey dahil (hatta gece lobide yatmış aşırı alerjik olduğu için) baya ısırılan olmuştu. Hatta balayı çiftlerinden biri videolarını bile çekmişti hayvanların grup halinde yatakta yürürlerken. Olay ortaya çıkınca ciddi sıkıntı oldu ama otel sahibi son derece sert bir tavırla böyle birşey olmayacağı vs. konularında ısrar etti. Odaların yeniden temizleneceği vs. söylendi ve biz geziler için yola çıktık. Neredeyse hepimiz turizm acentalarımızı arayıp otelimizin değiştirilmesi konusunda konuştuk ama hiçbiri bu konuda yardımcı olmadı sağ olsun. Geri dönüş bile yapmadılar daha sonra. Akşam otele döndüğümüzde odalar tekrar temizlenmişti ama bir iki çift ısrarla orada kalmayacaklarını belirtince onlar için otel arandı geri kalanlar ise Alba'da kaldı (bende kalmak istemedim ama odamız çatı katında diğerlerine nazaran daha iyi bir odaydı ve açıkçası odada pis hiçbir şeyle karşılaşmamıştık. Ama bir daha kalır mıyım? Asla! Hele eşimin daha önce Floransa'nın göbeği Ponte Vecchio'nun dibinde Degli Orafi gibi bir otelde kaldığını düşünürsem...) gece şehirde dolaşıp yemeğimizi yedikten sonra yattık ama gece iki üç gibi tekrar uyandık çünkü kalmaya devam edenlerden ısırılanlar gecenin o saatinde otel aramaya çıkıyordu... (bu arada biz ne ısırıldık ne de böcek birşey gördük)
Yani tavsiyem tur konaklamanızda bu otel varsa dikkatli olun...

http://www.booking.com/hotel/it/alba-montecatini-terme.tr.html?sid=03ee6b772ad71d719edc60a30f28879d;dcid=4;origin=disamb;srhash=2464484035;srpos=1

24 Kasım 2014 Pazartesi

Boşver arkadaşım nerede adalet var ki!

Tuhaf milletiz gerçekten de. Birileri en temel haklarımızı gasp ederken sesimiz çıkmaz, olayın peşinden gitmeyiz, hatta unuturuz ama gereksiz konuları takipçilikte üstümüze yoktur. Size şimdi taze bir örnek anlatacağım, bakalım sizler ne düşüneceksiniz..

Facebook'da hediyeli yarışmalar oluyor biliyorsunuz. İşim gereği gözüme çarpanları takip ediyorum ben de. Hatta geçenlerde bir tanesine de katıldım. Reklam olmasın, adını vermeyeyim. Bir firmanın dayanıklılık testi adındaki sevimli bir yarışmasıydı. Siz sürekli fare ile tıklama yaparken gözünüz de ekranda olacak, zaman zaman ekrana gelen basit sorulara da yanıt vereceksiniz. Ne kadar çok tıklama yaparsanız, yani oyunda ne kadar çok kalırsanız o kadar çok puan alıyorsunuz, ne kadar çok puan alırsanız o kadar çok çekiliş hakkınız oluyor. Bir kere bile katılsanız çekilişte bir hakkınız oluyor. Ben şahsen yarışmanın mantığını kavrayınca hemen bıraktım, yani 1-2 dakika ancak dayanmışımdır öyle söyleyeyim. Yarışmadan küçük bir hediye kazanmışım. Mutlu oldum, Facebook sayfalarında kazananları açıkladıkları mesajın altına nezaket icabı “teşekkür ederim” yazayım dedim. İster istemez gözüm diğer mesajlara takıldı. Öyle şeyler yazmışlar ki, sosyolojik bir teze malzeme olacak bir çok başlık çıkar içinden. Yazmasam içimde kalacaktı!

Üşenmedim mesajları 3 gruba ayırdım:


1-Hediye kazanamayışını hazmedemeyenler, hatta olayı arabeske bağlayanlar:

M.G: “14 çekiliş hakkım vardı kazananlar listesinde yokum!”
( Adı üzerinde çekiliş bu, şansın yoksa istersen 114 çekiliş hakkın olsun, niye yakınıyorsun ki sayın MG?)

A.Y: “Ben de yokum, gözlerime acıdım!”
(Sevgili A.Y, gözlerini acıtacak kadar neden oynadın ki bir şans oyununda, kim seni zorladı? Gözlerini acıtanlar daha çok ödül kazanacak mı sanıyordun?)

M.A: “Yarışmanız başladığı günden beri her gün oynadım, skorum 1 milyona yaklaştı, hiçbir ödül kazanamamışım bunca kişi içinde, emeğime yazık oldu!”
(Sevgili M.A, keşke onca emeği daha yararlı bir şeyler için harcasaydın, şimdi gelmiş yakınıyorsun, harbiden sana da yazık!”)

Şimdi sıkı durun, M.A'yı bakın bir diğer katılımcı nasıl avutmuş!

S.Ş: “Boşver arkadaşım nerede adalet var ki burada olsun?”

İşte bu cevap beni benden aldı. Adı üzerinde bu bir şans yarışması, nasıl bir adaleti olmasını bekliyor ki S.Ş? Yaşamın diğer adaletsizliklerine karşı bu duruşa, bu arabeske ne demeli ya! Boşver, zaten bize felek de vurmuş sillesini, herkesten bir tekme yiyoruz hesabı.. Alt tarafı basit bir şans oyunundan bile böyle bir ezilmişlik psikolojisi nasıl çıkabilir? Sosyologlar siz acaba bu duruma ne dersiniz, lütfen beni de aydınlatın. Aklıma Yalan Dünya'daki Tülay'ın meşhur repliği geldi: “Ezik miyiz yahu biz, ezik miyiz??”

2-Hediye kazanamadığı için firmayı suçlayan hazımsız grup

Bu gruptakiler keşke yarışma sonucuna gösterdikleri tepkinin onda birini toplumsal haksızlıklara da gösterseler bence ülkede sorun kalmaz! Bakın neler neler demişler:

E.D: “Biz neden kazanamıyoruz, torpillileri seçiyorsunuz! Hepiniz öylesiniz, bizi çekilişle kandırıyonuz hep torpillilere tanıdıklarınıza veriyonuz, bi düşünün insan tanımadığı birine büyük bir hediye verir mi? Ben tüm yarışmalara katılıyom niye ismim cekilmiyo o zaman?”

(E.D'nin yorumundaki vurguya dikkat ettiniz mi? İnsan tanımadığı birine büyük bir hediye verir mi diyor, hiç olacak şey mi yani demeye getiriyor. Hem bu dünyanın torpille döndüğüne inanıyor, hem de belki bir yerde bir açık olur, bana da güler felek bir gün diyor. Adalet duygusunu hepten yitirmiş, yitirmiş yitirmesine ama bütün yarışmalara da katılmayı görev edinmiş. Ah be E.D, bu yarışmalara sadece eğlenmek için katıl, yoksa her kazanamayışında biraz daha dibe çökersin, senin sonunu iyi görmedim ben)

Ö.H gibiler ise yüzsüzlüğü espriye vurmuş:

ÖH: “O kadar uğraştık kazanamadık, bari bir teselli hediyesi gönderseydiniz, sizin firmaya yakışmaz mı?”

(Zaten adamlar küçücük hediyeler gönderiyor, maksat eğlenmek. Neyin tesellisini istemiş anlayamadım, kendince espri de yapmış olabilir gerçi.)

F.Ç: “Hiç adil çekiliş yapmıyorsunuz. 71 çekiliş hakkım vardı, havlu çıkmış.”
(Yani şimdi 71 tane milli piyango bileti alsaydı bu F.Ç, neden amorti çıktı diye milli piyangoyu mu basacaktı! Dışarıda adaletsizlik diz boyu, zengin-fakir arasındaki uçurum ayyuka çıkmış, F.Ç adaleti nerelerde arıyor? Harbiden bazen söyleyecek laf bulamıyorum, gülsem miii, ağlasam mııı!

3- Hediyesine bir an önce kavuşmak isteyen telaşlı ve de meraklı grup

O.K: “Hediyeler ne zaman gönderilecek, bir bilginiz var mı acaba?”
(Görüyorsun işte yazılanlar ortada, kim neyi bilebilir, kargocu mu ki oradakiler, niye sorarsın bu gereksiz soruyu O.K arkadaşım!)

Bazıları ise sanki iş yerinde satınalmacı da sipariş takibi yapıyor gibi büyük bir ciddiyetle sormuş:

BM: “Peki bu hediyeler ne zamana kadar gönderilir veya elimize ulaşır tahminen?”

GGA: “Nasıl ulaşılacak bize teşekkürler”
AK: “Nasıl iletişime geçeriz sizinle ? Havlu kazanmışım da. “
DK: ”Ben ödülümü nasıl alcam?”
DH:”Ödülleri nasıl yollayacaksınız acaba?”
................

Bu tarz yorumlardan bir sürü vardı. O yarışmaya başlarken zaten bir form doldurup adres bilgilerini yazdığını unutmuştu katılımcılar demek ki. Alt tarafı küçük bir hediye kazanmışsınız, ya da büyük olsa ne fark eder, taş attınız da kolunuz mu yoruldu? Ne zaman gelirse gelir hediye, niye kendinizi bu kadar harap ediyorsunuz ki!

Bir havlu için gösterdiğiniz şu performansı keşke elektrik faturaları neden bu kadar kabarık geliyor, doğal gaza niye bu kadar zam geldi, insanlar niye yerlere çöp atıyor, bu dolmuşlar niye bu kadar korna çalıyor, asgari ücret 890 lira iken milletvekilleri neden 25.000 lira maaş alıyor, bu politikacılar neden bizi bu kadar aşağılayan konuşmalar yapıyor, sevdiğim gazeteci neden işten atıldı, kıdem tazminatı neden kaldırılıyor, neden kitaplar bu kadar pahalı, neden her şeyden bu kadar çok vergi alınıyor, bu vergiler nereye harcanıyor, neden televizyonlarda kaliteli filmler gösterilmiyor, neden kiralar bu kadar arttı, neden etrafımda yeşil bitki göremiyorum, pandaların nesli neden tükeniyor, neden biz de uzaya uydu göndermiyoruz, neden hiç Türk astronot yok, neden mısırı pamuğu ithal ediyoruz, neden zeytin ağaçları katlediliyor, neden bu kadar iş kazası oluyor.... gibi sorulara yanıt bulmak için de gösterebilseydiniz!!

Gittim ben, gitmesem bu yazı bitmez....



22 Kasım 2014 Cumartesi

Castel Gondolfo - Roma




Castel Gondolfo Roma'ya 24 km. uzaklıkta Albano gölü kıyısında kurulmuş bir kasaba. Adını 12.yy'da Gondolfi düklüğünden almış. 1608 yılında buraya papanın yazlık sarayının yapılmasıyla da papaların yazlık mekanı haline gelmiş. Yazlık saraydan dolayı da Vatikan devletinin parçası kabul edilen Castel Gondolfo çeşitli ayrıcalıklara da sahip.
Kasabanın doğası, ortamı gerçekten de muhteşem. Göl çok güzel, suları pırıl pırıl. Buranın özelliklerinden biri de dünyadaki en eski belki de ilk posta kutularından birinin de burada olması. Hatta en hızlı servislerden biri olduğu da söyleniyor. (hatıra amaçlı kendimize ve ailemize kart attık buradan ama kendimize attığımız kart dönüşümüzden 10 gün sonra ailemize attığımız ise 1 ay sonra geldi. Bu yavaşlık bizden mi onlardan mı bilmiyorum ama)

Ayrıntılı Castel Gondolfo ve diğer gezi fotoğraflarına ana sayfada bulunan İnstagram adresinden de ulaşabilirsiniz...

21 Kasım 2014 Cuma

Şeref Meselesi'ni gala gecesinde izledim

Şeref Meselesi dizisi televizyonda başlamadan önce gala gecesinde ilk bölümü izleyen şanslılardan biri de bendim. Hürriyet Bumerang sayesinde bulundum bu unutulmaz gecede. Galanın detaylarına girmeden önce diziden söz etmek istiyorum meraklıları fazla yormadan.

Açıkçası beklentimin çok çok üzerinde başarılı buldum diziyi. İlk bölümü izlediğinizde bence siz de bana hak vereceksiniz. Bakın neden başarılı olmuş dizi?


Bu dizi bence olmuş


1- Dizinin senaryosu roman tadında

Zor beğenen izleyicilerdenim ben. Bir diziyi sevmem için güzel bir hikaye anlatmalı senarist, beni sarmalı söyledikleri. Edebi bir lezzeti olmalı diyalogların. Bir cümlelik fikirden yola çıkıp o cümlenin etrafını entrikalarla, saçma diyaloglarla, gerilim yaratma amacı sırıtan gereksiz çatışma sahneleriyle, “yok artık!” dedirtecek absürt tesadüflerle dolduran senaristlere diş biliyorum. Hatta çoğu uyarlamaları için “edebiyat katilleri, bırakın romanları katletmeyi!” falan dediğim de oluyor.
 Şeref Meselesi'nin uyarlama senaristi Seray Şahiner ise ilk bölüm için gerçekten de takdirimi kazandı.
Bir kere çok güzel bir hikayesi var dizinin. Roman tadında, daha doğrusu gerçek hayattan bir kesit gibi. Ne çok hızlı anlatılmış, ne gereksiz yere uzatılmış. Hikayede yaşananlar içimizden birinin başından geçse yadırgamayacağımız cinsten. Uyarlama senaryoymuş, romandan mı yoksa yabancı bir diziden mi onu bilemiyorum ama sonuçta yine de tebrik etmek lazım; öyle güzel uyarlamışlar ki hikayede sırıtan hiçbir taraf bulmadım ben.


Şeref Meselesi kadınları şahane:)


2-Kahramanlarla kolay tanışıyoruz.

Dizilerin de romanlarda olduğu gibi ilk bölümleri önemlidir benim için. Hikaye içine çekmezse eğer kitabı yarım bırakırım, ya da dizinin devamını izlemem. Şeref Meselesi'nde çok dozunda tatlı tatlı başlıyor olaylar. Konunun içine yavaş yavaş dahil olurken eş zamanlı olarak karakterleri de tanımaya başlıyoruz.
Bazı dizilerin ilk bölümlerinde her yerden bir karakter çıkar, kim kimdir bir türlü kafamızda oturtamayız. Bazı dizilerde de sanki ders anlatır gibi sırayla kahramanlara odaklanarak insanı hikayenin bütününden koparırlar bilirsiniz. Hatta ilk bölümündeki senaryo başarısızlığı yüzünden yayından kalkan bir çok dizinin adını sayabilirim size. Şeref Meselesi'nde ise böyle sorunlar yok. Karakterler olabildiğince karmaşadan uzak ve yalın anlatılmış. Yani ilk bölüm bittiğinde bütün karakterlerin isimlerini ezberlemiş oluyorsunuz, kişilik özellikleri kafanızda oturuyor ve bu doğal anlatım, tanıdık bir yazarın yeni romanını okuyormuş hissi veriyor.

Şeref Meselesi'nin yakışıklıları

3-Bu dizideki kahramanlarımı hemen seçtim.

Size de olur mu bilmem, bir diziyi ilk kez izlerken empati kuracağım kahraman yoksa hemen  o diziyi yarıda bırakırım. Sevdiğim kahramanların gözlüğünü ise kolayca takıveririm, hemhâl olurum kendileriyle. Kahramanlarımın başına kötü bir şey gelirse de senaristlere diş bilerim ne yalan söyleyeyim.

Şeref Meselesi'ndeki kahramanlarım da  belli. Zeki, başarılı, sağ duyulu, mantıklı, vicdan sahibi, idealist, dürüst ve aynı zamanda duygusal yönü ağır basan, hoşlandığı kıza “Hangi tür kitapları okumayı seversin?” gibi şahane bir soruyu soracak kadar da saf bir aydınlığı olan Emir baş kahramanım olacak belli ki. Emir'i sevdiren bir diğer sahneyi daha anlatayım.

Avukatlık stajı yaptığı büronun sahibine bütün idealistliği ve vicdanıyla soruyor:
           
“Neden sadece icra davalarına bakıyoruz ki? Oysa bize okulda hukukun çok değişik yönlerini de anlattılar. Burada birkaç ay çalışan kişi hukukun alacak-verecek işleri olduğunu sanır!”

Bir de Şükran Ovalı'nın oynadığı Derya karakterini çok sevdim. Dürüst ve kendi içinde çok tutarlı, hayat mücadelesini en ağırından verse de, hakkını savunmak için çoğunlukla kavga etmek zorunda kalsa da, gülümsemeyi ve eğlenmeyi de becerebiliyor Derya. Yaşadığı koşullar arabesk aslında dışarıdan bakıldığında. Üvey baba, huzursuz ev, pısırık anne, az para... Başka yönetmenin elinde olsa ağlak sahneler çıkar Derya'nın hayatından. Ama bölümün sonunda benim aklımda kalan Derya bırakın arabeski, neşe dolu hayat dolu bir kız. Belki de Şükran Ovalı'nın dizide çok başarılı bulduğum oyunculuğunun da etkisi olmuştur böyle düşünmemde bilemiyorum. Sevgili senarist Seray Şahiner'e seslenmek istiyorum daha yolun başındayken.
            -Seray Hanım, lütfen Emir ve Derya'ya torpil yapın, başlarına kötü şeyler gelmesin, onlar benim bu dizideki sevdiğim kahramanlar!


4-Sinema Tadında

Dizilerden biz izleyicileri soğutan şeylerin başında uzun bakışmalar, tirat atar gibi yapılan konuşmalar, zaman doldurmak için eklendiği belli olan gereksiz hatırlama sahneleri gelir bilirsiniz. Şeref Meselesi'nde öyle sahneler yoktu, en azından ilk bölümünde yoktu ve umarım devamı da böyle olur. Yönetmen Altan Dönmez'i bu anlamda tebrik ediyorum gerçekten de. Sinema filmi izliyor hissine kapıldım inanın, gerçi böyle hissetmemde bölümü sinema salonunda izlememin de etkisi vardır mutlaka. Bence siz de ilk bölümü izlerken ışıkları kapatın, varsa ses sistemenizi açın, sinema ortamı yaratın evinizde; bakalım siz de benim gibi düşünecek misiniz?

5-Dizinin müziği şahane

Müzikler gerçekten de şahane, Salvatore Riccardi ve Yıldıray Gürgen'in adı geçiyor. Dediğim gibi varsa evinizde ses sistemi, izlerken mutlaka açın. Ben dizinin müziklerine bayıldım. 


Şeref Meselesi'nin doğal kadınları


6-Kıyafetler ve ortam samimi


Sizi bilmem ama ben şahsen evin içinde topuklu ayakkabı ile dolaşan, parıltılı kıyafetler giyip havuzlu villalarda yaşayan insanların marjinal ve de entrika dolu abuk hayatlarının anlatıldığı dizilerden hiç haz etmiyorum. Hangi dizide karakterler evin içinde terlik giyiyorsa o diziyi daha fazla seviyorum, çünkü samimi buluyorum. Hele ki dizinin konusu sıcak bir mahallede geçiyorsa değmeyin keyfime...  Şeref Meselesi bu anlamda da beni cezbetti. Balat'ın özgün mimarisinde sıcak bir mahalle ortamında geçiyor dizi, kıyafetlerde ve makyajlarda aşırılık yok. Doğal ve samimi halleriyle benden geçer not aldılar, ama ne yalan söyleyeyim evde terlik mi giyiyorlardı aklımda kalmamış, pazar günü ikinci kez izlerken gözüm oyuncuların ayaklarında olacak.

Anlatacaklarım şimdilik bu kadar, kaçırmayın bu diziyi diyorum. İlk bölümü izledikten sonra yorumlarınızı da bırakmayı ihmal etmeyin. Üzerinde konuşur eğleniriz birlikte.

Biraz da gala gecesi hakkında gözlemlerimi anlatayım size.

Şeref Meselesi Gala Gecesi

Hayatımda ilk kez katıldım böyle bir gala gecesine. Canlı yayınlarda denk geldiyseniz görmüşsünüzdür siz de, ortam çok kalabalıktı. Daha dizi başlamadan nasıl biraraya geldiklerini bir türlü anlayamadığım genç fan'lar grubu mu dersiniz, Kanal D'nin yarışması sayesinde galaya katılma hakkı kazanan heyecanlı tipler mi dersiniz, Ulan İstanbul'un çok sevdiğim sıcak kadrosu mu dersiniz, hangi birini anlatayım. Ortalık kamera ve fotoğraf çekenle dolmuştu. Biz de karıştık aralarına şanslı on blogger olarak. Kurulan sahnede dizi oyuncuları yerlerini aldılar, flaşlar patlamaya başladı, kameralar canlı yayınlara geçtiler.

Zor zenaat oyuncu olmak, gözler üzerindeyken insanın saatlerce poz verip sürekli gülümsemesi kolay iş değil bence.


Kerem Bürsin fanları


 Genç kızlar dizideki Yiğit karakterini canlandıran Kerem Bürsin'i adeta ablukaya aldılar. Ben kendisini daha önce hiç izlememiştim, internetten baktım hayat hikayesine. Hollywood-Türk yapımlarında çift dilli oyunculuk yapıyormuş. Güneşi Beklerken adlı dizide oynamış, Çağan Irmak'ın “Unutursam Fısılda” filminde de Erhan olmuş. Amerika'da filmler yapmış. Tamam yakışıklı da,  ama Emre rolündeki Şükrü Özyıldız'ın da hakkını yememek lazım bence. Çok başarılı bir oyuncu ve görüntüsüyle gayet de ekrana yakışıyor. Tarık Akan'ın gençliğini anımsatıyor hatta biraz.  Oyun Atölyesi'nde devam eden “Kim Korkar Hain Kurttan” adlı oyunda da oynuyormuş Şükrü Özyıldız, ki bilet bulabilirsem gitmeyi düşünüyorum o oyuna.
 Kadın oyuncular, ekranda göründüklerinden çok daha güzelmişler bunu da not olarak belirteyim.


Şeref Meselesi ve Ulan İstanbul ekibi


 Renkli bir dünyaya gözlemci olarak katılmak keyifliydi açıkçası. Yeri gelmişken böyle güzel br gece geçirmemi sağlayan Bumerang'ın güleryüzlü sıcak ekibi sevgili Hilal Meriç'e ve Ahmet Erten'e çok teşekkür ediyorum.

Keyifli seyirler efendim, yorumlarınızı merakla bekliyorum.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Gezimanya'da "Tatilname: Amatör Gezgin'in gezi notları…"





Evet, ben kimim? Neler yaptım, geziler için önerilerim nedir? Hepsi bu söyleşide…

http://gezimanya.com/Soylesiler/zeynep-buge-koc-italyaya-gitmek-isteyenlere-onerim-tarihleri-mevsimsel-acidan-cok-iyi

The Dinner (Akşam Yemeği)


Paul Lohman, eşi Claire, abisi başbakan adayı Serge Lohman ve onun eşi Babette lüks bir restoranda buluşuyorlar. Akşam yemeği boyunca olanlar yavaş yavaş gözümüzün önüne daha büyük bir hikayeyi seriyor. Olay şu: Michel ve Rick kuzenler. Bir gece kafaları güzelken ATM kabininde evsiz bir kadınla karşılaşıyorlar. Kadınla atışınca kadın gençlere küfrediyor, onlar da kadını olası kast ile öldürüyorlar. Bu görüntüler bankamatiğin güvenlik kamerasına yansıyıp televizyonda yayınlanıyor. Yalnız görüntü kalitesi çok kötü olduğundan gençleri kimse tehşis edemiyor, aileleri hariç. 

Şimdi Paul ve Claire oğullarını ve yuvalarını korumak için her şeyi yapmaya hazırlar. Paul için bu akşam aile mutluluğunu korumak neyi gerektiriyorsa onu yapacağı bir mücadele. Paul eşine aşık, oğlu Michel'i çok seven, mutlu ailesini kaybetmekten korkan ve o mutluluğu korumak için her şeyi yapacak bir adam.

Roman boyunca sık sık atıfta bulunduğu bir söz var: ''Bütün mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.'' Tolstoy, Anna Karanina. Paul bu söze o kadar çok inanıyor ki, sizi de inandırıyor. Fakat roman ilerledikçe ve sona yaklaştıkça görüyorsunuz ki Paul'un mutlu ailesi diğer mutlu ailelere hiç benzemiyor. Başka ailelerin parçalanmasına neden olacak davranışlar onları bir arada tutuyor. Başka ailelerin mutluluk için yaptıklarından çok farklı şeyler yapıyorlar. Bu mutlu ailenin hikayesi alıştığımız gibi sevgi, fedakarlık, hoşgörü ve saygıdan oluşmuyor. Aslında bunların hepsi var ama farklı şekilde. Bu ailenin mutluluğu da kendine özgü. 

Bence bu romanın en güçlü yanı karakter gelişimi. Aperatifleri içen dörtlü ile tatlılarıdan sonraki dörtlü arasında okuyucu gözünde dağlar kadar fark oluşuyor. Her bir sayfada başta Paul olmak üzere karakterler adım adım gerçek yüzlerine kavuşuyorlar. Evde film izlemeyi seven, aile üyelerinin özel hayatına itina gösteren, nazik aile babası Paul'un sayfalar ilerledikçe öfke nöbetlerini kontrol edemeyen, kriz anlarında soğukkanlılıkla akla gelmez şeyler yapan bir adam olduğunu anlıyoruz. Üstelik ikisinin de aynı adam olmasından daha doğal bir şey yok, çünkü Paul böyle biri. 

Romanın sabit bir temposu var. Sizi alıp sürüklemiyor ama Paul'un ağzından yazarın anlatımı sarıp sarmalıyor. Bilinmezliğin verdiği gerginlik hep içinizde, okuyorsunuz. Kitabın kurgusu çok iyi. Yap-boz parçaları bir bir önünüze dökülüyor. Tam birini incelemekten sıkılmışken ona yeni anlamlar katacak başka bir parça… Anlatımdaki teknik güzellik kitabı okunur kılıyor.

Tek eleştirim acaba bazı şeylerin abartılıp abartılmadığı. Mesela rahim sıvısı testiyle birinin ileride psikiyatrik bir sendroma sahip olacağı anlaşılabilir mi? On beş yıl öncesine ait test sonuçları geçen yılın sigorta poliçeleri arasında tutuluyor olabilir mi? Bir insan ne kadar ileri gider, ne kadar çok şeyi göze alabilir?

Yine de Herman Koch'un Akşam Yemeği'ni zevkle okuduğum, damakta tat bırakan bir roman. Size de tavsiye ederim. 

Not: Kitabın Türkçe çevirisinin Dünya Edebiyatı serisine dahil olduğunu ve serinin kapak tasarımlarının Avrupa Tasarım Ödülünü kazandığını biliyor muydunuz? Beni de bu kitapla tanıştıran şey kitabın kapağı olmuştu, adamlar haklı.

18 Kasım 2014 Salı

Montecatini Terme - İtalya



Montecatini Floransa yakınlarında çok sevimli küçük bir kasaba. Ama ne kadar küçük de olursa olsun son derece lüks ve zengin. Her yerde Gucci gibi ünlü markaların mağazaları ve son derece lüks spor arabalar var. Bunun en büyük sebebi de bence termal bir kasaba olması. Her yerde son derece lüks SPA otelleri var. Sanırım bu özelliğinden dolayı da yaş ortalaması biraz yüksek. Yaşlılar için tam bir tatil kasabası. Hatta orada kaldığımız iki gece boyunca yaş ortalaması 60'ın üstü olan insanların ne kadar çok eğlendiğine,  gecenin geç saatlerine kadar nasıl güzel grup dansları yaptığına da şahitiz.
Montecatini ne kadar lüks olsa da küçük pansiyonlar ve oteller de mevcut burada. Floransada konaklamak pahalı olduğu için daha çok bu kasabada konaklanıyor. (benim turun geneline göre bir şikayetim olmadı ama burada otel maceramız da müthişti. İlerleyen zamanlarda yazacağım).


Montecatini ile ilgili hatırladığım şeyler genellikle yüzümü güldürüyor. İki akşam eşimle gittiğimiz cafe ve sahibinin tatlılığı, akşam yemeği yediğimiz restoran, muhteşem yemek ve akıl almaz fiyatı (şöyleki; bir akşam yemeğimizi kasabanın ana meydanında bulunan lüks restoranlardan birinde yedik. Siparişimiz deniz ürünlü makarna, salata, pizza ve kırmızı şaraptı. O kadar açtık ki garson bile şaşırdı bu siparişlere. Yemekler bir geldi ki o porsiyonlarla 5 kişi doyar. Makarnanın üstünde koca bir istakoz, salatada jumbo karidesler vs. vs. ve bizim ödediğimiz fiyat sadece 50 eu'mu neydi? hemde bahşiş içinde. İnanılmaz değil mi?). Pinokyolarla süslenmiş şirin pastacı da harikaydı. Kısaca çok keyifli bir kasabaydı Montecatini. Bir de çok yağmur olmasa süper olurdu ama o bile güzeldi...
Bu arada bavul türü birşey almak isterseniz uygun fiyatlara biraz da pazarlıkla buradan alabilirsiniz. Aldıklarımızı sığdıramayacak duruma gelince biz öyle yaptık. Kabin tipi bavul 20-25 eu kadardı sanırım...



Ayrıntılı Montecatini ve diğer gezi fotoğraflarına ana sayfada bulunan İnstagram adresinden de ulaşabilirsiniz...

17 Kasım 2014 Pazartesi

Dur, hemen kıskanma!

İş hayatında kıskançlık vakalarına rastlamayan yoktur. Şimdi en uçtan örnek vereyim de kimseler üzerine alınmasın.

Diyelim ki siz iyi bir beyin cerrahısınız. Sizin çalıştığınız hastahanede bir de çok iyi bir kalp uzmanı var, ismi de Macit olsun. Bu Macit Bey bir bilimsel çalışma yapıyor, aşk acısından muzdarip kalpler için bir ağrı kesici icat ediyor. Siz beyincisiniz, o da kalpçi, normalde aranızda bir rekabet yok. Ne yapmanız lazım normal koşullar altında? Gidip Mucit Macit Bey'in kapısını çalıp kendisini tebrik etmeniz lazım değil mi? Hatta varsa bir aşk derdiniz, yeni ilaçtan da isteyebilirsiniz, emin olun siz meslektaşına seve seve o ilaçtan verecektir Macit Bey.

Böbürlenme padişahım!

Ama yok, duyunca bu yeni icadı, içinizi kaplar bir kıskançlık. “Neden Macit buldu da o ilacı ben bulamadım!” diye dövünmeye başlarsınız.“O kalpçi ama olsun, ben de beyinsel olarak bulabilirdim bir çözüm!” diyekendinizi yiyip bitirirsiniz. Şimdi basın gelecek Macit'i övecekler, röportajlar yapacaklar, sabah programlarına bile davet ederler O'nu diye içinizdeki kurtlar kendi kendini kemirmeye başlar. Birden en kötüsü aklınıza gelir, ya Macit'in maaşına zam da yaparlarsa? Sanki sizin maaştan kesip Macit Bey'e mi verecekler? Olsun, hiç fark etmez, bu acıya katlanamayacağınızı düşünüp hemen karşı saldırıya geçmeye başlarsınız.

Aşk acısı kalple değil beyinle ilgilidir, Macit Bey'in bulduğu bu ilaç hiçbir şeye yaramayacaktır”diye sağda solda konuşmaya başlarsınız mesela. Ya da daha da ileri gider: “Macit bu ilacı benden çaldı, on yıldır üzerinde çalışıyordum, dosyalar bilgisayarımda kayıtlıydı ama çalınmış!”diyerek komplo teorisi yaratıp adamı hırsızlıkla da itham edebilirsiniz. Çamur at izi kalsın misali, Macit Bey aklanana kadar kamuoyu bu haberle meşgul olabilir. Ya da apar topar kendi teorinizi geliştirirsiniz, maksat karşı saldırı olsun, mesela şöyle dersiniz:


Aşk acısı diye adlandırılan şey aslında bağırsak gazıdır, çaresi de beyindeki nöronlara sinyal göndermektir, gazdır çıkar gider. Niye abartılıyor ki bu kadar!”
Genelde en sık başvurulan yöntem de işinize yarayabilir. Patron ve de ilgili otoritelerin olduğu bir ortamda patronun bir takıntısından yola çıkıp kendinizce zeki bir manevrayla gündemi değiştirebilirsiniz. Gramer takıntısı olduğunu bildiğiniz patronunuzun yanında şöyle dersiniz mesela:

nereden baktığınız önemli!


O değil de Macit Bey'in yazdığı tez imla hatalarıyla dolu, ben şahsen okuyamadım ve dolayısıyla da anlayamadım” dersiniz. Hemen gözler noktaya virgüle çevrilir, kalpmiş acıymış kimsenin aklına bile gelmez. Böylece Macit Bey'in tam da övüleceği zaman diliminde hatalar yapabilen bir ölümlü olduğunun altını şahane bir şekilde çizer, ortamda alevli “nokta-virgül” tartışmaları yapılırken siz kıs kıs gülerek keyifle kahvenizi yudumlarsınız.

Bütün bunları yaparak belki gündemi meşgul ettiniz, belki sahiden de Macit Bey'in icadını itibarsızlaştırmayı başardınız, ya da kendinizi “Şu beyinci de ne hırslı birisi, ne saçmalıyor!” dedirtecek kadar küçülttünüz. Ne oldu? İçinizin yağları mı eridi? Hayır cidden ne geçti elinize?
Muhtemelen bir zafer duygusu yaşadınız ama içinizdeki haset ateşi yine de sönmedi değil mi? Kendinize yeni kurban bulmakta gecikmezsiniz merak etmeyin!

Bakın dostum, hayat böyle geçmez. Bırakın Macit Bey başarısının hazzını yaşasın, siz de madem beyin cerrahısınız, gidin beyin nöronlarınızı bir kontrol edin. Kısa devre yapıyor onlar, yangın mangın çıkar maazallah!

en büyük kim?



15 Kasım 2014 Cumartesi

Pisa - Sinopie Müzesi / İtalya


Aslında bu müzeyi Pisa yazısının içinde tanıtacaktım fakat unutmuşum. Bende ayrıca yazmaya karar verdim. Çünkü bence önemli bir müze. Bu müzenin adından da tahmin edeceğiniz üzere bizim Sinop'umuzla alakası var. Şöyleki; özellikle rönesans döneminde yaşamış ünlü ressamların, heykeltraşların eskizlerini gözünüzün önüne getirin. Neredeyse hepsi kırmızımsı bir kalemle / boyayla çizilmiş değil mi? İşte o kalem daha doğrusu taş Sinopie taşı. Bu taş Kapadokya bölgesinden çıkmasına rağmen kullanılan bölgelere dağıtımı o dönemlerin en önemli limanı olan Sinop limanından yapıldığı için de adı Sinopie taşı olarak kalmış. O dönemlerde o taşın ticareti en önemli işlerdenmiş. 1370 -1440 yılları arasında yaşayan İtalyan ressam ve yazar Cennino Cennini resim konusundaki el kitabında ise bu taşı ince detayların bile çok rahatlıkla çalışılmasına imkan veren, en faydalı malzeme olarak olarak tanımlamış. Bizans İmparatorluğunun yıkılıp, Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasıyla birlikte bu taşın ticareti de sona ermiş ve sanatçılar füzen de denilen kömür kalem kullanmaya başlamışlar.


Pisa'da bulunan bu müzenin kuruluş hikayesi de ilginç:
Şimdi müze olarak kullanılan bu bina 13.yy'da bir çeşit yetimhane, bakımevi olarak kullanılmak amacıyla yapılmış. İkinci dünya savaşında en çok bombalanan noktalardan biri de bu bölge. 27 temmuz 1944'de son alman birlikleri bölgeden çekilirken her yer tam anlamıyla yıkıntı haline gelmiş. Bombalanan yerlerden biri olan bu binanın yıkıntıları arasında Sinopie taşı ile yapılmış yüzlerce fresk bulunmuş. 1947 yılında Cennini'nin el kitabında anlattığı yöntemlerle bu freskler restore edilmeye başlanmış ve yıllar içinde şimdiki haline kavuşmuş.

Müze hakkında bilgi için
http://www.opapisa.it/en/miracles-square/sinopie-museum/the-building.html

Görsellerde Michelangelo ve Leonardo da Vinci'nin sinopie ile yaptığı eskizleri görebilirsiniz.