30 Nisan 2015 Perşembe

1 Mayısı kutlasak ne yazar!


1 Mayıs deyince benim aklıma eşitsizlik, adaletsizlik, haksızlıkgeliyor.

Dünya standartlarına göre bile yüksek olan maaşları ve örtülü ödenekleri ile krallar gibi yaşayanlar, asgari ücret 1500 liraya çıkarsa işsizlik artar, bu kabul edilemez mantıksız bir rakam diyorlar.

Kendileri korunaklı villalarda yaşarken, özel uçaklarla gezerken, 7 yıldızlı otellerde rüya gibi tatiller yaparken, bir işçinin aldığı maaşın 10 katını sadece 1 çantaya veya bir saate, bir kravata öderken, neredeyse sınırsız para harcarken, “işçinin kaderi bu!” demeye getiriyorlar...



ASGARİ ÜCRET949.07lira şu anda.
Türkiş'in yayınladığı son verilere göre,

                                                  DÖRT KİŞİLİK AİLENİN AÇLIK SINIRI1.334 TL,
                                                  YOKSULLUK SINIRI4.344 TL

İşçi sağlığı ve iş güvenliğinden, işsizlikten, taşeronlaşmadan bahsetmedik henüz, hoş bahsetmeye bile gerek yok ya zaten...

Çünkü sözün bittiği yer çoktan gelmiş!

Şimdi birileri “Taksim'de 1 Mayıs kutlayacağız” diyor, öbürleri de “Taksim 1 Mayıs'a yasak!” diyor ...
İşçinin ise Taksim'i önemsediğini hiç mi hiç sanmıyorum ben!

ADAMIN EVİNE GÖTÜRECEK EKMEĞİ YOK, hangi kutlamadan söz ediyorsunuz ki!

Taksim'e gitseniz ne yazar, gitmeseniz ne yazar bu saatten sonra!

28 Nisan 2015 Salı

Kıyıya Vuran Deniz Kabukları


Kıyıya Vuran Deniz Kabukları romanın kapağıyla size huzurlu, hafif, denizli ve sakin bir his veriyor. Kitapla ne kadar ters, ne kadar uyumsuz. Bu roman bir aile ve onun başına gelen feci bir olayı anlatıyor. Denize tepeden bakan kocaman bir ev, genç bir çift, sevimli kızları… Ailenin annesi bu eve yerleşmek, kasabaya taşınıp Londra'daki hareketli hayatından kopmak hiç istemiyor ama ailenin huzuru için kabulleniyor ya da en azından kabullenmeye çalışıyor. Aileye yeni bir üyenin katılmasıyla işler yolunda gider gibi görünürken kokunç bir olay oluyor. Bu olayda ailedeki herkes biraz suçlu, biraz sorumlu. O dakikaya kadar saklana sırlar, içe atılanlar, biriktirilip söylenemeyenler bu olayla aileyi parçalıyor. Ailenin en küçük kızı büyüyüp de bir bebek beklediğini öğrenince geçmişle de yüzleşmeye başlıyor. Roman da bu olayı ve yüzleşmeyi anlatıyor.

Romanın sevgi pıtırcıklarının basit sorunları dayanışma ve sevgiyle aşma hikayesi olmaması beni ümitlendirdi. Yalnız roman çok yavaş ilerliyor. Olaylar geriye dönüşlerle anlatıldığı için de biraz böyle ama ilk 100 sayfayı okuduğunuzda hala ana mesele hakkında bir şey öğrenmemiş oluyorsunuz. Başkahramanımız Dora biriyle buluşmaya gidiyor, geri dönüşlerle buluşma sahnesine ancak 100 sayfa sonra gelebiliyoruz. Hannah Richell'in anlatımı akıcı ve sade o yüzden sayfalarca okumak kolay. Sorun 600 sayfa okumak değil. Hikaye sayfalara yayıldıkça seyreliyor. Tek bir olay ve ona bağlı birkaç ufak sürprizden ibaret romanın her detayı o kadar uzun tutulmuş ki hiçbir şeyin heyecanı kalmıyor. Zaten hiçbir şey tahmin edilemez değil. Böyle uzayınca vuruculuğu de kayboluyor.

Romanla ilgili içime sinmeyen diğer konu da romanın sonu. [spoiler]Dora öyle saçma şekilde büyük bir bedel ödemiş ki bence kimse iki göz yaşına, bir buluşmaya her şeyi sindiremez. Başta dediğim gibi  bu romanın pembe romanlardan olmaması hoşuma gitmişti ama bu da mutlu sonla bitti. Bu kadar drama kestikten sonra mutlu son nereden çıktı? Böyle bir zorunluluk mu var? [spoiler]

Her şeye rağmen insana ben olsam ne yapardım, kim suçlu, nasıl olsa farklı olurdu diye düşünüyor. Birkaç karakter güzel kurulmuş, ruhsal değişimleri izlemek zevk veriyor.

Romanın orjinal dili İngilizce. Çevirisi okuma zevkini kaçıracak kadar kötü değil fakat buram buram çeviri kokuyor. Hatta bazı yerlerde orjinal metni görmeden bile hatalı çeviri yapıldığını görüyorsunuz. Mesela to sand (zımparalamak) fiili düşünülmeden yerleri kumlamak diye, cenazeden bahsedilirken service kelimesi tören yerine servis diye çevrilmiş. Buna benzer başka örnekler de var. 

Özet geçiyorum; 600 değilde 300 sayfa olsa ve sonu farklı olsa beni etkileyen, karakterleriyle akılda kalan bir roman olabilirdi. Direkten döndü.



Not: Bu kitap Kitap Notları'nda yer alması için Orkinos Yayınları tarafından gönderildi. Yorumlarımın objektif olmasına özen gösterdim. Hem gönderi hem de anlayışları için teşekkür ederim.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Öyle olsa ne olurdu ki!

Dün sabah internete göz gezdirirken bir habere takıldım. Aynen şöyle yazıyordu haberde:

"New York'ta ünlü bir reklam ajansında sanat yönetmenliği yapan Matilda Kahl, son üç yıldır işe giderken aynı kıyafeti giyiyor. "Zamanımı ve enerjimi kıyafetlere harcamak istemedim" diyen Kahl, her sabahhazırlanırken işe geç kalma stresi yaşamaktan, giydiklerinin o günkü toplantılara uygun olup olmadığını düşünmekten bıkıp radikal bir karar almış.
Katıldığı toplantılarda erkek çalışanların hiçbir zaman kıyafet seçme stresi yaşamadığını fark eden Kahl, o günden sonra işe her gün aynı kıyafetle gitme kararı almış. Çalıştığı günlerde yeteri kadar yaratıcı iş üretmesi gerektiğini anlatan Kahl "bir de giydiklerimle yaratıcı olmak için baskı hissetmek istemedim" diyor.Aynı bluzdan 15 tane, aynı pantolondan ise 6 tane alan Kahl 3 yıldır üniformasını üzerinden çıkarmıyor." 

Matilda Kahl ve üniforması!

Bence mükemmel bir karar. Bir çeşit “özel üniforma” gibi. Yani iş yerinin seçeceği saçma iş kıyafeti değil, kendi seçtiğiniz üniformayı giyiyorsunuz. Kıyafet konusunun gereğinden fazla abartıldığını düşünen benim gibiler için “işte budur!” dedirtecek cinsten hem de!
O kadar çok faydası var ki... Her şeyden önce“Oldu mu, olmadı mı; uygun mu, değil mi; yakıştı mı yakışmadı mı” stresinden kurtuluyorsunuz.

Daha bitmedi...

Gördün mü Leyla'nın kıyafetini, yine podyuma çıkar gibi giyinmiş, o dekolte de ne öyle, hiç de yakışmamış! Geçen gün de babaannesinden kalma elbise giymişti, rüküş şey... Kadın ilgi çekmek için elinden geleni yapıyor, yakında mayoyla gelirse hiç şaşmam!”söylemleri son bulur düşünsenize... Kahve içme bahanesiyle yapılan ayaküstü beyaz yakalı dedikodularına yeni konular bulunmak zorunda kalınır. Kim niye konuşsun ki Leyla'nın her gün giydiği kıyafeti!

İşin bir de Leylagiller boyutu var tabii ki! Kıyafetiyle, görüntüsüyle var olmaya çalışan Leyla'ya “Her gün aynı şeyi giyeceksin!” deseler Leyla ne yapar! Önce afallar, ne yapacağını şaşırır! Yaşam amacı elinden alınmıştır, kolay mı! İş yerinde ya da yaşadığı mahallede popüler olmasının tek nedeni sıradışı kıyafetleri, saçı, makyajıdır. Leyla eğer hergün aynı şeyleri giyerse silikleşir, diğerleri gibi olur, eşitlenir... Eşitlenmek ne korkunç bir şeydir onun için! Bakar böyle olmuyor, belki de İspanyolca kursuna gitmeye karar verir, ya da şarkı söylemeyi öğrenir. Kültüre yatırım yapmaya başlar, e fena mı olur?

Patron mutlu olur bu duruma. İş yerinde verim artar çünkü. Düşünsenize, erkek çalışanlar Leyla'nın etek boyu veya dekoltesini düşünüp hayal kuracaklarına işlerine yoğunlaşırlar. Leyla'yı kıskanan kadın çalışanlar, kahve molasında konuşacak fazla konu bulamayıp işlerinin başına kısa sürede dönerler. Kırk saat 'onu mu giysem, bunu mu giysem!' derdine düşüp işe geç kalan kadınlar, zamanında görevlerinin başında olur. Bu durumda patron niye mutlu olmasın ki!

O stil senin, bu tarz benim!” gibi yarışmalar anlamını yitirir, e her gün aynı şeyi giyen kadın bu programları izleyip de ne yapsın! Açar belgesel izlemeye başlar... Acun bile belgesel yayınlamak zorunda kalır. Düşünsenize 'survivor' yerine 'Apollo-9' belgeselinin Acun'un televizyonunda yayınlandığını, tam bir skandal, yoksa devrim mi demeliyim!

 Mankenler ve modacılar da artık kendilerine başka başka işler bulurlar... 

"Elbise giyip podyumda salınarak yürümek" olarak tanımlayabileceğimiz mankenlik mesleği de tarihin çöp kutusuna gider böylece. İnsanlık bu durumdan zarar görür mü? Bu sorunun yanıtını size bırakıyorum.

Tekstil sektörü batmaz, niye batsın ki, insanlar bir şekilde giyinecekler nihayetinde... Süsü püsü, pulu boncuğu olmayan düz tişörtler üretilir fabrikalarda. Korunma ve örtünme amaçlı giysiler...

Bir de olayın alışverişe çıkma boyutu var!

Ben mesela nefret ederim giysi alışverişi yapmaktan. Canları sıkılınca “vitrinlere bakalım” diye mağaza mağaza gezen kadınları hiç anlamam zaten. İhtiyacım varsa bir giysiye, yani mecbursam satın almaya, olabildiğince küçük dükkanlara girmeye çalışırım. Zira büyük alışveriş nerkezlerinin, mağazaların kalabalığından çok ama çok sıkılırım. Oralara gitmek zorundaysam eğer, açılış saatlerinde gitmeye çalırım ki kalabalık olmasın diye... Matilda'yı işte bu nedenle bir kez daha takdir ediyorum. Meğer aldığı kararın ne çok faydası varmış.

Ütü yaparken düşünmüştüm geçenlerde. Ütüsüz giysi giymek ayıp sayılmasaydı, ütü gibi saçma, sıkıcı, yorucu ve üstüne üstlük elektrik enerjisini fazla tüketen bir eylem yapmak zorunda kalmayacaktık!

 Birisi ütüyü icat etmiş, sonra da ütü ticareti yapanlar “buruşuk giymek ayıptır, medeniyetsizliktir!” gibi hiç bir yerde yazılı olmayan görgü kuralını uydurmuşlar. Sırf bu görgü kuralı yüzünden, bu kural yıkılamadığı için argeye milyonlarca lira ayrılmış ve nanoteknolojik buruşmayan kumaş bile icat edilmiş! Peki ama neden? Buruşuk giysek ne olur! Matilda gibi cesur biri çıkıp bunu başlatsa, herkes buruşuk giyse ne olur!

Ne olmaz ki!

Ütü üreten fabrikalar kapanır, o fabrikalar kapanınca birçok insan işsiz kalır.
Kuru temizleme dükkanlarında ütü yapanlar işsiz kalır.
Benim en çok üzüleceğim şeyse son ütücülerin işsiz kalacak oluşudur.
Mağazalar stoklarındaki ütüleri, ütü masalarını, ütü masası örtülerini, ütü sularını, askıları satamazlar ve iflas ederler. Onlar iflas edince birçok insan işsiz kalır. İşszi kalanlar aç kalır, evsiz kalır.
Ütü reklamı yapanlar işsiz kalır. Reklamlarda oynayıp dünyanın parasını kazanan tv starları para kazanmak için başka yollar aramak zorunda kalırlar.
Öte yandan milyonlarca kilovatsaat elektrik enerjisi tasarruf edilmiş olur. Bu da doğaya katkı sağlar. Ütüsüz giyiniriz ama daha çok oksijenimiz olur, yani daha sağlıklı oluruz...
Hem ütü yapmakla harcanan saatlerde belki daha çok kitap okunur!
.................

İşin içinden çıkmak gerçekten de çok zor... Bence hepimiz doğaya dönelim, doğala dönelim. Revolution gibi, ama silahsız haliyle...

Bu sabah yine çok mu uçtum nedir, gideyim en iyisi, sevgiyle kalın...






25 Nisan 2015 Cumartesi

Soma’daki “Toplumsal Dönüşüm Projesi” Onlarla Hayat Buldu!

Soma İçin Bir Olduk:  Hepsi bizim yakınımızdı ki…
Allianz Türkiye, sivil toplum örgütleriyle el ele vererek, bölgede etkilenen vatandaşlara ulaşabilmek, onların yaralarını sarmak ve yeni başlangıçlarını desteklemek için Soma’daydı. Soma’da 2014’te gerçekleşen ve ulusumuzu derinden sarsan maden faciasının ardından, Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) ve Bilim Kahramanları Derneği (BKD) ile işbirliği yapılarak “Allianz SomaDA”yı (Soma Dayanışma Ağı) geliştirdi.
Ertesi gün çocukların hiçbiri okula gelmedi...
13 Mayıs 2014, Çarşamba… Kömür madenleriyle bilinen Soma kasabasında meydana gelen elim facianın ertesi günü… Soma’da görev yapan öğretmenler “o gün bizim için çok zor başladı, çocuklarımızın hiçbiri okula gelmedi” diye anlatıyor. Öğretmen Emel Abadan “Öğretmenler odasında sürekli haberleri izliyorduk ve herkes ağlıyordu” diyor. Öğretmen Mustafa Sabur: “Çocuklar okula döndüğünde onlara ne söylerim diye içi içimi yiyordu. Derken bir gün Bilim Kahramanları Derneği’nden geldiler ve etkilenen çocuklar için bir projeleri olduğunu söylediler.”
Allianz SomaDA”yı kapsamında, BKD ile yapılan işbirliği sayesinde, Soma çevresinde, olaydan etkilenen 6 ilçedeki 16 okulun, Bilim Kahramanları Buluşuyor turnuvasına katılımı sağladı. 34 gönüllü öğretmen, 150’ye yakın öğrencinin oluşturduğu 17 farklı Allianz SomaDA takımını 4 ay boyunca turnuvaya hazırladı. Bu yolla, öğrencilerin normal hayata dönüşü desteklenirken, psikososyal ve kişisel gelişimlerine de katkı sağlanması amaçlandı.
Allianz SomaDA”nın bir ayağı da faciadan etkilenen ailelerin çoğunlukta olduğu Dursunbey’deydi. APHB ile yapılan işbirliği sayesinde, Dursunbey’de bir psikososyal destek merkezi açıldı. Çocuklara, yetişkinlere ve gruplara yönelik üç görüşme odası bulunan Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi’nin hizmetleri, merkeze uzak bölgelere de ulaştırıldı.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

19 Nisan 2015 Pazar

Masumiyet Müzesi: Roman ve Müze

Roman

Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldıktan kısa süre sonra çıkmıştı. Her yerde Pamuk ve onun kitapları konuşuluyordu. Hiç Pamuk kitabı okumamıştım. İşsizdim. Kitapçıları gezerken gözüme takıldı, alıverdim. Bütün bunlar çok zaman önceydi.

Masumiyet Müzesi geçmiş zaman İstanbul'unu, onun orta ve üst sınıf insanlarını ve zengin oğlanla orta sınıf kısın garip aşkını anlatıyordu. Her şey güzel başladı ama kısa sürede sanki bal havuzunda yüzmeye başladım. Çiftimizin yasak aşkı çok kısa sürmüş, Kemal Basmacı'nın uzak akraba kızı Füsun Masume Keskin'e hissettiği biraz karanlık biraz naif tutku her tarafı kaplamıştı. Kemal Füsun'a ulaşamadıkça içine kapanıyor, büyük acı çekiyor, acısını Füsun ile ilgisi olan veya olabilecek her şeyi toplayarak dindirmeye çalışıyordu. Füsun'un içtiği sigaranın izmaritinden uzun süre elinde tuttuğu tuzluğa kadar her şey Kemal'in koleksiyonuna giriyordu. Pamuk bu sırada 50, 60 ve 70'lerin İstanbulu ve insanlarıyla sayfaları yıkıyordu. Yedikleri yemekteki minik bir detay o insanların batı ile doğu arasında kalmışlıklarını anlatıyor, dönemin bir adeti geçmişteki bir zorunluluğun bıraktığı alışkanlıktan besleniyor, eski insanların zamanlarını birbirine bağlıyordu.

Her dilde Masumiyet Müzesi. Türkçesi okunmaktan parçalanmıştı.

Bir süre sonra romanın ilerlemediğini, Kemal'in tutkusu ve nostalji içinde saplanıp kaldığımı hissetmeye başladım. Pamuk'un anlatımı benim için su gibi akıp giden türden değildi. Mesela Sebahattin Ali hiçbir şey anlatmasa bir ceketi, bir bulutu anlatsa, havadan sudan bahsetse nefes almadan okurum. Ama Pamuk'tan o tadı da alamıyordum. Kemal ve Füsun'la ilişksi benim anlayamadığım hadi hastalıklı demeyeyim ama çok çok sürdürülemez ve gario bir hal almıştı gözümde. Hiç adetim olmadığı halde romanın bazı sayfalarını atladım. Birkaç sayfa da değil. Bazen 3 bazen 5 sayfa atlıyordum ama hiçbir değişiklik olmuyordu. Kaç bölüm kaçırırsanız kaçırın kaldığınız yerden devam edebildiğiniz bir pembe dizi gibi…

Sıkıntımın nedenini son bölümlere doğru anladım. Pamuk sanki bir roman değil de katalog yazmıştı. Benim pek ehemmiyet vermediğim çatallar, rujlar, peçeteler, biletler, dondurma külahları sayfalarca anlatılıyordu. Bunlar Kemal'in tutku ve saplantısının nişaneleriydi belki. Belki de aynı şeylerin farklı eşyalar vesilesiyle kırk kere anlatılması durumu anlatmaya, romanda anlam ile şekli birleştirmeye, okuyucuya o ruh halini yaşatmaya yarıyordu. Yalnız bendeki etkisi dikkatimin dağılması, sıkılmam, daralmam oldu. Şiddetli şekilde Pamuk'un romanı tüm bu eşyaları tek tek anlatmak için yazdığını, lafı her bir parçaya yer vermek için gereksiz uzattığını hissediyordum. Bu romanın müzesi kurulmayacaktı; müzenin romanı yazılmıştı. Romanı beğenmedim.

Müze

Masumiyet Müzesi
Hislerimde haksız da çıkmadım. Meğer Pamuk romandan çok önceden beri eski zamanların eşyalarını topluyormuş, gerçekten de romanı yazarken aklında müze fikri de varmış, hatta aynı anda onun için de çalışıyormuş. Açıldıktan yıllar sonra bir fırsat yakalayıp Masumiyet Müzesi'ne gittim.

Müze Taksim Meydanı'na 800 metre uzaklıkta, 10 dakikada varıyorsunuz. Bu eski bina romanın esas kadını Füsun ve ailesinin yaşadığı evmiş, Kemal de ömrünün son yıllarını burada geçirmiş. Giriş bileti 15 lira. Eğer romanı satın aldıysanız son sayfasındaki davetiyeyi damgalatarak da müzeyi ücret ödemeden gezebilirsiniz. 5 liraya da sesli rehber hizmeti var. Ben aldım ve size de şiddetle tavsiye ederim. Seslendirmeyi Orhan Pamuk yapmış. Hem romandan ilgili bölümleri okuyor, hem açıklamalar yapıyor. Ona müzikler, efektler eşlik ediyor.

İkinci kat.
Müze mini estalasyonlardan oluşuyor. Camekanlarda romanda geçen bir an, bir olay, bir duygu veya bir kişi hakkında eski eşyalarla oluşturulmuş sahneler sergileniyor. Kimisi Pamuk'u tatmin etmediği veya tamamlanmadığı için açılmamış, kırmızı kadife perdelerin arkasında saklanıyor. Sayısı fazla değil. Bazı kutularda videolar ve ışıklar da eşyalara eşlik ediyor. Romanı okumadıysanız bile sahneler sizde bir duygu uyandıracağı için zevkle gezebilirsiniz diye düşünüyorum. Hele de müzedeki eşyaların hatırlayacak yaşınız varsa veya eskiye meraklıysanız nostaljiyle dolu dakikalar geçirebilirsiniz. Tüm kutuların açıklamalarını dinlemenize gerek yok, sadece ilginizi çekenleri dinleyebilirsiniz. Benim atladıklarım oldu ancak her bir kutuyu inceledim. Tüm rehberi dinleyerek müzeyi gezmenin 1 buçuk saat süreceğini düşünüyorum.

''Hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum.''
Masumiyet Müzesi'nin müzesini kesinlikle romanından daha çok beğendim. Romanı ne kadar sıkıcı hatta biraz sıradan bulduysam müze o kadar sıradışıydı. Az müze gezmedim ama hiç böylesini görmemiştim. Müze zaman teması üzerine kurulmuş. Zamanın anların toplamından oluşup oluşmadığını düşünürken giriş katının zeminindeki sipiral deseninden başlayarak her şey size bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Her kattan görünen duvardaki koca saat, saati yanına yansıyan eski video görüntüleri, sessizlik, camekanlarda dondurulup muhafazaya alınmış anlar, onları arka arkaya incelerken akıp giden sizin zamanınız… Elbette müzeyi bir kara sevdanın öyküsü veya eski zamanların İstanbulunun müzesi olarak da gezebilirsiniz, bu da müzenin başka bir güzelliği.

Şu katta bu vardı, bu kutuda şunu çok beğendim diye anlatmayacağım. bir arkadaşıma anlatmaya çalıştım da çok manasız oluyor. Dedim ya sıradışı bir yer. En iyisi siz gidip görün. Müze hakkında detaylara http://tr.masumiyetmuzesi.org adresinden ulaşabilirsiniz.

#görmesendeolur! Festivale davetlisiniz!


Tam da pazar gününe yakışan şahane bir haberim var size. İki gün boyunca günlük hayattan koparak sadece oyun izleyelim desem? Oyun izleyelim, başka dünyalara gidelim, zihnimiz açılsın, ruhumuz beslensin...

9-10 Mayıs'ta günde 12 saatten toplam 24 saat sürecek olan “GÖRMESEN DE OLUR, OKUMA TİYATROSU FESTİVALİ”ne davetlisiniz, evet hepiniz...

 Toplam 11 oyun var festival kapsamında. İstanbul'da yaşayan ve o tarihlerde İstanbul'a gelebilecek olan herkes davetli.

Kimler mi oynuyor, işte festivalde yer alacak olan değerli oyuncular:

Algı Eke, Bennu Yıldırımlar, Birce Akalay, Can Yaman, Deniz Türkali, Deniz Uğur, Elif Erdal, Furkan Palalı, Galip Erdal, Kerem Alışık, Levent Can, Levent Ülgen, Mine Tugay, Oktay Kaynarca, Sarp Levendoğlu, Savaş Alp Başar, Seda Güven, Sercan Alben, Serhan Alben, Serkan Alben, Sezgi Mengi, Songül Öden, Tolga Güleç, Tuba Ünsal, Uygar Özçelik, Yeliz Şar, Yunus Emre Yıldırımer

Bu festival bildiğiniz festivallere benzemiyor! Çünkü festivalin adı #gormesendeolur!


#gormesendeolur atölye çalışmalarından bir kare

Kadıköy Belediyesi ve Tiyatro Laboratuvarı  öyle güzel bir çalışmaya imza attılar ki, bütün belediyelere ve özel tiyatrolara örnek olsun isterim.
 “Modern tiyatroda önermesiz metin yazarlığı” atölyesi açıldı ocak ayında Kadıköy Belediyesi TAK'da. Konu hakkında yapılan röportajı Gazete Kadıköy'ün bu yazısındaokuyabilirsiniz.


Bilirsiniz, genellikle engelliler için yapılan projeler hep ötekileştirilerek hayata geçirilir. Yani engelliler korosu yapılır, engelliler tiyatrosu hazırlanır vs.  Aslında kaş yaparken göz çıkarmadır benim nazarımda bu tür projeler.  Hiç öyle bir amaçla yola çıkılmasa da içinde acıma, merhamet gibi duygular barındırır ve  önyargı oluşturur insanlarda.  Oysa bu proje öyle değildi. Görme engellilere de kapılarını açan atölyede “Yaratıcısıysan, konu hakkında doğru ve nitelikli bir eğitim almışsan, yazabilirsin!”  ana fikri vardı bence.  Herkese açıktı atölye, görenler ve görmeyenler bir aradaydı ayrım yapılmaksızın. Adı ve sloganı da  özenle seçilmişti: 

Görmesen de olur!”

Tiyatro laboratuvarı'nın değerli sanatçıları, aynı zamanda yöneticileri olan Serhan Alben ve Sercan Alben bu eğitimi büyük bir özveriyle verdiler. Bunu nereden mi biliyorum, çünkü ben de oradaydım!


Oyunlar yazıldı, artık değerlendirme toplantısı yapılıyor!

 Gerçekten çok heyecan verici bir süreçti. Düşünsenize, hayal ettiğim karakterleri ünlü oyuncular ete kemiğe büründürecek!  Festival tarihini büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum bu nedenle, nasıl heyecanlıyım bir bilseniz! 

Adeta bir imece gibi herkes ucundan tuttu projenin. Mesela İkinci Adam Yayınları, ortaya çıkan 11 oyunu “Görmesen De Olur, Toplu Oyunlar” adıyla kitaplaştırıyor. Bu kitap, Anadolu'ya dağıtılacak ve içinde yazma özlemi olan herkese ister görsün, ister görmesin ilham kaynağı olacak; belki de bu kitabı okuyanlar arasından yeni yazarlar çıkacak ortaya... Yerli metin bulamama sıkıntısı çeken tiyatro sevdalıları için bir kaynak olacak üstelik. 

Serhan ve Sercan Alben'e ne kadar teşekkür etsek azdır!


Daha bitmedi!  Ünlü ve başarılı fotoğrafçı Mehmet Turgut, projeye katılan yazar ve oyuncuların fotoğraf çekimlerini üstlendi. Festivalde bu fotoğraflar da sergilenecek. CNN'de yaptığı Falan Filan adlı programı takip edenler, festival ve kitap hakkında sanatçının yaptığı röportajları görebilirler önümüzdeki günlerde. 

Festivale onur konuğu olarak gelecek olanlar ise Türkan Şoray, Jülide Kural, Kadir İnanır, Yasemin Yalçın, Meltem Cumbul, Mazlum Kiper, Engin Uludağ, Zihni Göktay, Haldun Dormen,
Göksel Kortay gibi değerli sanatçılar, alternatif tiyatro yöneticileri, şehir ve devlet tiyatrosu genel sanat yönetmenleri, sinema yapımcıları olacak.

Oyunumu Türkan Şoray'ın da izleyecek olması, benim için adeta bir peri masalı kadar heyecan verici, ne yalan söyleyeyim. 

#Görmesendeolur projesine emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum içtenlikle...

Sözün özü şudur ki,  9-10 Mayıs'ta CKM (Caddebostan Kültür Merkezi)'ndeyiz.

 Bekleriz efenim...





11 Nisan 2015 Cumartesi

Ne demek bu şimdi, gel de anla!

Bazı durumların gerçekten de bir dilden diğerine tercümesi olmuyor. Çünkü yaşam tarzları, görülen muamele, sosyal düzey bambaşka...

Neden mi, gelin anlatayım:

Yıllardır İsviçre'de yaşayan bir arkadaşım var. Artık İsviçreli oldu da denebilir. Oranın vatandaşı, oralı bir eşi var, çocukları da orada doğdu...

İsviçre-zengin ülke!


Ne zamandır görüşmüyorduk, dün akşam aniden çıkageldi. Sohbet işlere güçlere geldi. Çocuklar hangi okula gidiyor, okul çıkışı onlara kim bakıyor diye sorduğumda dedi ki;

Ben artık haftada 4 gün çalışıyorum, eşim de 3 güne indirdi çalışma zamanını. Devlete fazla vergi ödeyeceğimize çocuklarımıza kendimiz bakarız diye düşündük..”

Ben tabii ki anlamadım bu cümleyi, tekrar ettirdim:

Devlete fazla vergi ödeyeceğimize çocuklarımızı kendimiz büyütelim dedik” diye tekrar etti. “Böyle bir cümle Türkçe'de olmaz!” dedim. Ne demek yani devlete fazla vergi vermek yerine çocukları kendin büyütmek?

Açıkladı anlayabileceğim dilden kısaca:

İsviçre'de adil bir vergi sistemi olduğu için gelirin ne kadar artarsa o kadar çok vergi veriyormuşsun. Bu bir.

İkincisi ise çalışma saatlerini kendin belirliyormuşsun. Arkadaşım bankada çalışıyor, eşi de hastahanede hemşire. İstedikleri gibi belirliyorlar çalışma saatlerini. Bir ara arkadaşım haftada 2 gün çalışıyordu çocuklar bebekken, sonra beş güne çıkardı, şimdi tekrar dört güne indirmiş.

Dolayısıyla ne oluyor, haftada 5 gün yerine 4 gün çalıştığı için geliri düşüyor ve daha az vergi ödüyor. Böylece de başta söylediği cümle anlam kazanıyor.

Yani çok çalışıp devlete çok vergi öderken çocuklara da vakit ayıramazken bir tercih yapıyor, az çalışıyor, daha az kazanıyor ama daha az da vergi veriyor! 

Görüyorsunuz değil mi, İsviçrelilerin belki üzerinde bile duramayacakları sıradan bir cümleyi bize uyarlamak için ne kadar zorlandım! Çünkü bizim ülkemizde en çok vergiyi asgari ücretliler veriyor ya, çünkü bizim ülkemizde kimi zaman işçi patrondan daha çok vergi ödüyor ya, çünkü bizim ülkemizde bırakın kendi mesai saatini kendin belirlemeyi, izin alana bile kötü gözle bakılıyor ya, çünkü bizim ülkemizde fazla mesaiye kalmayanı işten atıyorlar ya, ne bileyim işte kafam basmadı, anlayamadım İsviçre'nin sistemini!

Biz hâlâödediğimiz vergilerin nereye harcandığı konusunda emin değiliz ya, anlayamıyorum ben onların sistemini, mesela her mahallede parasız kreş falan diyordu, gerisini dinlemek bile istemedim...

Bu güneşli pazar sabahında akıllara kıskançlık gibi negatif bir duyguyu getirmeyi planlamadım gerçekten de, ama işte insanın aklı karışıyor ister istemez, film repliği gibi ;

...Onlara var da bize yoh mi? “ diyesi geliyor insanın!

Kalın sağlıcakla...


9 Nisan 2015 Perşembe

Erimtan Arkeoloji ve Sanat müzesi / Ankara

Aslında sıra Vatikan'a gelmişti ama geçtiğimiz hafta sonu gezdiğim bu müzeyi bir an önce yazmak istedim açıkçası.
Müze Mühendis ve koleksiyoner Yüksel Erimtan'ın yıllar içinde biriktirdiği arkeolojik eserlerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmış özel bir müze. Ankara Kalesi'nin hemen karşısında yer alıyor.


Yüksel Erimtan'ın koleksiyonu 60'lı yıllarda Tarsus yakınlarında çalışırken Roma yüzük taşlarıyla başlamış daha sonraki yıllarda ise daha yetkin ve belirli eser gruplarına yönelik olarak genişletilmiş.
Yüksel Erimtan 2009 yılında Yüksel Erimtan Kültür ve Sanat Vakfı'nı kurarak, Anadolu kültür varlıklarının ülke içinde ve dışında tanıtılmasını sağlamayı da hedeflemiş.

Müzede sergilenen eserler M.Ö. 3000'li yıllara dayanan Eski tunç ve hitit çağı ile başlayıp, geç Roma ve Bizans dönemine kadar uzanan bir dönemi içeriyor. Ayrıca müzede geniş bir de sikke koleksiyonu var. Müze zaten çok emek verilerek eski bir Ankara evinin restorasyonu ile yapılmış ama asıl emek sergilenen eserlerin sunumunda. Yıllardır yurt içinde, yurt dışında olsun çok müze gezdim ama Erimtan müzesinde gördüğüm sergileme yurt içindeki birçok müzeye taş çıkartır nitelikteydi. Özellikle sikkelerin sergilenişi bence görülmeye değer.


Sikkeler sanırım pleksi tipinde muhafazaların içine yerleştirilmiş ve bu muhafazaları çektiğinizde ledlerle aydınlatılıyorlar. Böylelikle eserlerin iki yüzünü de net bir şekilde görebiliyorsunuz. (Ne yazık ki fotoğraflar cep telefonu ile çektiğimden ve biraz da elim titrediği için net değil ama en kısa zamanda tekrar gidip fotoğraf makinesi ile çekeceğim)


Gezdiğim müzelerde genellikle şikayetçi olduğum eserlerin yanlış sergilenmesi, sunumu, ışıklandırması ve korunması konusunda bu kadar titiz davranılması bile müzeyi görmek, gezmek için yeter. (Aslında tabii ki yetmez ama genelde o kadar kötü örneklerle karşılaşıyoruz ki müzecilik anlamında herşeyin bu kadar yerli yerinde olduğu bir yer görünce gözlerim ışıldıyor. Mesela iki ay kadar önce gittiğim Kayseri müzesi tam bir felaketti. İtalya, Fransa ve Gürcistan yazılarını bitirebilirsem sıra ona da gelecek).

Müzenin girişi yanlış hatırlamıyorsam 7 TL. ve müzekart geçerli.


5 Nisan 2015 Pazar

Suçluları buldum!


Tepeden bakan insanlara olan kızgınlığımın temel iki nedenini çözdüm bu sabah!

Birinci suçlu insanlar değil, insanların yaptıkları işlermiş, ikinci suçlu da Türkçenin ekleriymiş!

İnsanlar yaptıkları işle var olmaya çalışıyorlar ya, bütün mesele buradaymış meğer...

Anlatıyorum efendim...

yan yana yaşayabiliriz!

Elimde olsa, şirketlerdeki bütün üst düzey yöneticilere bir aylığına onların gözünde değersiz olan işleri yaptırırım, ki anlasınlar sadece kendilerinin değil, herkesin önemli olduğunu!

Mesela genel müdür çaycı olacak, aynı kendisinin müdürken yaptığı gibi "bir çay getirsene" diyecekler ona, nezaket yok, rica yok, teşekkür tabii ki yok. Müşteri temsilcisi ofisboy olacak, müşteriyle görüştüğü için kendisini kaf dağında görürken birden “şu fotokopiyi hemen çek, ne biçim çekmişsin bir daha çek, oğlum sen laftan anlamaz mısın, adam gibi çek!” diyecekler. 
Muhasebeci şoför olacak, "bankaya git, oyalanma, parayı çek, şunu yap, bunu yap!" diye emrettikleri şoförler gibi birileri de onlara emirler yağdıracak...
Başbakan lağım temizleyecek mesela, önünde ceket ilikleyenler kokusundan yanına bile yaklaşamayacaklar, cumhurbaşkanı sabah 5'te kalkıp çöpleri toplayacak, içişleri bakanı gişede bilet satacak. Fazla da yorum yapamıyorum bu paragrafa, hakaret davası falan açarlar maazallah! Cumhurbaşkanına “çöpçü” demekten 2 yıl hapis cezası alan var mıydı sahi, olmuştur çünkü, olabilir de, olmayacak diye bir şey yok!

e-şi-tiz! nokta..


Daha da uzatmama gerek yok, ilkokul seviyesinde anlattım farkındaysanız.

Eşitiz işte, kendini bir şey sanmaman için ille de böyle basitçe bir anlatım mı istiyordun? “ demek istiyorum birilerine, onlar maalesef okumaya zaman ayıramayacak kadar meşguller. Blog gibi amatör şeyleri okuduklarını düşünemiyorum bile... O yüzden her zamanki gibi kendi aramızda dertleşiyoruz yine. 

Gelelim Türkçenin suçlarına:

yorsun”ekinden kurtarmak gerek bu anlattığım zavallıları. Mesela sekretere gider,
 “bu paketleri kargoya veriyorsun” “Onu öyle yapmıyorsun” “Bunu böyle yapmıyorsun” bıdı bıdı , bıdı bıdı... Yahu bizim misler gibi “misin, musun” eklerimiz var, kullansana işte, desene mesela “rica etsem bu paketleri kargoya verir misin?” diye... Yok demez, derse otoritesi sarsılır... Şimdiki zaman ekiyle “yapıyorsun, ediyorsun” diyecek ki,  karşı tarafa düşünmek için  zaman bırakmasın. Karşısındaki -kendisinden alt tabaka vatandaş(!)- duyduğunu hemen emir telakki etsin ve uygulasın.

Bir de “ alım, elim” ekleri var ki onların bazen anlamları akıllara zarar bir despotizme varabiliyor.
Mesela üst düzey arkadaş gelir der ki alt düzey olana “Bu dosyayı bundan sonra böyle düzenleyelim” veya der ki “ bu kolileri aşağıya taşıyalım” Şimdi bu söylemden ne anlıyoruz, birlikte yapılacak bir iş var gibi geliyor değil mi? Hayır öyle değil işte fiiliyat.. “Bu kolileri taşıyalım” diyen zat-ı muhterem kenarda elleri belinde beklerken o zavallılar kan ter içinde taşımaya başlar. E desene o zaman be zat-ı muhterem “Ali usta kolileri bir zahmet taşır mısın lütfen?”

Dedim ya, bütün sorun yapılan işlerde ve bu masum görünen ek'lerde! Yoksa hepimiz eşitiz aslında... Ve ben boş yere kızıyorum insanlara...

Sevgiyle...